Giresun, Ordu asfaltı düşüyor haber sayfalarına, mevsimlik işçilerin trafik kazasında öldüğünü yazıyor gazeteler. Bu işçilerin Kürt olduğu söylenmiyor her zamanki gibi. Bu kadar uzakta ne işleri var demeyin, “iş”leri var. Fabrikanın olmadığı, sürülecek toprağın bulunmadığı, yetiştirecek hayvanın kalmadığı yerlerden geliyorlardı. Mayınların döşendiği, asker dipçikleriyle her an karşılaşıldığı, yakılıp yıkılan köylerden. Bütün yıl memleketlerinde iş aramışlar ama bulamamışlardı. Analar, babalar, çocuklar ve onların çocukları. Gittikleri yerde ise iş vardı. Ordu’da, Giresun’da, Çukurova’da, Düzce’de, Aydın’da. Şekerpancarı, pamuk, tütün, fındık.
Çuval çuval topladıkça lime lime azalıyor ömürleri. Dört ay boyunca kazanılan parayla sekiz ay geçinmek kimilerine imkânsız gibi görünür. Ancak mevsimlik işçi olarak çalışan Kürtler, yazın aldıkları 4 aylık ücreti bütün bir kışa bölüyorlar. Nasıl “doyduklarını” ise yalnız onlar biliyor. Zaten ilk değil ki aç kalmaları.
Baharı dört gözle bekleyen yaz yolcularıdır onlar: mevsimlik Kürt işçileri. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı, torbalara yoksulluğu doldurup yollara düşerler. Onlar için yollar da kolay değildir. Yol parası, dört ay boyunca kazanılanın bir ayını götüren cinstendir. En ucuza gelmelidir yolculuk. Rahat değil ucuz. Üstü açık olabilir kamyonun yahut minibüste üst üste gidilebilir ya da 20 kişilik yere 30 kişi sığışılabilir. Bir trende dışarı sarkık vaziyette de gidilebilir. Yeter ki gidilsin... Gidicisi çok bu yolun. Yer kapmak için şafakta kalkmak gerek. Tren düdüğü çaldığında camlardan, kapılardan girmek gerek. Önce valizleri, içinde yırtık giysiler, naylon bidonlar. Sonra çocukları yataklara bağlayıp tıkmalı trene, kamyona, koltuk altına. Kadınlar, kapalı yüzleri, kan ter içinde, çekingen, hasta, yorgun kimi emzikli, kimi bir işçi çocuğa daha gebe…
Hareket etti bir otobüs dolusu, kamyon dolusu, vagonlar dolusu Kürt işçisi. Gittikleri yerlerde hoş karşılanmayacakları, horlanacakları, potansiyel suçlu görülecekleri kesin. Belki de linç edilecek bazıları faşistlerce. En çok fındığı kendisinin toplayacağını düşünen uyuyor ayak dibinde, biri ilk kez deniz göreceğine sevinçli. Pamukları toplayacak kaç büyük, kaç küçük el var, kaç çuval dolar, kaç lira eder hesabı buğulu camlarda boylu boyunca.
Gündüzün kızgın sıcağı durduramayacak onları. Tek koruyucuları omuzlarındaki puşileri. Gecenin soğuğuysa içlerine işleyen cinsten. Dere kenarları çadırlar, yanlarında yün yorganlar. Aylardan Ağustos. Yolculuk uzun. Urfa’dan Giresun’a, Adıyaman’dan Ordu’ya Diyarbakır’dan Çukurova’ya, Batman’dan Düzce’ye. Gece boyunca parmak hesabı yapılıyor. Kaç çocuk, kaç adam, kaç kadın, kaç avuç toplar. Toplanan ürün çok, kazanılan hep az.
Ve ölüm haberleri… “24 ölü, 29 yaralı, çoğu çocuk!” İlk resimleri okula kayıtta, doğumda yahut ilk gülücüğünde çekilen resimler değil, asfaltta boylu boyunca serilmiş bir gazete kupürü oluyor. Sorunları değil bir tek ölümleri haber oluyor. Pamuk tarlasında bacaksız, fındık dalında kolsuz kalıyorlar. Şanslı olanlar dere kenarlarındaki çadırlarda üşütüyor böbreklerini. Şiş ayaklar, yanık deriler, çıyan sokması, hastalıktan sayılmıyor.
Koskoca tarlalarda dilsiz gibi hızlı hızlı eğilip kalkıyor Kürt kadınlar. Akşamları çocuklar çadırların etrafında toplanıyor, avuçları pamuk toplamaktan çizik çizik. Ekmek ucuz olsun diye tandırları yanlarında. Lavaşın yanında, toplanan otlar yahut patates yeniyor. Somun ekmek çocukların pastası hâlâ. Bedenleri oyun çekmiyor yorgunluktan. Saklambaç yeşil dallar altına saklanmış fındıklarla oynanıyor. Sobelenen hızlı hızlı çuvala dolduruluyor. Tuvalet, su, elektrik hepsi sorun. Yıkanmak için girilen derede bir ölü yatıyor.
Dayı başlarının, elçilerin, çavuşların gözleri işçilerin üzerinde. Günlük yevmiyenin yüzde 10’u onların. Kazandıkları bir bir gidiyor ellerinden. Bir kısmı komisyonculara, bir kısmı yolda bıraktıkları yaşamlara, bir kısmı yol parasına. Eve kalan bir çuval un, patetes, soğan…
Mevsimler gibi dönüp duruyorlar aynı yoksulluğun, aynı küçük umutların gölgesinde. Umutları da topladıkları fındıklardan biri kadar küçük, şimdilik. Tıpkı dünyanın diğer ucundaki küçük umutlular gibi. Biri brokoli toplar, diğeri fındık, öteki turunç… Hepsinin adı “ekmek”. Oysa elleriyle paçasından tutup indirseler dünyayı, büyütseler umutlarını, koşsalar tarlalara, madenlere, atölyelere, fabrikalara bilinçle ve örgütlülükle, görecekler kendileri olmadan dönmeyeceğini dünyanın ve dünyayı istemeden adam gibi kazanılamayacağını ekmeğin.
link: MT okuru bir eğitim işçisi, Mevsimlik Umutlar, 3 Eylül 2007, https://marksist.net/node/1626
Kuzey İrlanda’da İngiliz Oyunu Sürüyor
Anayasa Sorununa Sınıfsal Bakış