“Faşizm burjuva düzenin işçi sınıfının devrimci hareketini ezmeye, sınıfın reformist ve devrimci çeşitli örgütlerini yok etmeye yönelen açık baskıcı diktatörlüğüdür. Uygulanan baskı ve vahşetin derecesi ise, somut yaşamın içinde ortaya çıkacak etki-tepki kuralına bağlıdır. İşçi-emekçi kitlelerin devrimci isyanı burjuva düzenin yaşamsal noktalarına ne denli büyük bir etkide bulunmuşsa, sermayenin karşı-devrimci tepkisi de (eğer buna gücü yetiyorsa) o denli büyük olacaktır” diyordu Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında. Türkiye Cumhuriyeti’nin korkak ve zalim burjuvazisinin, işçi sınıfının yükselen mücadelesini ve yeniden uyanma belirtileri göstermeye başlayan Kürt halkının ulusal kurtuluş hareketini 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğü ile ezerken sergilediği vahşet tablosu, düzenin yaşamsal noktalarının ne denli tehdit altında kalmış olduğunu da gösteriyordu.
12 Eylül darbesi işçi sınıfı hareketine karşıydı ve onun örgütlerini ve devrimcileri ağır baskılarla sindirdi, ama Kürt halkının payına da bu baskılardan çok büyük ve acılı bir parça düştü. Özellikle Diyarbakır Cezaevi, 12 Eylül faşizminin Auschwitz’i[*] işlevini görerek Kürt halkında derin yaralar açtı. Tam on yıl boyunca on bini aşkın insan bu zindandan geçti. Devrimcilerden sıradan insanlara kadar binlerce kişiye dünyada eşi ve benzeri az görülmüş işkenceler yapıldı. 2 Nisan 1984 tarihinde yapılan resmi bir açıklamaya göre, o güne kadar Diyarbakır Cezaevinde 53 kişi katledilmişti. Yaşanan bireysel ve toplumsal travmalar ise uzun yıllar boyunca etkili oldu, olmaya da devam ediyor.
Kürt sorununun büyük dönemeç noktalarından biri olan ve Diyarbakır Cezaevi ile simgelenen vahşet uygulamaları, 12 Eylül faşizminin ve özellikle 1990 sonrasında yükselen savaş koşullarının ağır sansürü ile üzeri örtülmeye çalışılsa da, yaşayanların anlatımlarıyla gün yüzüne çıkmıştır. Kürt halkının haklı öfkesinin pekişmesine ve güçlenmesine yol açan bu vahşet sürecinin Türkiyeli işçilerce de 12 Eylül’ün tüm diğer uygulamalarıyla beraber iyi bilinmesi ve hesabının sorulması için mücadele edilmesi gerekiyor.
Diyarbakır cehennemi
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinde 1981-1984 yılları arasında 53 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat kalmasına ve psikolojik tahribata uğramasına neden olan insanlık dışı uygulamalar, daha sonra birçok kitaba ve yayına konu olmuştur. Yaşanan vahşetin mağdurlarının anlattıkları, burjuvazinin zulmünün artık rüzgârlara savrulmasının vaktinin geldiğini hatta geçtiğini bizlere bir kez daha hatırlatır.
Dünyanın neresinde olursa olsun, iktidara geldiği tüm ülkelerde, faşizm, bir karabasan gibi tüm toplumun üzerine çökerken, bir yandan da toplumla bağlarını koparmak üzere zindanlara kapattığı devrimcileri, en insanlık dışı uygulamalarla yıldırmaya, iradelerini kırmaya ve bilinçlerini teslim almaya çalışır. Böylece hem devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi hem de nedamet getirenleri örnek göstererek emekçi kitlelerin gelecek güzel günlere olan umudunu yok etmeyi amaçlar. Ne var ki, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de faşizm bütün gaddarlığına rağmen ne bu umudu tümüyle yok etmeyi ne de gerçek devrimcilere boyun eğdirmeyi başarabilmiştir. Çoğunlukla Kürt ulusal devrimcilerinin kapatıldığı Diyarbakır Cezaevi de, en ağır işkence ve aşağılama uygulamalarının yanı sıra, aynı zamanda bir direnişin de sembolü olmuştur.
Diyarbakır zindanlarının işkence tezgâhlarından geçenlerin anlattıklarından burada aktaracağımız kısa bir kesit bile, 12 Eylül faşizminin zalimliğini ve insanlık düşmanlığını kanıtlamaya yeterlidir.
Devrimcilerin inançlarını kırmak, bilinçlerini bulandırmak ve böylelikle onların davaya ihanet etmelerini sağlamak için ilk elde onların bedenlerine saldırılır. Bunu yaşayanlardan biri, cezaevine ilk getirilenlerin tâbi tutuldukları uygulamayı şöyle anlatıyor: “‘Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?’ diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.”
Bu uygulamalar elbette sonrasında da, özellikle direnenlere karşı daha da ağırlaştırılarak devam ediyordu. İşkenceciler en akıl almaz işkenceleri yaparlarken, başvurdukları bir diğer uygulamayla da, bir tutsağın onurunu bir başkasına çiğnettirerek, aynı zamanda devrimci tutsakların birbirlerine olan güven ve dayanışma duygusunu yok etmeyi hedefliyorlardı: “Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve “Çık” dedi. Bişar’ın yanına götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, “Ağzına işeyeceksin”… Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde süründürdü, tabanlarıma vurmaya başladı… Sonunda beni de Bişar’ın yanına yatırdı.”
Cezaevindekiler, gardiyanlık yapan tüm sıradan erlere bile “komutanım” şeklinde seslenmek ve tekmil vermek zorundaydılar. Böyle seslenmeyenler büyük zulümlere maruz bırakılırken, amaç, bu askeri cezaevinde tutukluları da kapsayan bir emir komuta zinciri yaratmak, direnen tutsakların verilen tüm direktiflere sorgusuzca itaat etmelerini ve kendilerini inkâr etmelerini sağlamaktı: “İşkencelerde kendini inkâr etmen isteniyordu. Pişmanlık duymanı, ‘ben Kürt değilim, köpeğim’ demeni istiyorlardı. Oradaki doktorlar işkence etmek için vardı. Hastalansan da, delirsen de işkence devam ediyordu. Bize sıradan askerler işkence etmezdi, psikiyatristler, insan ruhunu bilenler işkence ederdi. Aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemini değiştirirlerdi. Bir hafta lağıma sokarlardı mesela, ‘bu sizin hamamınız, tertemiz olmadan çıkmayacaksınız’ diyorlardı. Öbür hafta sürekli pislik yedirirlerdi. Kapıda, gözetleme deliği vardı. Camlar tamamen kırmızı beyaz bayrağa boyanmıştı. Üç kış kaloriferler hiç yanmadı. Yazın da camları açmak yasaktı.”
Zindanlardaki faşist askeri disiplin mahkeme salonlarında da sürdürülüyordu. Mahkemelerde bu disipline uymamak ve söz almaya çalışmak bile ölümü göze almak demekti. 12 Eylül döneminde Diyarbakır’da siyasi dava avukatlığı yapan Cemşit Bilek bu durumu şöyle anlatıyor: “Müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. Konuşma hakları yoktu. Sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. Ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. Rahmetli Necmettin Büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. ‘Bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. Sonra «Yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti» türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. Ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim’ dedi. Ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.”
Diyarbakır Cezaevinde üç yıl yatan ve siyasetle hiç ilgisi bulunmayan Selim Dindar ile yapılan söyleşi o dönemde yaşananları başka boyutlarıyla da gözler önüne seriyor. “İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?” sorusuna Dindar, “Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü” diye cevap veriyor. İnsanın algılamakta zorluk çekeceği bu vahşet ortamının gerçeklik duygusunu nasıl kaybettirdiğini de şöyle anlatıyor Dindar:
“Yaşadıklarımızın gerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ’de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. ‘Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz’ diyordu. Biz, ‘Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız’ desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dâhil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre’de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır’ diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve ‘Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor’ dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, ‘Biz yaşıyoruz...!’ Salih amca ise ‘Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum’ diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt’teki sivil cezaevine götürmüşler. ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’ demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca’nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca’ya vermiş. Salih Amca, hanımına ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi?’ diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.” (Radikal, 23 Haziran 2003)
Tüm bu anlatılanlar, Diyarbakır Cezaevinde 12 Eylül sonrasında yaşananların sayfalara sığmayacak denizinden küçük damlalar işte. Faşizme sığınarak ömrünü uzatmış burjuvazinin yarattığı kan denizinden damlalar. Ancak, Diyarbakır Cezaevinde faşizmin bu kanlı iradesi karşısında yılgınlıklar olduğu gibi ihaneti kabul etmeme tavrı ve direniş de vardır.
Teslimiyeti kırmak ve direnişi yükseltmek amacıyla, Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Önen ve Mahmut Zengin, 1982 Mayısında kendilerini yaktılar. Onlar, faşist rejimin fiziksel işkence aracılığıyla, kendi bedenlerini kendilerine karşı bir silah olarak kullandığını düşünüyorlardı. Son derece ağır baskı ve işkence koşulları altında gerçekleştirilen bu eylemle, kendi bedenlerini faşist rejime karşı bir silah haline getirmeyi ve onu teşhir etmeyi amaçlıyorlardı. Gerek cezaevinde gerekse uluslararası alanda yankı uyandıran bu eylemin ardından direniş ruhu giderek büyüdü. Bunu Temmuz ayında başlatılan büyük ölüm orucu direnişi izledi. 15 gün devam eden bu eylem sonucunda da dört Kürt ulusal devrimcisi yaşamını yitirecek, ancak karşı durulamayacağı düşünülen faşist rejimin cezaevi yönetimi, direnişçi tutsaklarla pazarlık yapmak ve kimi hususlarda geri adım atmak zorunda kalacaktı. 1984’te gerçekleştirilen ikinci ölüm orucu direnişinde iki direnişçi tutsak daha yaşamını yitirdi. Onurlu bir şekilde yaşama hakkının bile can pahasına savunulmak zorunda kalındığı tüm bu direnişler sayesinde cezaevinde militanlaşan kadrolar, sonraki dönemde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine güçlü bir itilim vereceklerdi.
Faşist zulmün hesabı sorulmalı
Diyarbakır Cezaevindeki kan denizini yaratanlar arasında bir isim vardır ki, adı hep Diyarbakır Cezaevi ile birlikte akla gelir: Esat Oktay Yıldıran. Onu ve burjuvazinin ona karşı gösterdiği vefayı özel olarak anmak gerekir. Esat Oktay Yıldıran 12 Eylül karanlığında Diyarbakır Cezaevi iç emniyet komutanıydı. Yüzbaşıydı. 22 Ekim 1988’de Ümraniye’de bindiği otobüsten aşağı indirilip öldürüldüğünde ise binbaşı rütbesine yükseltilmişti. Yıldıran sadece basit bir sadist değildi şüphesiz. Bunun ötesinde, ezilen Kürt halkının ve işçi sınıfının devrimci mücadelesinin belini kırmaya azmetmiş faşizmin eli kanlı bir neferiydi. Yaptıkları kocaman bir bütüne hizmet ediyordu. Zaten hizmetlerinin farkında olan burjuvazi tarafından unutulmamış, Aksaray’da anıtı dikilmiş, Etimesgut zırhlı birlikler tümeni içindeki bir caddeye de adı verilerek hatırası burjuva devletin yılmaz bekçisi ordu tarafından yaşatılmıştır.
Burjuva devlet, işkencecilerinin hatıralarını böyle yaşatırken onun ideologları da yazılarıyla yaşananları yok saymaya, hatta aksini iddia ederek yalanlarla zihinleri yönlendirmeye çalışıyor. Bu zevatın usta isimlerinden Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı, 28 Mayıs 2004 tarihli yazısında, Ebu Garib’deki işkenceleri anlatırken, Irak’taki Ebu Garib ve benzeri cezaevleriyle 1980 sonrasında Türkiye’deki cezaevlerini karşılaştırıp şunları söylüyor: “Kötü şöhretleri ayyuka çıkan cezaevlerini ziyaret etmek isteyen Kızılhaç’a geçen sene izin verilmediğini New York Times açıkladı. Verilen örneklerden şimdi anlaşıldığına göre buralar en ağır suçların işlendiği kesimlerdi. Güneydoğu’da 15 yıl süren, PKK’ya karşı uygulanan mücadele sırasında ortaya atılan, güvenlik güçleriyle ilgili bu tür suçlamalar hatırlandığında, Türk görevlilerin ne kadar temiz kaldıkları anlaşılıyor. Ankara’da merkezde benzer suç ihbarlarıyla ilgili çalışmalarda bulunmuş olan bir yetkili ‘Doğrusu bizde de birkaç ciddi ihlal vakası oldu. Ama bunları mutlaka, olağanüstü de olsa, yargı sistemine getirdik. Yinelenmelerinin önlenmesini sağladık. Verilen cezalar da, her zaman tamamen açıklanmasa bile, görevlilere yansıtıldı. Uluslararası davranış kurallarını egemen kılmaya çalıştık’ diyor.”
Türk görevlilerin ne kadar temiz kaldıkları yaşayanların anlattıkları ile ortada! Ancak bütün bu gerçekler işçi sınıfının tarihin bu karanlık dönemlerini yargılamayı başaramadığı koşullarda, mücadeleyi yükseltmek gerektiğini hatırlatmaktan başka bir şey de ifade etmiyorlar.
12 Eylül’ün sistematik bir işkence ve hak ihlalinin ötesinde daha da beter bir kıyım, burjuvazinin eli kanlı bir açık baskı diktatörlüğü yani faşizm olduğu malum. Bütün bu işkencelerin gerçek sorumlusunun kapitalist sistem olduğu da. Bu yüzden bütün bunlara sebep olan burjuva sistem yıkılmadan gerçek bir hesaplaşmanın yapılamayacağının farkında olarak, anlatılan vahşetin uygulayıcılarının da yakasına yapışmak gereklidir. İşçi sınıfı, 12 Eylül faşizmini ve Diyarbakır’da Kürt halkına ve devrimcilere reva görülenleri unutmamalı ve hesabını sormalıdır.
[*] Nazilerin Yahudileri toplayarak gaz odalarında katlettikleri ünlü toplama kampı.
link: Selim Fuat, Diyarbakır Cezaevi: 12 Eylül’ün Auschwitz’i, 1 Ekim 2007, https://marksist.net/node/1636
Anarşizm Üzerine
Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler