AKP hükümeti, iktidara geldiği ilk günden itibaren, neo-liberal kapitalist saldırı programının en kararlı uygulayıcısı oldu. Bu kapitalist saldırı programı, mali-sermayenin emperyalistleşme ve kapitalist dünyayla tam entegrasyon arzusuna bağlı olarak Türk ekonomisinde yapısal bir dönüşümü, kapitalist rasyonalizasyonu hedefliyor. Bu programın temel direkleri, bugüne kadar burjuva devletin tekelinde olan (ister sanayi ister hizmet sektöründeki) kârlı işletmelerin özelleştirilmesi; başta birçok tarımsal faaliyet alanı olmak üzere sübvansiyonlarla ayakta tutulan küçük üretimin tasfiyesi; devletin üstlendiği başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm sosyal hizmetlerin özel sektör lehine kârlı yatırım alanlarına dönüştürülmesi; ve son olarak da ekonominin her alanında sınırsız ve dizginsiz bir emek sömürüsünün önünü açmak üzere sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve esnek üretimdir. Tüm kapitalist ülkelerde, işçi hareketinin gelişmişlik düzeyine bağlı olarak farklı tempolarla da olsa yürütülen bu saldırı programı, AKP hükümetinin de temel yol haritasını oluşturuyor. İşçi hareketinin verili güçsüzlüğü ortamında AKP hükümeti bu programda ne denli mesafe kat ettiğiyle övünüyor. En başta da sağlık alanındaki “dönüşüm” programıyla ne denli büyük bir başarıya imza attığıyla böbürleniyor.
Sağlık alanındaki saldırı programının bir ayağı, yeni sosyal güvenlik yasasının kabul edilmesiyle başarıya ulaşmış oldu. Bu saldırı programının bir diğer ayağını da, ilk ortaya atılışı birkaç yıl öncesine denk düşmesine rağmen ancak bugün Meclise sevk edilmiş olan “Tam Gün” ve “Kamu Hastane Birlikleri” yasaları oluşturuyor.
Burjuvazinin saldırısı sürüyor
Bu yasalar, işçi sınıfının parasız sağlık hizmeti almasına dönük olarak doğrudan ve yeni bir hak gaspına yol açmıyor. Ancak, devlete ait sağlık kuruluşlarının işleyişinde kapitalist piyasa mekanizmasının çok daha belirleyici hale gelmesinin önü açılıyor. Bunun tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de kaçınılmaz sonucu, giderek daha da niteliksizleşecek ve giderleri artan ölçüde doğrudan emekçiler tarafından karşılanacak bir sağlık hizmetidir. Diğer taraftan, devlete bağlı sağlık kuruluşlarında ücretli emekçi olarak çalışanların (doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, laborantlar vb.) ücretlerinde, emekli maaşlarında, çalışma koşullarında ve belki de en önemlisi iş güvencesinde belli kayıplar söz konusu olacaktır.
Yasayla yapılan düzenlemelerin önemlice bir bölümü, sağlık emekçilerinin döner sermaye gelirlerinden alacakları payın düzenlenmesine ve ek ödemelerin bir tavan ücretle sınırlandırılmasına yöneliktir. Her şeyden önce belirtmek gerekiyor ki, sağlık emekçilerinin ek ödemeler dışarıda bırakıldığında aldıkları çıplak ücret, tıpkı işçi sınıfının diğer kesimleri için olduğu gibi, insanca bir yaşamı mümkün kılmayan bir düzeydedir. AKP hükümeti, bu durumu düzeltici tedbirler almak yerine, sağlık emekçilerinin önüne çok daha uzun sürelerle, çok daha yoğun ve tempolu ve çok daha rekabetçi bir ortamda çalışarak daha fazla “performans sergilemeyi” ve böylece daha fazla gelir elde etmeyi bir çözüm olarak sunuyor. Parça başı ücret sistemi, sağlık alanına da “performans sistemi” olarak çoktan uygulanmış durumdadır. Çalışma koşullarının düzenlenmesini, nitelikli bir hizmetin sağlanmasına değil daha fazla kâr etme güdüsüne endeksleyen bir sistemde, hataların artması ve dolayısıyla hastaların sağlığının tehlike altında olması da kaçınılmazdır.
Daha yüksek bir gelir elde etmek için daha fazla “tıbbi işlem” yapmayı güdüleyen bu sistem, sağlık hizmetlerinin niteliğinin daha da düşmesine, hastaların muayene süresinin azalmasına ve tedavi maliyetlerinin de kaçınılmaz olarak artmasına yol açmıştır. Üstelik ve sağlık emekçileri açısından en önemlisi, söz konusu ek gelirin, garantisiz, adaletsiz ve hiçbir şekilde emeklilik ücretine yansımayan bir gelir oluşudur. Dahası bu yasaya göre, söz konusu ek ödemeler, nöbet ücretleri de dâhil olmak üzere, tümüyle döner sermaye tarafından karşılanacaktır. Böylelikle devletin sağlık hizmetine ayırdığı bütçenin daha da küçültülmesi hedeflenmektedir ki, bunun pratikteki anlamı, devlete ait sağlık kuruluşlarının ayakta kalmak için emekçilerden aldığı katkı paylarının resmen ya da fiilen arttırılmasıdır. Dahası döner sermaye gelirlerinin bir sağlık kuruluşundan diğerine önemli oranda değişkenlik göstermesi, aynı işi yapan sağlık emekçileri arasında bile önemli bir gelir farklılığını ve dolayısıyla rekabet ve bölünmüşlüğü getireceği gibi, bu gelirden yoksun durumdaki sağlık emekçilerini düşük bir çıplak ücretle baş başa bırakacaktır. SES İzmir Şubesinin yaptığı bir araştırmaya göre, döner sermayeden performansa göre pay alma sistemi, doktor-hemşire arasında 25 kattan fazla, doktor-doktor arasında ise 10 kattan fazla bir gelir uçurumunun doğmasına yol açabilmektedir.
Yasanın getirdiği önemli bir düzenleme de, 160 saatlik aylık çalışmanın yanı sıra 130 saat “nöbet” ve 120 saat de “icap nöbeti” adı altında olmak üzere insan sınırlarını aşan bir “fazla mesai”nin mümkün kılınmasıdır. Bu düzenleme, ILO’nun bir yıl için öngördüğü 270 saatlik fazla çalışma sınırını bir ayda doldurmaya aday gözüküyor. Yanı sıra çok açık bir hak gaspı, radyasyonla çalışan sağlık emekçilerinin maruz kaldıkları yıpranma nedeniyle sahip oldukları kısa çalışma hakkının tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu alanda çalışan emekçiler şu an olduğu gibi günde 5 saat yerine, yasanın çıkmasıyla günde 8 saat çalışmak zorunda kalacaklardır.
Bu yasayı, devlete ait hastaneleri tümüyle kapitalist bir işletme haline dönüştürüp sağlık hizmetlerini taşeron şirketlere devretmeyi mümkün kılan “Kamu Hastane Birlikleri Yasası”, özel sağlık sektöründe tekelleşmeyi aralayan “Ayakta Teşhis ve Tedavi Merkezleri Yönetmelik Taslağı” ve “İstihdam Paketi”yle birlikte düşündüğümüzde, güvencesiz çalıştırmanın (taşeron, vakıf, dernek, sözleşmeli, 4/B, 4/C gibi çalışma biçimleri) hedeflendiği çok açıktır. Halihazırda devlete ait sağlık kurumlarında çalışan sağlık emekçilerinin neredeyse yarıdan fazlası kadrosuz ve güvencesiz çalışma biçimlerine tâbi hale gelmiştir. İş güvencesinin ortadan kaldırılması sürecine paralel olarak sağlık emekçilerinin sendikal örgütlenme ve mücadelesinin tasfiyesine dönük saldırıların da arttığına dikkat çekelim.
Amaç ne?
Tam gün yasa tasarısında, tıp fakültelerinde, “ek ödemeler” ve nöbet ücretlerinin yanı sıra, kurumun ihtiyacı olan mal ve hizmet alımlarının, bakım onarımın, yönetici paylarının ve araştırma projelerinin finansmanının da döner sermaye gelirlerinden karşılanması öngörülüyor. Konunun uzmanları, yasayla beraber yalnızca bütçeden aldığı pay değil döner sermaye gelirleri de azalacak olan üniversite hastanelerinin hızla çöküşe sürükleneceğini belirtiyorlar. Böylelikle üniversite hastaneleri, “Kamu Hastane Birlikleri Yasası”[1] aracılığıyla giderek “eğitim ve araştırma hastanesi” statüsüne oturtulan devlete ait “hizmet hastaneleri”yle birlikte “özerk sağlık işletmeleri” çatısı altında toparlanacak ve bu yapı süreç içerisinde büyük oranda özelleştirilecektir. Daha şimdiden “üç basamaklı” sağlık sisteminin sağlık ocaklarından ve “hizmet hastanelerinden” oluşan ilk iki basamağı tasfiye sürecine sokulmuş ve böylelikle yaratılan boşluktan özel sağlık kuruluşlarının muazzam kârlar sağlaması mümkün kılınmıştır. Örneğin Ankara’da Sağlık Bakanlığı’na bağlı 15 eğitim ve araştırma hastanesine karşılık sadece 1 tane hizmet hastanesi kalmıştır. Diğer taraftan bu süreçte yalnızca iki yılda özel hastanelerin sayısı 15’ten 25’e yükselmiştir.
TÜSİAD’ın hazırladığı “Türkiye İçin Yeni Bir Fırsat Penceresi: Tıp Turizmi” adlı raporda, 2012’de 100 milyar dolara çıkması beklenen dünya tıp turizmi cirosundan en az yüzde 10 pay alınması için yapılması gerekenler ortaya konuluyor. Kuşkusuz bu gerekliliklerin başında sağlık hizmetlerini yabancı “turistler” açısından çok daha ucuz hale getirmek (yani mümkün olduğunca ucuz ve büyük bir sağlık işgücü havuzu oluşturmak) geliyor. Tıp turizminden hedeflenen bu 10 milyar doların yanına, 2009 yılı sonuna kadar 56 milyar dolar olacağı öngörülen toplam sağlık harcamalarını da eklersek, gerek yerli sağlık ve ilaç tekellerinin gerekse de uluslararası tekellerin kabaran iştahını anlamak daha mümkün hale geliyor.
Demek ki, sağlıkta dönüşüm olarak adlandırılan saldırı programının parçası olan bu ve ardından gelecek yasaların birbiriyle bağlantılı üç amacı bulunuyor. Birincisi; parasız sağlık hizmetinin tasfiyesi, devlete ait sağlık kurumlarının tümüyle özelleştirilerek sağlık alanının yerli ve yabancı büyük sermaye açısından kârlı bir yatırım alanı haline getirilmesi ve böylelikle bütçeden bu kamu hizmetine ayrılan kaynakların da büyük sermayeye farklı biçimler halinde aktarılması. İkincisi, sağlık emekçilerini, iş güvencesinden yoksun, sözleşmeli, esnek çalışmaya uyum sağlamış ucuz işgücü haline getirmek. Bu hedefe, sağlık emekçilerinin haklarının gasp edilmesiyle, sağlık alanındaki emek arzını arttırarak rekabetin körüklenmesiyle ve işe yeni başlayacak sağlık emekçilerinin daha baştan ağır çalışma koşullarına mahkûm edilmesiyle ulaşılmak isteniyor. İşin üçüncü bir boyutunu da, yerli ve yabancı sermayenin talepleri doğrultusunda sağlık alanında tekelleşmenin önünün açılması oluşturmaktadır. Genel Sağlık Sigortası yasasıyla, özel muayenehaneler SGK’nın sözleşme kapsamının dışında bırakılmıştı, şimdi de özel polikliniklerin sözleşme sisteminin dışına çıkartılması gündemdedir. Eczanelerden muayenehanelere kadar son derece yaygın olan küçük-burjuvaların işletmelerinin tasfiye edilerek, bu alanda dönen paranın[2] da büyük ilaç perakendecilerine ve sağlık tekellerine aktarılması ve bağımsız küçük-burjuvalar konumundaki eczacı ve doktorların da proleterleştirilerek büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda bu ucuz işgücü havuzuna dâhil edilmesi amaçlanmaktadır. Bunlardan ilk ikisi proletaryanın mücadele başlıklarını oluştururken, üçüncüsü, sağlık alanındaki küçük-burjuvaların veryansın etmesine yol açıyor.
Tam Gün Yasası ve küçük-burjuva eleştiriler
“Kapitalizmin genel gelişme eğilimi, geleneksel küçük-mülk sahibi sınıfları proleterleştirmek ve kentin meslek sahibi okumuşlarının ayrıcalıklı konumuna son vermek yönündedir. … Lenin, kapitalist gelişmenin insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırdığına ve okumuş kesimler için büyüyen bir talep yarattığına değinir. Bu kesimler, kapitalist gelişme onların bağımsız pozisyonunu ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standartlarını düşürdüğü için nesnel olarak işçi sınıfına bağlanırlar. Ama, ilişkileri ve dünya görüşleri bakımından burjuva düzenden kolay kolay kopamazlar. … Okumuş kişiler nesnel açıdan işçileştiklerinde bile, genelde kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmemekte fazlasıyla direnirler. İşçilere oranla üstün bir konuma sahip oldukları düşüncesiyle böbürlenir, burjuva düzene çok daha derinden görünmez binbir iplikle bağlı bulunur ve yaşamlarını çoğunlukla burjuvalaşma hayalleri temelinde sürdürürler.” (Elif Çağlı, Küçük-Burjuvanın Anatomisi, MT, Aralık 2006)
AKP hükümeti, her zamanki taktiğiyle, bu saldırı yasalarını da, sanki halkın çıkarınaymış gibi göstermeye çabalıyor. Bu yasanın AKP tarafından “Tam Gün Yasası” olarak adlandırılması, hastane kapılarında doktor aramaktan bunalmış emekçileri aldatıp onların desteğini almaya dönük bir manevradır. AKP, TC’nin bugüne kadar izlediği ucube sağlık politikalarının ve halkı canından bezdiren sağlık sistemindeki aksaklıkların yanı sıra doktorların sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını yıllardır fazlasıyla istismar etmiş olmalarının emekçilerde yarattığı son derece haklı tepkiyi de suiistimal ediyor. Yoksul halkın haklı nefretini kazanmış uygulamalara ve istismarlara son vereceği iddiasıyla, sağlık emekçilerinin sendikal örgütlülüğüne, iş güvencesine, sosyal haklarına ve ücretlerine saldırmakla kalmıyor, parasız sağlık hizmetini ve bu hizmeti veren sağlık kurumlarını kapitalist piyasanın insafına ve dolayısıyla süreç içerisinde fiilen tasfiyeye mahkûm ediyor. Her zamanki gibi emekçilerin ağzına bir parmak bal çalarak onları aldatmaya, kaşıkla verir gibi yapıp kepçeyle almaya çalışıyor.
Öte yandan, bu yasaya karşı olduklarını belirten kimi “sağlıkçılar”ın açıklamalarının işçi sınıfının bakış açısıyla hiçbir ortak yanı bulunmuyor. İşçi sınıfının bakış açısından değerlendirildiğinde, gerek Tabipler Birliğinin gerekse de tabip odalarının bu yasaya karşı yaptıkları açıklamalarda doğrular ile yanlışlar iç içe geçmekte, sorun kapitalist sistemin işleyiş yasalarından değil de yalnızca AKP hükümetinden kaynaklanıyormuş gibi sunulmaktadır.
Bu yasaya yönelik eleştirilerin çoğu, başta uzman doktorlar olmak üzere çeşitli tıbbi meslek sahiplerinin küçük-burjuva sınıfsal ayrıcalık, olanak ve konumlarının savunulup korunması noktasına indirgenmektedir. Ücretli çalışan, işçi sınıfının bir parçası olan ve çoğunluğu oluşturan doktorların proleter çıkarlarının savunusu yerine, azınlık durumunda ve küçük-burjuva konumdaki doktorların ayrıcalıklarının savunusu öne çıkartılmaktadır.[3] Tıbbi mesleklerin yüceliğinden, ne denli özverili bir çalışma gerektirdiğinden, tıp etiğinden, tıp eğitiminin zorluklarından ve kahırlarından vb. dem vurarak sahip oldukları maddi ve manevi ayrıcalıklı toplumsal statüyü meşrulaştırma ve koruma çabaları, loncavari bir küçük-burjuva duruşun ifadesidir.
Yasayla, devlete ait sağlık kuruluşlarında çalışan doktorların, muayenehanelerde ve özel sağlık kuruluşlarında çalışması yasaklanıyor. Bunun anlamı, muayenehane ya da poliklinik sahibi küçük-burjuva ve burjuva doktorların konumuna müdahaledir. Bir tercih yapmak zorunda bırakılmalarından ötürü, “muayenehanemden de vazgeçmem” itirazını yükseltenlerin, görev yaptıkları devlet hastanelerini kendi özel muayenehaneleri için bir müşteri bulma kanalı olarak gördükleri hiçbir emekçi için bir sır değildir. Bu durum doktorlara dönük haklı bir tepki yarattığı gibi, bizzat bu meslek sahipleri arasında da sınıfsal ayrımlar (proleter, küçük-burjuva ve burjuva doktorlar), rekabet ve bölünmüşlük yaratmaktadır.
Bu müdahalenin büyük sermayenin çıkarları adına yapılması, işçi sınıfının illâ ki bu müdahaleye karşı çıkması gerektiği anlamına gelmiyor. Söz konusu olan, proleterleşme sürecinin bir biçimde ilerlemesidir ki, işçi sınıfının bu duruma gözyaşı dökmesi beklenemez. Oysa değindiğimiz kimi “tıp çevreleri”, özel muayenehanelerin de paralı sağlık anlamına geldiğini unutturmak istercesine, bu maddeyi “SGK rezaleti dışında çözüm aranırsa özel hastanelere, sağlık tekellerine mahkûmiyet” şeklinde yorumlamaktan çekinmiyorlar. Bu maddeye karşı TTB bildirisindeki bir diğer itiraz ise “hekimlerin bağımsızlıklarını koruyabilecekleri iş olanaklarını ortadan kaldırdığı” argümanına dayandırılıyor; “doktorların düşük ücretle çalışmaya zorunlu işçilere dönüştürülmek istendiği” belirtiliyor. Bu bakış açısının da bilimsel hiçbir değeri yoktur. Bıraktık işçilere dönüştürülmek istenmesini, ister özel sektörde hastanenin patronundan ister devlete ait sağlık kurumlarında devletten almış olsunlar, belirleyici gelirleri aldıkları ücret olan doktorlar da tıpkı sağlık alanındaki diğer çalışanlar gibi zaten işçi sınıfının bir parçasıdırlar:
“Yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar.” (Elif Çağlı, Büyüyen İşçi Sınıfı, Tarih Bilinci Yay., s.95-6)
Demek ki, sınıf bilinçli işçiler açısından, “bağımsızlıklarını koruyabilecekleri bir iş olanağı”, olsa olsa gerici bir düştür. Görülüyor ki, TTB bildirisi, küçük-burjuva konumun sözcülüğünü üstlenmektedir.
Yasayla getirilen düzenlemelerden biri de yabancı uyruklu doktorlara ya da eğitimini yurtdışında almış TC uyruklu doktorlara da çalışma hakkının sağlanmasıdır. Beklendiği gibi, tıp çevreleri bu maddeye de karşı çıkıyorlar. Bu vesileyle benzer bir itiraz da, tıp fakültesi kontenjanlarının arttırılmasına dönük olarak ileri sürülüyor. Her ikisine de, tıp hizmetlerinin niteliğinin düşeceği gerekçesiyle itiraz ediliyor, sanki bu ülkede çok yüksek nitelikli bir tıp eğitimi ya da sağlık hizmeti söz konusuymuşçasına. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesinin mezuniyet töreninde, okul birincisinin yaptığı konuşma, tıp eğitiminin ve dolaylı olarak da sağlık hizmetlerinin durumunun vahametini yeterli açıklıkla sergiliyor. Konuşmada belirtildiğine göre, öğrencilerin yaptıkları ankette, “kendi döneminizden bir hekim arkadaşınıza anne babanızı emanet eder misiniz?” sorusuna, doktor adaylarının ancak yüzde 1’i evet yanıtını vermiş. Eğitimin esas olarak öğretim üyeleri tarafından değil, asistanlar tarafından verildiğinin belirtildiği konuşmada şu soru soruluyor: “Bu fakültenin öncelikli amacı hekim yetiştirmek değil midir? O zaman neden bazı polikliniklerde hiç hoca görmeden, sabahtan akşama kadar sadece asistan hekimlerle hasta bakıyoruz? Neden bazı bölümlerde öğrenci pratiklerini öğretim üyeleri yerine asistanlar yaptırıyor? Bizler burada hastanenin iş yükünü azaltmak için mi varız? Bedava işgücü olarak mı görülüyoruz?” Bu soruların cevapları bellidir ve bu olguların üzeri örtülerek ya da bu olgularla kapitalist sistem arasındaki bağın üzerinden atlanarak getirilecek itirazların, emekçilerin gözünde bir kıymetinin olmayacağı da aşikârdır.
Bıraktık sağlık hizmetlerinin bu ülkede son derece niteliksiz oluşunu, birçok kentte (özellikle de Kürt illerinde) hastanelerde doktor bulmak bile mümkün değildir. Bu ülkede 1000 kişiye düşen doktor sayısı ortalama 1,4’tür ve bu sayıyla Türkiye 53 Avrupa ülkesi arasında 52. sıradadır. Üniversitelerin altyapıları ve kadro birikimi yetersizse (ki öyledir), talebimiz tıp fakültelerinin kontenjanlarının arttırılmaması değil, bu yetersizliğin giderilmesi için devlet bütçesinden eğitime ayrılan payın misliyle arttırılması olmalıdır. Burjuvazi yerli doktorların çalışma ve yaşam koşulları üzerinde ucuz işgücünün yaratacağı bir basınç oluşturmak için yabancı doktorlara çalışma izni verilmesini gündeme getiriyorsa, biz yabancı sağlık işçilerinin çalışmasının yasaklanmasını değil, yerli doktorlarla birebir aynı koşullarda, aynı ücretlerle, aynı sosyal ve sendikal haklarla çalışmasını ve kuşkusuz tüm bu hakların çok daha geliştirilmesini talep ederiz. Aksi bir tutum düpedüz, her genç doktoru ya da yabancı doktoru yeni bir rakip olarak algılayan loncavari ve milliyetçi bir küçük-burjuva çizgiye denk düşecektir.
Ayrıcalıklı doktorlar, “üniversite hastanelerinde öğretim üyelerinin özel hasta muayenesinin ortadan kaldırılmasına” da karşı çıkıyorlar. Öğretim üyelerine, üstelik de “kamusal” kaynaklar kullanılarak tanınan bu ayrıcalığı savunmak, işi açıkça pişkinliğe vurmak demektir. Kimin malıyla kim kimi muayene ediyor da, bu han-ı iştihanın devamını savunmak mümkün olsun? Sosyalistler böylesi bir ayrıcalığın devamını savunabilirler mi? Bizim bu maddeye tek itirazımız, tanınan istisnaya dair olabilir ancak: bizler, TSK mensubu doktorların “çalışma saatleri dışında meslek ve sanatlarını serbest olarak icra edebilecekleri” şeklinde bir istisna getiren yasa maddesinin de derhal geri çekilmesini talep ederiz. AKP hükümeti, açıkça TSK mensubu doktorları yasa maddesinde istisna sayarak orduya selam durmuş, askerlerin ayrıcalıklarına dokunmamıştır.
160 yıldan fazla bir süre önce, Marksizm, kapitalist üretim ilişkilerinin, kutsal sayılan mesleklerin başlarındaki o haleyi nasıl söndürdüğünü Komünist Manifesto’da şöyle açıklamıştı: “Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil ve romantik ilişkilere son verdi. … Kişisel değeri, değişim değerine indirgedi, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.”
Proletaryanın saflarındaki yerinin farkında olan sağlık emekçileri, kapitalizme karşı sınıf mücadelesindeki yerlerini alıyorlar. Bırakalım, halelerini yitirmiş olmalarına rağmen halen kendilerinin nurlu varlıklar olduğunu sananlar küçük-burjuva ayrıcalıklarını korumak için nafile çabalarına devam etsinler.
İşçi sınıfının bakış açısı
Bugün gündemde olan yasaların burjuvazinin saldırı programının bir parçası olduğunu söyledik. Dolayısıyla bu saldırı programına tutarlı olarak ancak işçi sınıfının bütününün çıkarlarını temel alan bir perspektifle karşı çıkılabilir. Böylesi bir perspektifin üç temel talebi vardır. Birincisi, sigortalı-sigortasız, işli-işsiz vb. her türlü ayrımın ötesinde emekçilerin bütününü kapsayan, her türlü sınırlandırmanın ve “katkı payının” dışlandığı tam kapsamlı bir genel sağlık sigortası ve nitelikli, ulaşılabilir ve parasız bir sağlık hizmeti. İkincisi, sağlık alanında çalışan tüm emekçilere insanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması ve her şeyden önce de grev ve toplusözleşme yapma hakkı. Üçüncüsü, tedavi edici hizmetlerle sınırlı ve buna odaklanmış bir sağlık sistemi değil, ana-çocuk sağlığına, iş güvenliği ve işçi sağlığına, sağlıklı beslenme koşullarına, temiz bir çevreye ve yaygın bir sağlık eğitimine dayanan koruyucu sağlık hizmetlerini temel ekseni yapmış, halkın ve sağlık emekçilerinin denetiminde bir sağlık sistemi.
Yasaya karşı yapılan protesto gösterilerinde, sağlık emekçilerinin sendikası olan SES şunları dile getirmektedir: “Ücretlerimizin iyileştirildiği; iş güvencesinin sağlandığı, sağlık alanındaki her türlü özelleştirmeye son verildiği, herkesin eşit-ücretsiz-nitelikli-ulaşılabilir sağlık hizmetinden yararlandırılmasının hak olarak tanındığı, kısıtlamaların kaldırıldığı; hastanelerin ve diğer sağlık kurumlarının giderlerinin bütçeden karşılandığı, donanım ve personel eksiğinin giderildiği; hizmet ve teşvik anlamında özel ve kamu bağının olmadığı, gerçek anlamda kamusal bir sağlık sisteminin uygulandığı ortamda; herkes için tam zamanlı çalışma olmalıdır”. Bu talepler doğru taleplerdir. Sağlık emekçilerinin bu taleplerini elde etmelerinin yolu militan bir sınıf mücadelesinden geçiyor.
Ancak unutulmamalı ki, kapitalist toplumda bu istemlerin hayata geçmesi doğrultusunda ne denli kazanım elde edilmiş olunursa olsun, bunun bir sınırı vardır. Sağlık ve sosyal güvence sorununun her yönüyle gerçek ve kalıcı çözüme kavuşabilmesi, kamu mülkiyetinden geçmektedir: “Ancak, burada söz konusu olan ‘kamulaştırma’, reformistlerin özelleştirmelere karşı ileri sürdüğü ‘kamuculuk-devletçilik’ anlayışından farklı bir kamulaştırmadır. Devrimci kamulaştırma ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ demektir. Devlet-özel ayrımı yapmadan kapitalistlerin elindeki tüm üretim araçlarının işyeri konseyleri eliyle işçilerin yönetimine geçmesi anlamına gelir. Sadece sağlık hizmetinin değil tüm insani ihtiyaçların adil bir bölüşümünün sağlanmasının önkoşulu da budur. Açıktır ki, bu tür bir kamulaştırma, işçi sınıfının iktidarı kendi ellerine almasını, yani bir toplumsal altüst oluşu, bir proleter devrimi gerektirir.”[4]
[1] Bu yasa ile devlete ait hastaneler “özerk” hale getirilerek kapitalist işletme anlayışına göre yönetilecek ve bu kurumlara yapılan genel bütçe katkısı ortadan kaldırılacaktır. Bu durum, işçi sınıfının bütünü açısından artan “katkı payları” anlamına, sağlık emekçileri açısındansa sözleşmeli, güvencesiz ve düşük ücretlerle daha fazla çalışma anlamına gelecektir ki, Tam Gün yasasının yaptığı düzenlemelerin temel eksenlerinden biri budur. Demek ki, bu iki yasa tasarısı, emekçiler aleyhine olacak şekilde birbirini tamamlamaktadır.
[2] 2008 yılında toplam sağlık harcamaları 30 milyar doları (yaklaşık 45 milyar TL) aşmıştır. Aynı yıl SGK’nın sağlık harcamaları ise 23 milyar TL civarındadır. Sağlık piyasasında dönen paranın yaklaşık yarısı ilaç harcamalarını içeriyor. Bu harcamaların da yaklaşık yüzde 20’si eczanelere kalıyor ki, bu miktar 3 milyar dolar civarındadır. Son dönemde çıkartılmaya çalışılan yasalarla, tıpkı perakende market zincirleri gibi perakende ilaç marketleri zincirlerinin de önü açılmaya çalışılıyor.
[3] TTB’nin verilerine göre, Türkiye’de yaklaşık 110 bin doktor vardır. Bu sayının yaklaşık 90 bini devlete ait sağlık kuruluşlarında, 20 bini ise tamamen özelde çalışmaktadır. Devlet memuru olarak çalışan 90 bin doktor içerisinde yaklaşık 20 bininin yarı zamanlı çalıştığı tahmin edilmektedir (muayenehane, kurum hekimi, işyeri hekimliği gibi). Bir başka deyişle, doktorların ezici bir çoğunluğu işçi sınıfının bir parçasını oluşturmakta ve en fazla beşte biri küçük-burjuva bir konumda bulunmaktadır!
[4] Sosyal Güvenlik Saldırısı ve SSK Sorunu, MT, Nisan 2005
link: Oktay Baran, Tam Gün Yasası, 3 Temmuz 2009, https://marksist.net/node/2163
Kürt Çocukları Soruyor: “Nerede Adaletiniz?”
Avusturya’dan Haberler