22 Temmuz seçimleri sonuçlandıktan sonra gündemde yer işgal eden başlıca konulardan birisi yeni bir anayasanın hazırlanması oldu. Anayasa profesörü ve yeni AKP milletvekili Zafer Üskül’ün seçim sonrasında yaptığı açıklamayla konuya hararetli bir giriş yapılmış ve televizyon ekranlarında kanal başına birkaç anayasa hukukçusunun düştüğü tartışmalar yapılmıştı. Sonrasında meclis başkanlığı ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündemi işgal etmesiyle bir miktar geri plana düşmüş olan mesele, şimdilerde ilk taslağın hazırlanmış olduğu haberiyle yeniden ısınmaya başlamış durumda. Eğer söylendiği gibi bir halk oylaması da olacaksa, yeni anayasa sorununun önümüzdeki aylar boyunca gündeme sık sık geleceği ve önemli bir yer işgal edeceği aşikâr.
Söz konusu olan, 12 Eylül faşizmi tarafından hazırlanarak zorla halka kabul ettirilmiş olan cunta anayasasının kaldırılması ve yerine yeni bir anayasanın getirilmesidir. Bu bakımdan her şeyden önce işçi sınıfının ve devrimcilerin 12 Eylül faşizmi ve onun anayasasıyla bir hesapları olduğunu vurgulamak gereklidir. Bu anayasanın sahibi olan cunta binlerce devrimcinin canına kıymış, onbinlercesini işkencelerden geçirmiş, vatandaşlıktan çıkarmış, hapislerde ve mahkemelerde çürütmüştür. Dahası, kooperatiflerine varıncaya kadar işçi sınıfı ve emekçilerin tüm örgütlenmelerini dağıtmış, tam bir örgütsüzleştirme saldırısı yürütmüştür.
O nedenle, cunta anayasasının ortadan kaldırılması (ve darbecilerin yargılanması) o günden bu yana devrimci işçi sınıfı mücadelesinin acil demokratik talepleri arasında yer almıştır. Bu anayasa askeri faşist rejim tarafından, cuntanın çekilişinden sonrası için nasıl bir yapı olacağını tayin etmek üzere hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştu. Nitekim işletilen süreç uyarınca, anayasanın kabulünden (!) bir yıl sonra seçimlere gidilerek cunta iktidardan çekilmişti. Ancak anayasada çerçevesi çizilen yapı faşist diktatörlüğün tüm ruhunu taşıyordu. Geriye parlamento şalıyla örtülmüş otoriter bir rejim kalmıştı ve sonrasında hükümete gelen burjuva partilerin hiçbirisi bu rejimin ve anayasasının bir bütün olarak tasfiyesi konusunda adım atmaya girişmedi.
Ancak darbenin ve onun anayasasının gerçek hedefi olan işçi sınıfı da 12 Eylül’ün hesabını soracak ve onun anayasasını çöpe atacak düzeyde bir mücadeleyi ne yazık ki yükseltemedi. Ne var ki, yıllar boyunca konunun gündeme getirilmesi için verilen kahırlı mücadelelerin, protestoların hiçbir etki yaratmadığını söylemek de yanlış olur. Bugün toplumda cunta anayasasının değiştirilmesi yönünde genel bir hissiyat varsa, bunun oluşumunda bu mücadelelerin de muhakkak ki önemli bir katkısı olmuştur.
Kuşkusuz yeni bir anayasa sorunu toplumların gündemine sık sık ve durduk yere gelmez. Fakat aslına bakılacak olursa 1982 anayasası daha ilk yıllardan itibaren büyük sermayenin ayağına dolanmaya başlamıştır. Bu nedenle daha Özal döneminden başlayarak birçok kez değişiklik yapma gereği doğmuştur. Hele hele AB sürecinin başlamasıyla birlikte bu değişiklik süreci yeni bir hız kazanmış ve bugüne gelinceye değin anayasa maddelerinin aşağı yukarı yarısı değiştirilmiştir (toplam 80 civarında madde). Ancak anayasanın ruhunu değiştirmeyen bu tür parça değişikliklerin ötesinde bütünsel bir değişiklik de uzunca bir süredir istenmekteydi. Bugünkü anayasa taslağının öncesinde 10-15 yıl geriye uzanan 10’dan fazla anayasa taslağı bulunmaktadır. Bunlar arasında bizzat TÜSİAD tarafından hazırlatılan taslaklar var.
Egemen sınıf içinde uzunca bir dönemdir yürüyen çatışma esas itibariyle AB sürecinin hız kazandığı son yıllarda daha gerilimli bir hal almıştı. Nihayet bu çatışma 22 Temmuz seçimleri öncesinde adeta doruk noktasına çıkmış ve iş darbe ve savaş tehditleri eşliğinde bir askeri muhtıraya kadar varmıştı. İçine girdiği darboğazdan, statükocu güçlere verdiği tavizler ve onlarla yaptığı uzlaşma ile sıyrılan ve süreci ezici bir seçim zaferiyle sonuçlandırmayı başaran AKP, şimdi gelinen noktayı bir bakıma sağlama bağlamak istemektedir. Bu nedenle bugünkü yeni anayasa girişiminin siyasal özü, bir yandan bugüne kadar yürümekte olan egemen sınıf içi mücadelede statükocu güçlere karşı elde edilen mevzilerin bir bakıma temize çekilerek deftere geçirilmesi, bir yandan da yeni hamleler için daha sağlam bir temel oluşturma arzusudur.
Meseleyi daha somut terimlerle ifade edecek olursak, büyük sermayenin temsilcisi olan AKP esas olarak, asker-sivil bürokrasinin siyasal rejim üzerindeki vesayetine son vermek ve olağan bir burjuva işleyişi oturtmak istemektedir. Bu nedenle devlet iktidarının anayasada belirlenmiş kurumlar arası mevcut dağılımını değiştirmeye çalışmaktadır. Buna göre, kurumlar olarak cumhurbaşkanlığının, MGK’nın, ordunun, genel olarak yüksek yargı organlarının (Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) yetkilerini mümkün olduğu ölçüde kısıtlamayı, buna mukabil parlamento ve Bakanlar Kurulunun gücünü arttırmayı hedeflemektedir. AKP’nin “yeni bir anayasa” hamlesinin altında yatan asıl sebep budur.
Bütün anayasalar esas olarak iki ana bölümden oluşurlar. Birincisi, o devletin hükümranlığı altında yaşayan insanların, yani “yurttaşların” hak ve özgürlükleri ile bunların sınırlarını tarif eder ve böylelikle devletin bir bütün olarak toplum karşısındaki konumunu saptarken; ikincisi devletin şeklini, aygıt yapısını, düzenini ve temel işleyiş mekanizmalarını tarif eder. Ayrıntıları yavaş yavaş sızdırılan ilk taslaktan yansıyanlara bakıldığında, AKP’nin, sınıfsal tabiatı gereği, tasarladığı değişikliklerin ağırlık noktasının özgürlükler alanında değil, bu ikinci alanda olduğunu görmek şaşırtıcı olmamaktadır. Elbette bu alana ilişkin değişikliklerin işçi sınıfını ilgilendirmediğini söylemek doğru olmaz. Aksine bürokrasinin olağanüstü gücünü kırarak normal boyutlara getirme sonucunu doğurabilecek bu tür değişiklikler son tahlilde burjuva demokrasisinin çerçevesinde bir genişleme anlamına gelmektedir. Ama yine de anayasa söz konusu olduğunda işçi sınıfını asıl ve dolaysız biçimde ilgilendiren, onun mücadelesinin yasal olanaklarını oluşturan demokratik haklar alanıdır. Bu bağlamda işçi sınıfı, özet bir ifadeyle, sınırsız bir söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü talep eder ve bunun için mücadele verir.
Bahsi geçen taslağın tam içeriğini henüz bilmiyor olsak da, basına sızdırılan hususlar, cumhurbaşkanının yetkilerinin çok büyük oranda azaltılarak, örneğin rektörleri, YÖK Başkanını, Yargıtay Başsavcısını, Danıştay, HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Anayasa Mahkemesi üyelerini artık atayamayacağı, Yüksek Askeri Şura ve HSYK kararlarının yargı denetimine açıldığı, subayların ve diğer devlet memurlarının yargılanmasının önündeki engellerin kısmen kaldırılacağı, MGK’nın anayasadan çıkarılarak anayasal bir kurum özelliğine son verileceği, Yüce Divan görevinin Anayasa Mahkemesinin tekelinden çıkarılarak Yargıtayla paylaşılacağı, egemenliğin yürütümünün kasıtlı olarak muğlak bırakılmış ifadeyle “yetkili organlara” değil, açıkça sayılmış “yasama, yürütme ve yargı organlarına” bırakıldığı, Anayasa Mahkemesinin üye sayısının arttırılarak bunların bir bölümünün bizzat meclis tarafından atanacağı ve iki üyelik askeri yargı kotasının kaldırıldığı bir yapının öngörüldüğünü gösteriyor. Bu hususların bürokrasinin gücünü kırmayı hedeflediği çok açık.
Ancak AKP salt bu ve benzeri hususlarla yetinseydi, hem egemen sınıfın bütünü içinde hem de halk içinde yeni anayasa için etkili bir destek bulmakta zorlanırdı. Peşrev niteliğindeki ilk tartışmalar bile sürecin alevli geçebileceğini göstermiştir. Bu nedenle değişik kesimlere hitap eden bazı düzenlemeleri de taslağa dahil ettiği anlaşılıyor. Böylece hem genel bir “demokrasi” halesinin oluşması hem de hamlenin arkasındaki desteğin genişletilmesi hedeflenmektedir. Bunun için bürokrasiye verilen bir taviz olarak milletvekili dokunulmazlığının sınırlandırılması ve HSYK’dan Adalet Bakanının çıkarılması öngörülüyor. İslamcı çevrelere üniversitede türban yasağının kaldırılmasıyla boncuk verilirken, Aleviler ve “laiklerin” gönlü de zorunlu din derslerinin seçmeliye dönüştürülmesiyle hoş ediliyor. Bu paketten ezilen Kürt halkının payına ise, hepi topu, seçmeli Kürtçe dersi için anayasal kapının aralanması ve vatandaşlık tanımında “Türk’tür” ifadesi yerine “Türk denir” ifadesi düşüyor.
İdeolojik örtü
Anayasalar esas olarak modern sınıf mücadeleleri tarihinin bir ürünüdürler. Daha tam ifadeyle, burjuvazinin pre-kapitalist sınıflara karşı verdiği mücadeleler sonucu ortaya çıkmışlardır. Burjuvazi bu sınıflara karşı verdiği mücadelede ihtiyaç duyduğu halk yığınlarının desteğini alabilmek için kendi öz sınıfsal çıkarlarını ideolojik bir örtüyle evrensel çıkarlar olarak sunmuştur. Bu zaten sınıf mücadelelerinde tüm sömürücü sınıfların temel bir özelliğidir. Hiçbir egemen sınıf “ben kendi sınıfsal çıkarlarım için mücadele ediyorum” demez. Bunun yerine “Tanrının buyruğu bu” der, “insanlar hür doğar ve eşittirler” der, “doğal hukuk” der, “egemenlik milletindir” der vs.
Sınıflar arası mücadeleler için geçerli olan bu ilke, sınıflar içi kesimsel çıkar mücadeleleri için de geçerlidir. Yeni anayasa bağlamında yapılan tartışmalarda da bu açıkça görülüyor. Bu tartışmada ne AKP sermayenin sözcüsü olarak “ben daha fazla iktidar istiyorum” diyor, ne de bürokrasi “ben ayrıcalıklarımın sürmesini istiyorum” diyor. Bunun yerine AKP “egemenlik milletindir”, bürokrasinin sözcüleri ise “iktidarların denetlenmesi gerekir” diyor. Gerçekte ne egemenlik milletindir ne de asıl denetleyici olması gereken halkın bir denetimi söz konusudur.
Bu tür argümanlar aşağı yukarı evrensel argümanlar olup, burjuvazinin tarihsel yükseliş yüzyılları boyunca verdiği mücadeleler içinde şekillenmişlerdir. Ama bu evrenselliğe rağmen hiçbir ülkedeki burjuva demokrasisi, devlet düzeni ve anayasa birbirinin aynı değildir. Çok geniş bir çeşitlilik söz konusudur. Bu da doğal olarak soyut tektip normların değil son derece somut olan, derinliği, şiddeti ve biçimleri ülkeden ülkeye farklılaşan sınıf mücadelelerinin sonucudur. Anayasalar da esas olarak bu farklılıkları yansıtırlar.
Anayasalarda ifadesini bulan demokratik hak ve özgürlüklerin sınırları da bu şekilde belirlenir. Halk tipi burjuva devrimlerinin yaşandığı ülkelerde ve dönemlerde genellikle hak ve özgürlüklerin sınırı daha geniş olmuştur. Bu tür bir devrimin yaşandığı ve aynı zamanda ilk anayasanın da yapıldığı Amerika’da, örneğin anayasada halkın silahlanma ve yönetime karşı ayaklanma hakkı vardır. Bu tam da Amerikan devrimi sürecinde verilen somut siyasal toplumsal mücadelelerin bir sonucudur. İngiltere’de krallığın muhafaza edilip bir meşruti krallık devletinin kurulmasının, buna karşın Fransa’da krallığın yok edilip bir cumhuriyetin kurulmasının da sebebi bu iki ayrı ülkedeki sınıf mücadelelerinin şiddeti arasındaki farklılıktır. Fransa’da aristokrasinin daha uzlaşmaz bir tavır göstermesi nedeniyle burjuvazi daha ileri gitmek zorunda kalmış ve halk kitlelerinin sürece daha fazla dahil olmalarının yolunu açmak zorunda kalmıştır. Bu da sonunda, İngiltere’nin aksine, krallığın tarihe karışmasını ve cumhuriyeti getirmiştir. Bu da iki ülkenin son derece farklı anayasal yapılara sahip olması sonucunu doğurmuştur.
Burjuva egemenliğinin yapısı diğer sınıf egemenliklerinden farklıdır. Burada egemenlik krallıktan farklı olarak tanrıdan kaynaklanmaz, dünyevidir. “Egemenlik mülk sahipleri sınıfınındır” demenin burjuvazinin çıkarları açısından hiçbir rasyonelliği olamayacağına göre, “egemenlik milletin” olmuştur. Gerçekte egemen olmayan milletin öyle sanabilmesi için de burjuvazi temsili demokrasi mekanizmasını geliştirmiştir. Temsilciler halk tarafından seçilir, yani böylece güya iktidar halkın olur, ama bu temsilciler burjuvazinin işini görür! Sistemin özü budur. İşin özü bir aldatmaca olduğu için de, bunu sürdürmek ancak karmaşık, dolambaçlı, bürokratik mekanizmalarla mümkün olabilmektedir.
Diğer taraftan bu tür karmaşık bürokratik mekanizmalar, aynı zamanda, burjuvazinin kendi içindeki farklı kesimler arasındaki çekişmelerin kurallara bağlanması gereğinden de kaynaklanır. Çünkü burjuvazi kendi iktidarının kurulması için yürüttüğü devrimci seferberlik döneminin ardından, sömürünün ve sermaye birikimi sürecinin sorunsuzca hüküm süreceği bir düzen kurmayı ister. Burjuvazi, kendi içindeki farklı kesimlerin çekişmelerinin herkesin kabullendiği belirli kurallar çerçevesinde yürümesini ve düzenin bu nedenle sömürülen sınıflar karşısında zaafa düşmemesini ister. İşte anayasalar burjuvazinin bir yandan emekçi sınıfları kandırıp kendi egemenliğine ikna etmeye, diğer yandan da burjuvazi içindeki çelişkileri çözüme bağlamaya çalıştığı temel yazılı kurallar manzumesi niteliği taşırlar.
Özellikle emekçi sınıflar söz konusu olduğunda temsili burjuva demokrasisinin temel niteliği, halkın 4-5 yılda bir önüne getirilen birtakım adaylar arasından “temsilcileri” sadece seçmesidir. Halk kendi seçtiği bu “temsilcilerin” parlamentoda ne yapacağına karışamamakta, bunları denetleyememekte, dilediği an görevden alamamaktadır. Oysa gerçek bir demokrasinin bu unsurları içermesi yani bir doğrudan demokrasi olması gereklidir. Burjuva anayasalarda bu unsurlar bulunmaz.
Anayasa tartışmalarında sık sık geçen “kuvvetler ayrılığı” kavramı da halka yabancı bürokratik mekanizmaların temel bir formülünü oluşturur. Bir kurtlar sofrası düzeni olan burjuva düzende hem halkı hem de farklı burjuva kesimleri kontrolde tutmak için, özde bir olan devlet iktidarı biçimsel olarak parçalara ayrılıp yasama, yürütme ve yargı olarak değişik kurumlara dağıtılır. Genel olarak halka sadece yasama meclisindeki “temsilcileri” seçme hakkı tanınırken, bürokratik devlet yapısının diğer iki alanı halkın elinin erişemeyeceği bir konumda tutulur. İşin özünü değiştirmeyen başkanlık sistemlerini bir kenara bırakacak olursak, halkın memurları seçmesi ve denetlemesi mümkün değildir. Burjuvazi her nasılsa seçimlerden çıkıp hükümete gelen ve ama diyelim pek hoşuna gitmeyen bir partiyi işte bu tür mekanizmalarla denetim altında tutmaya çalışır. Türkiye’de Refah Partisinin ve devamında AKP’nin yaşadığı anayasa mahkemesi süreçleri ve cumhurbaşkanı vetoları bunun canlı bir somutlanışıdır.
Tümüyle sınıflar ve sınıf mücadeleleri gerçeğine bağlı olarak hayata geldikleri halde anayasalar baştan aşağı ideolojik metinler olarak sınıf gerçekliğini, sınıf çelişkilerini gizlemeye çalışırlar. Toplum sınıflardan oluştuğu ve toplumsal yaşam temelde bu gerçeklik üzerinde var olduğu halde anayasalarda sınıflar değil “yurttaşlar” vardır. Bugün yürüyen tartışmalarda geçen “ideolojisiz anayasa”, “renksiz anayasa” kavramları işin esasına indiğimizde temelsizdir. Mevcut anayasadaki Kemalizm göndermelerine karşı dillendirilen bu tezin kendisi ideolojiktir. Anayasada belirli bir ideolojinin adının anılmaması o anayasanın ideolojik boyutu olmadığı anlamına gelmez. Gerçekte “ideolojisiz anayasa” ile kastedilen ise burjuva liberal ideolojinin egemen olduğu bir anayasadır.
Bu ideoloji, anayasaları birer “toplum sözleşmesi” olarak sunar. Buna göre, toplumu oluşturan bireyler karmaşık toplumsal yaşantının düzenlenmesi için bir araya gelip anlaşarak bir “toplum sözleşmesi” oluştururlar ve bu çerçevede bazı haklarından feragat ederek bunları devlet denilen organizmaya devrederler. Ama bu tam bir safsatadır. Gerçekte devletler böylesi bir toplumsal karnavalla oluşturulmuş cici bir sözleşmeyle değil, kuvvetle, zorla, güç mücadelesiyle kurulurlar ve yıkılırlar. Devlet yönetimine esas olan kurallar, yani anayasalar da egemenliğe sahip olanların iradesini dayatmasıyla oluşturulur. Üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olan burjuva sınıf egemendir ve onun istediği olur. Hiçbir burjuva anayasada söz gelimi üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yasak olduğu ya da başkasını çalıştırarak onun emeğinin ürününe el koymanın yasak olduğu yazabilir mi? Elbette hayır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, gerçekte son derece somut mücadelelerin damgasını taşıyan burjuva anayasal esaslar soyut evrensel kurallar gibi sunulduğu için adeta değişmezlik halesine bürünmüşlerdir. Ama gerçekte anayasalar tam da gelişen sınıf mücadeleleri temelinde çok değişiklikler geçirmişlerdir. Esasen anayasalar, burjuva düzen istikrarlı olduğu oranda pek değişikliğe uğramadan varlıklarını sürdürebilirler. O yüzden örneğin yeryüzünün gelişmiş ve en büyük kapitalist ekonomisine sahip Amerika’da, ilk anayasa 200 yılı aşkın süredir fazla değişikliğe uğramadan yürürlüktedir. Anayasal belgeleri olmakla birlikte bir yazılı anayasası olmayan İngiltere’de de durum aşağı yukarı böyledir. Ancak kapitalizm doğası gereği krizler, savaşlar ve istikrarsızlık ürettiğinden genel olarak kapitalist ülkelerin büyük çoğunluğunda ciddi mücadeleler ve değişimler yaşanmış, buna bağlı olarak da defalarca yeni anayasalar ya da anayasa değişiklikleri yapılmıştır. Örneğin ABD’ye göre çok genç bir cumhuriyet olan Türkiye’de de dört kez yeni anayasa yapılmış (1921, 1924, 1961 ve 1982) ve bu anayasalarda da sayısız değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Yirminci yüzyıla girildiğinde burjuvazi artık tarihsel olarak gericileşmiş bir sınıftı. Ama aynı zamanda bu yüzyıl işçi sınıfının olağanüstü mücadelelerine de sahne oldu. Bu durum burjuva demokrasinin seyri açısından da çelişkili bir gidiş doğurdu. Bir yanda düzenin çürüme ve gericileşme eğilimleri nedeniyle siyasal gericiliğin ağır basması ve burjuva demokrasisinin kapsamını daraltma eğilimi, diğer yanda ise işçi sınıfının basıncı ve sıkıştırması nedeniyle genişletme eğilimi. Bu mücadeledeki sınıfsal güç dengesine bağlı olarak değişik ülkelerin anayasalarında kimi zaman gerici, kimi zaman ilerici düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin genel olarak işçi sınıfı bu yüzyılda iş güvencesi, emeklilik güvenceleri gibi birçok sosyal güvenceler kazanmış, yanı sıra genel parasız sağlık ve eğitim gibi kazanımlar elde etmiş ve kimi yerlerde bunları anayasal ilkeler haline getirtmiştir. Ama örneğin bunların elde edildiği Fransa’da, beri yandan, 1958 yılında Cezayir sorunu temelinde başlayan kriz nedeniyle işler bir darbe tehlikesine kadar varmış ve en sonunda özde gerici bir düzenlemeyle yürütmeyi güçlendiren yarı-başkanlık sistemine geçilmiştir.
Bütün bu örneklemeler başından beri işlediğimiz temel düşünceyi, yani burjuva anayasaların kutsal metinler olmayıp, aksine somut sınıf mücadeleleriyle belirlenen metinler olduğu düşüncesini kanıtlamaya yetmektedir. Veciz şekilde ifade etmek istersek, gerçekte en yüce yasa sınıf mücadelesi yasasıdır. Örneğin Ekim Devriminden doğan işçi devleti bu nedenle burjuva ikiyüzlülüğünü elinin tersiyle itip, kendi devletinin bir sınıf devleti olduğunu en baştan ilan etmiş ve ilk anayasası (1918) dahil kurucu metinlerinde bunu açıkça ortaya koymuştur. Devrimin ilk ve en önemli bildirgesinin adı Çalışan ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi olarak belirlenmiş, cumhuriyetin niteliği de İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti olarak ilan edilmişti.
İlk Sovyet anayasası devletin bir sınıf devleti olduğunu ilan etmekle yetinmiyor, devrimci Marksizmin tüm ruhunu yansıtarak, bu devletin geçici karakteri dolayısıyla son bulacağını ve sınıfsız ve devletsiz bir toplum olan sosyalizmin hedeflendiğini duyuruyordu: “Madde 9: Mevcut geçiş dönemi için hazırlanan Rus Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti anayasasının ana hedefi, burjuvaziyi tümüyle bastırmak, insanın insan tarafından sömürüsünü ortadan kaldırmak ve ne sınıflara bölünmenin ne de devlet iktidarının var olacağı sosyalizmi inşa etmek amacıyla, kent ve kır proletaryası ile en yoksul köylülüğün diktatörlüğünü güçlü bir Tüm-Rusya Sovyet iktidarı biçiminde kurmaktır.”
Aynı anayasa her türlü burjuva demokrasisinden bin kat daha üstün olan bir doğrudan demokrasiyi tarif ediyor, tüm görevlere seçimle gelindiğini, görevlilerin seçmenler tarafından her an görevden alınabileceğini, yöneticilerin ücretlerinin işçi ücretleri düzeyinde olacağını, mülk sahibi sınıfların tam silahsızlandırılması ve çalışanların silahlandırılmasına dayalı sosyalist bir Kızıl Ordunun kurulacağını kayıt altına alıyordu. İşte burjuvazinin temsili demokrasisi ile işçi sınıfının doğrudan demokrasisi arasındaki fark.
İşçi sınıfının öncelikleri
Tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi burjuva demokrasisinin ve anayasaların sınırlarını belirleyen, soyut ideal ilkeler değil, somut sınıf mücadeleleri olmuştur. Emekçi kitleler bastırdığı ölçüde demokrasi ve özgürlüklerin sınırları genişlemiş, aksi hallerde daralmıştır. Bütün mesele bu mücadele ve bu temelde oluşan sınıfsal güç dengeleridir. Bu nedenle, gerçekte burjuvazi için olduğu gibi, işçi sınıfı için de en yüksek yasa sınıf mücadelesi yasası olmalıdır. İşçi sınıfı sadece kendi gücüne güvenmeli, doğabilecek fırsatları da göz ardı etmeden esas olarak kendi mücadele ve örgütlülüğünü yükseltmeye bakmalıdır. Anayasada en âlâ özgürlükler yazılı olsa bile, esas olan, gerçek güç ilişkileridir. Zira uygulamada bunlar hayata geçirilmeyebilir. Bunun tek güvencesi işçi sınıfının örgütlü gücüdür.
Bugün işçi sınıfı siyasal olarak zayıf durumdadır. O nedenle anayasa değişikliği sürecine damgasını basacak yahut taleplerini burjuvaziye dayatacak bir durumu yoktur. Bu da değişikliklerin işçi sınıfının hak ve özgürlüklerinden ziyade, egemenler arasındaki mücadelelerle doğrudan bağlantılı hususlarda odaklanacağı anlamına gelecektir. Ama yine de işçi sınıfı doğabilecek birtakım avantajları sonuna kadar değerlendirmekten vazgeçemez. Yeni bir burjuva anayasa getirilirken işçi sınıfının dikkat kesileceği nokta, kendisini doğrudan ilgilendiren demokratik hak ve özgürlüklerdir. Sendikal ve siyasal alandaki her türlü yasak ve kısıtlamaların kaldırılması, sınırsız bir söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü taleplerinin özellikle öne çıkarılması gerekiyor. Burada işçi sınıfı açısından turnusol kâğıdı işlevi görecek birçok soru ortaya konabilir. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: Bakanlar kurulunun grev yasaklama ve erteleme yetkisine son verilecek mi? Sendikal barajlar kaldırılacak mı? Genel grev, hak grevi, dayanışma grevi, gösteri grevinin önü açılacak mı? Memur denilen kamu çalışanlarına grev ve toplu sözleşme hakkı verilecek mi? Kürt halkının en temel demokratik hakları tanınacak mı? Benzer türde somut sorular darbecilik ve 12 Eylülün hesabının sorulması bağlamında da sorulabilir. Anayasanın geçici 15. maddesi ortadan kalkacağına göre darbeciler yargılanabilecek mi? vb.
Bir halkoylaması süreci de öngörüldüğüne göre bu tür taleplerin sınıfın değişik kesimlerinde yankı bulması önem taşımaktadır. Bazı AKP sözcüleri anayasa taslağının “kahvelere ve köylere varıncaya kadar” toplumun her kesiminde yaygın biçimde tartıştırılacağını söylüyorlar. Sonuçta önümüzdeki süreçte şu ya da bu şekilde bir tartışma sürecinin yaşanacağı anlaşılıyor. Buna bağlı olarak, sınıf devrimcilerinin de çevrelerinde gerçekleşebilecek tartışma ortamlarını, sınıfsal talepleri yükseltmek ve sınıf perspektifini açıklamak üzere değerlendirmeleri önem kazanıyor.
link: Levent Toprak, Anayasa Sorununa Sınıfsal Bakış, 11 Eylül 2007, https://marksist.net/node/1627
Mevsimlik Umutlar
Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri