Sermaye sınıfının iktisatçıları, fiyat artışlarının ücretlerdeki artıştan kaynaklandığı yalanını ısrarlı biçimde tekrarlıyorlar. Onlara göre, sendikal hareketin “aşırı talepleri” fiyat artışlarını, enflasyonu ve hayat pahalılığını doğuruyor. Günümüzde bu yaklaşım neredeyse tüm ülkelerde benimseniyor ve enflasyonu düşürmek üzere ekonomiyi yavaşlatıp talebi kısmaya dönük önlemler alınıyor. Bunların başında da faizleri yükseltmek ve ücret artışlarını mümkün olduğunca durdurmak geliyor. Bu tedbirlerin emeğe karşı kapsamlı bir saldırı olduğu açıktır.
Enflasyon, iktisatçılar tarafından, bir ekonominin genel fiyat seviyesinin belirli bir dönem içerisinde sürekli ve genellikle istikrarlı bir şekilde artması olarak tanımlanıyor. Yani sadece istisnai bazı ürünlerin değil, ürünlerin çoğunun fiyatlarının artması ve bu artışın da anlık ya da geçici değil daha kalıcı olması gerekiyor. Esasen modern zamanlara ait bir olgu olan yüksek, genelleşmiş ve kronikleşmiş bir enflasyon olgusu, I. Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından kısa süreliğine ortaya çıkmış ama esas olarak II. Dünya Savaşını takiben tüm ülkelerde hüküm sürmeye başlamıştır.[1] Konumuz açısından bakıldığında, demek ki, hiç değilse 20. yüzyılın ortasına kadar ücret mücadeleleri yüksek ve kronik bir enflasyon yaratmamıştır. Bu, burjuvazinin ücret artışlarının fiyat artışlarına yol açtığı iddiasını (“ücret-fiyat sarmalı”[2]) çürüten önemli bir tarihsel kanıttır.
Tam da böyle olduğu için, klasik iktisatçıların ve sonrasında Marx’ın yaşadığı serbest rekabetçi kapitalizm döneminde, bu bağlamda tartışılan esas sorun, fiyatların neden azalma eğiliminde olduğuydu! Yani enflasyonun tam tersiydi! Marx geliştirdiği emek-değer yasası aracılığıyla bunun tutarlı bir açıklamasını yapmıştı. Buna göre, kapitalist teknolojik atılımlar emeğin verimliliğini arttırıp her bir metanın üretilmesi için gerekli toplumsal emek miktarında bir düşüşe yol açmaktaydı ki, bu da metanın değerinin de, eninde sonunda ona denk düşecek olan satış fiyatının da düşme eğiliminde olduğu anlamına geliyordu. Gerçekte ürünlerin değerlerinin (yani üretilmeleri için gerekli toplumsal emek miktarının) düşmesi anlamında bu süreç halen de işlemeye devam ediyor. Bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hiçbir şeyin ucuzlamadığı, tersine fiyatların nominal olarak sürekli arttığı doğrudur. Ama fiyatlara nominal değil de enflasyondan arındırılmış şekilde bakarsak, ya da eskiden olduğu gibi tüm fiyatları altın cinsinden ifade edersek bu ucuzlama gerçekliğini açıkça görebiliriz.[3] Sayısız pratik/güncel örnek arasından tek birini verelim: Geçmişte ortalama işçi aileleri için çok pahalı oldukları için lüks sayılan ürünler (beyaz eşyalar, televizyon ve radyolar, bilgisayarlar, cep telefonları vb) bugün sıradan ihtiyaçlara dönüşmüştür.
Bu takdirde şu soru anlamlıdır: Enflasyon olgusu neden kapitalizmin serbest rekabet dönemine bugünkü gibi damga vurmamıştır da, tekelci kapitalizm döneminde bu kadar öne çıkmıştır? Burjuva iktisatçılar, enflasyona dair geliştirdikleri teorilerde, kapitalizmin temel çelişkilerinin üstünü örterler; tekelci kapitalizmin çürüyen niteliğini göz ardı ederler, devletin izlediği politikaların burjuvazinin çıkarlarını koruma temelli olduğunu inkâr ederler. Oysa tam da bunların kopmaz parçası olan ya da onlardan türeyen çeşitli faktörler enflasyon olgusunun temelinde yatmaktadır: İktidarların karşılıksız para basmaları ve yoksullar aleyhine izlediği enflasyonist politikalar, dev tekellerin ekonomi üzerindeki belirleyici ağırlığı ve fiyatları şişirme çabaları, paranın değerli madenlerle ilişkisini aşındırıp sonra da yok eden uluslararası parasal sistemin yarattığı finansal istikrarsızlıklar, kredi sisteminin bireysel tüketicileri de kapsayıp alabildiğine yaygınlaşmasının doğurduğu dengesizlikler, finansallaşma, küresel düzeyde gıda ürünleri, petrol ve türevleri ile diğer sınai hammaddeler üzerinde devasa boyutlara ulaşan spekülasyonlar vb. Bu yapısal faktörlere ek olarak, savaş, doğal felâketler, iklim krizi gibi ekonomi-dışı olarak adlandırılan ama gerçekte kapitalizmin şiddetlendirdiği faktörlerden kaynaklı arz ve tedarik sorunlarını da göz ardı etmemeliyiz. Günümüzde tarihsel sistem kriziyle birleşip etkileri ayyuka çıkan bu arka plana başka faktörlerin de eklenmesiyle enflasyon dalgası küresel ölçekte yaşanmaktadır. Kapitalist iktidarların izledikleri parasal politikaların yanı sıra bilhassa daha geri ülkelerin ekonomilerindeki yapısal sorunlar enflasyonu daha da azdırıcı bir rol oynuyor. Dünyanın en büyük enflasyon oranlarından birine ulaşan Türkiye, bu durumun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor.
Bunları bir tarafa bırakıp kendimizi, burjuvazinin ücret artışlarıyla enflasyon arasında kurmak istediği zorunlu ilişkinin değerlendirmesiyle sınırlayalım.
“Ücret-fiyat sarmalı” yalanı
Vaktiyle sosyalistlerin hazırladığı DİSK’in sendikal eğitim kitaplarında bile, ücretler arttıkça fiyatların ve enflasyonun artmayacağı, ama patronların kârlarının azalacağı çok açık şekilde dile getiriliyordu. Ama bıraktık günümüzün sendikacılarını, sosyalist olduğu iddiasındaki kimi iktisat profesörleri bile, ücret artışlarının fiyatların artması sonucunu doğurmadığı fikrini benimsemeyip, burjuva görüşlere daha çok itibar ediyorlar.
Günümüz burjuva iktisatçılarının tamamına göre, ücret artışlarının enflasyonu arttırması teorik açıdan kaçınılmazdır. Hepsi de, bizzat kapitalist iktisadi yasalar çerçevesinde bunun böyle olduğunu söyleyeceklerdir. Kimisi “ücret-fiyat sarmalı” ifadesini ağzından düşürmezken, muhalif geçinen kimisiyse ücret artışlarının kaçınılmaz olarak enflasyona yansıyacağını ama bunun iddia edildiği kadar büyük bir katkı olmayacağını söylemekten öteye gitmeyecektir. Neo-liberaller, ücretlerle birlikte tüketim maddelerine olan talebin de artacağını, artan talep nedeniyle fiyatların da artacağını söylerler. Keynesçilerse ücretlerle birlikte maliyetlerin de artmasından ötürü fiyatların da artmak zorunda olduğunu ileri sürerler.
Burjuva iktisatçılara göre ücret de, tıpkı hammadde, ara maddeler ve makinaların aşınma payı gibi basit bir maliyet unsurudur. Hepsi de, günlük pratik içinde apaçıkmış gibi görünen bir noktadan hareket ederler. Buna göre, fiyatlar maliyet+kâr şeklinde belirlenir; yani maliyetin üzerine ondan tamamen bağımsız olarak belli orandaki bir kâr miktarının eklenmesiyle bir satış fiyatı belirlenmiş olur. Burada iki temel sorun vardır. Birincisi, fiyatı oluşturan toplamın bir parçası olan “maliyet”, gerçekte ürünün üretim maliyeti değil, onun kapitaliste kaça patladığıdır, kapitalistin cebinden çıkan miktardır! Oysa ürünün gerçek üretim maliyeti, onun toplamda ne kadar emeğe mal olduğuna eşittir. Kapitalist, çalıştırdığı işçilerin emeğinin bir kısmının karşılığını öderken, bir kısmına ise karşılıksız el koyar. Kâr denilen şey sonuçta bu ödenmemiş emeğin ürettiği değerdir. İşte sözkonusu fiyat formülünde bu sömürü tümüyle gizlenmiş olur. İkincisi, bu yaklaşımda maliyet ve kâr birbirinden bağımsız değişkenler olarak ele alınır. Kârın işçinin emeğiyle ilişkisi tümüyle kopartılmış olur. Maliyet kapitaliste bağlı olmayan bir değişken olarak görülürken, kâr onun keyfice belirlediği bir şey olarak resmedilir. Böylelikle, ücretler artarsa maliyet de artacağından, kârlarını korumak için kapitalistler de fiyatları arttırma yoluna başvururlar şeklinde bir sonuç kaçınılmazmış gibi sunulabilir hale gelir.
Son derece yaygın olan ve gerek gündelik yaşam içerisinde kendiliğinden edinilen gerekse de ortaokuldan başlanarak eğitim aracılığıyla topluma empoze edilen açıklama budur. Üstelik gerçek dünyada da işler bu şekilde yürüyormuş gibi görünür. Hakikaten de ister imalatçı olsun ister tüccar, irili ufaklı tüm kapitalistler işlerini yürütürken kendi hesaplarını bu mantıkla yaparlar. Maliyetleri parasal olarak hesaplamak kolaydır da, bunun üzerine konulacak kâr oranını saptamak gerçekten de kilit sorundur. İyi bir satış rakamı yakalamak için ne kadarlık bir kâr oranı saptanmalıdır? Bu nasıl belirlenecektir? İş yaptığı piyasada zaten yaklaşık olarak bilinen ve kabul gören bir kâr oranı söz konusudur, tam ayarı yapmak ise kapitalistin yapacağı deneme yanılmalara, onun ticari hünerine, rekabet gücüne vb. bağlıdır. Genel burjuva yaklaşım ve işlerin yürütümü bu şekildedir. Ama bu konunun özünün bilimsel bir açıklaması değil, olsa olsa görünen şeyin betimlenmesidir. Oysa görünen şey her zaman gerçekliğin kendisi değildir. Marx’ın dediği gibi, “şeylerin görünüş biçimleri ile özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi”.
İşler el yordamıyla bu burjuva yaklaşımla yürüyormuş gibi görünse bile (ki sonuçta nasıl bir kaos ve krizlere yol açtığı gayet iyi bilinmektedir), bu betimlemede ciddi sorunlar vardır. Yukarıda “belli bir kâr oranı” demiştik, bu “belli” nasıl belirlenmektedir? Piyasada “zaten bilinen ve kabul gören bir kâr oranı vardır” dedik de, bu nasıl oluşmakta, neden kabul görmektedir? Oluşmuş bu belli (yani aslında ortalama) kâr oranı kendini tüm kapitalistlere hangi mekanizmalar aracılığıyla dikte etmektedir ki, her kapitalist o ortalamanın üstünde kâr etmek için yırtınırken, çoğu bunu başaramamaktadır? Bir parantez açarak vurgulayalım: Engels, Kapital’in ikinci cildini yayına hazırladığında, onun önsözünde, tüm iktisatçıları, ortalama kârın oluşumu ve kendini dayatması olgusunu, tutarlı bir şekilde açıklamaya davet ederek, burjuva iktisatçılara meydan okumuştu. Hiçbiri bu meydan okumaya anlamlı bir cevap üretememişti. Bu soruya üstelik de emek-değer teorisi aracılığıyla yanıt üreten, Kapital’in üçüncü ciltteki analizleriyle Marx’ın kendisi olmuştur.
Devam edelim. İddiaya göre mademki kapitalistler kâr oranlarını korumak üzere ücret artışlarını fiyatlara kolayca ve keyfi şekilde yansıtabiliyorlar, o zaman birkaç soru daha soralım. Rekabetin olduğu ve çok sayıda kapitalistin iş yaptığı bir alanda, hangi oranda kâr edeceklerini patronlar kendi başlarına ya da diğer patronlarla bir araya gelerek daha baştan kararlaştırabilirler mi? Patronlar canları istediği zaman fiyatları arttırma gücüne sahipler midir? Eğer bu güce sahiplerse, fiyatları arttırmak için neden ücret artışlarını ya da enflasyonun yükseldiği bir ortamı bekliyorlar? Ve yine neden fiyatları keyiflerince arttırma yolunu tutmuyorlar da, ücretleri bastırmak için çaba gösteriyorlar? Kapitalistlerin tepkilerinde şahit olduğumuz şey hiç de böylesi bir rahatlık değildir: Genel bir ücret artışı anlamına gelen asgari ücretteki artışa da, belli bir işyerindeki işçilerin ücret artışına da patronlar canhıraş direnirler. Neden?
Burjuva iktisadın bu sorulara tatmin edici bir cevabı yoktur, olamaz da. Çünkü ister maddi ister hizmet şeklinde olsun ürünlerin fiyatının belirlenmesi hiç de yukarıda özetlediğimiz şekilde, her kapitalistin keyfince belirlenen ve maliyetten bağımsız bir kâr miktarıyla şekillenen bir fiyat = maliyet+kâr ilişkisi şeklinde gerçekleşmez.
Küçüğünden büyüğüne tüm kapitalist işletmelerin maksimum kâr peşinde koştuklarını, bunun en kolay gözüken yolunun da eğer mümkünse ya da mümkün olduğu ölçüde fiyatları arttırmak olduğu bilinen bir gerçektir. Fırsatçı her kapitalist bu yolu denemeye çalışır. Ama karşısına rekabet olgusu ve diğer kapitalistlerin daha düşük fiyatları çıkıverir. Kapitalist işleyiş, hele de tekelci aşamada, fırsatçılığı, vurgunu, yağmayı, ucuza kapatıp pahalıya satmayı vb. asla dışlamaz. Her kapitalist elinden geldiğince bunu yapmaya çalışır. Ama kapitalist işleyişi bunlarla açıklamak bilimsel bir yaklaşım değildir. Çünkü tüm bu vurgun çabaları, kapitalistler bunun farkında olsun ya da olmasın, nihayetinde kapitalist işleyişin temelinde yatan yasalarla sınırlanır. Esas olan da Marx’ın açığa çıkardığı o yasaları kavramaktır.
Marx’ın yaklaşımı
Marx, ücretler, fiyatlar ve kâr arasındaki ilişkileri, geliştirdiği emek-değer teorisi aracılığıyla eşsiz bir iç tutarlılıkla ortaya koymuş, konuyu tüm boyutlarıyla açıklığa kavuşturmuştur. Bunu yaparken, keyfi kabullerden hareket etmemiş, ekonomi-politiğin temel varsayımlarını (eşdeğerlerin değişimi ilkesi, sermaye ve emeğin serbest hareketi, rekabetin varlığı, arz ve talep ilişkisi, denge varsayımı gibi) veri alarak konuyu açıklayabilmiştir. Kapital adlı dev eserinin hazırlıklarını yürütürken, 1865 yılında I. Enternasyonal’in Genel Kurulunda yaptığı uzun sunumda, çeşitli alt başlıklarıyla emek-değer teorisini özetlemiş, işçi sınıfının iktisadi mücadelesinin önemi, anlamı ve sınırları konusundaki görüşlerini dillendirmişti. Daha sonra Ücret, Fiyat ve Kâr başlığıyla kitap haline getirilen bu sunumda, kârın kaynağı ve fiyatlarla ücretler arasındaki ilişki de ele alınıyor ve yukarıda özetlediğimiz burjuva görüşten hareketle ücret arttırma mücadelesinin gereksizliğini savunan John Weston adlı işçi önderinin iddiaları da eleştiriliyordu. Marangozlar sendikasının lideri olan Weston, ücretleri arttırmak istemenin boşuna olduğunu, çünkü kârlarını korumak için işverenlerin fiyatları arttıracağını, bunun da satın alma gücünü azaltacağını ve işçilerin başa döneceklerini savunuyordu.
Marx, bu burjuva fikrin aslında ekonomi-politiğin ilk büyük kuramcıları tarafından da reddedildiğini hatırlatır: “Ricardo’nun en büyük erdemi, 1817’de yayınlanan The Principles of Political Economy’de, herkesin kabul ettiği ve yinelene yinelene usanç veren «ücretler fiyatları belirler» safsatasını tepeden tırnağa yıkmak oldu; o safsata ki, Adam Smith ve onun Fransız öncelleri, araştırmalarının gerçekten bilimsel olan bölümlerinde onu boşlamışlar, ama yapıtlarının daha yüzeysel ve halka hitabeden bölümlerinde yeniden ele almaktan da geri durmamışlardır.”[4]
Weston’ın yaklaşımını sert şekilde eleştiren Marx, her şeyden önce şu noktaya işaret eder: İşçilerin ücret artışı talepleri, çoğunlukla, artan geçim araçları fiyatlarını (bir başka deyişle düşen reel ücretlerini) telafi etmek üzere ileri sürülür; yani genellikle ürün fiyatlarındaki artışa bir tepki olarak, onun sonucu olarak ortaya çıkar. Bir başka deyişle, ücret artışları sebep, fiyat artışları sonuç değildir, tam tersi geçerlidir. Marx’ın bu önemli tespitinden çıkan bir diğer sonuç da şudur: Güçlü bir sendikal mücadele aracılığıyla reel ücretleri giderek arttırmanın ve böylelikle de sömürünün sınırlanarak yok edilmesinin mümkün olduğunu vaaz eden reformist görüşler tümüyle yanlıştır. İşçi hareketinin çok güçlü ve ekonomik konjonktürün de uygun olduğu kısa dönemler bir tarafa bırakılırsa, sendikal mücadele, çoğunlukla, patronların reel ücretleri düşürme girişimlerine karşı onu koruma mücadelesidir.
Fiyatlar genel düzeyinde kalıcı bir artışı (enflasyon) yaratan şey ücret artışları olmadığı gibi ücretlerin düşürülmesiyle de fiyatlar azalmaz. Fiyatlardaki değişimi belirleyen başka faktörler vardır. İşgücünün değeri (yani işçinin ihtiyaç duyduğu geçim araçlarının toplam değeri) veri kabul edilirse, ürünün değerini değiştiren esas faktör, emek verimliliğindeki değişimdir. Bu noktada bir ürünün değeri ile piyasa satış fiyatı kavramları arasındaki farklılığı hatırlayalım. Ürünün değeri üretim sürecinin sonucunda belirlenmiş olur; piyasadaki satış fiyatı ise esasen arz ve talebe bağlı olarak değişim gösterir. Fiyat ürünün değerinin etrafında (kimi zaman altına düşecek, kimi zaman üstüne çıkacak şekilde) salınır. Ancak sermaye hareketliliği engellenmediği ve rekabet ortadan kaldırılmadığı sürece bu farklılık ilanihaye devam edemez. Kısa süreli dalgalanmaların ardından piyasa fiyatı ürünün değerine yakınsar. Arz ve talebin dengeye kavuştuğu noktada ürünün piyasa fiyatı, onun piyasa değerine denk düşer.
Hammadde, yardımcı maddeler, enerji vb. gibi girdilerin değerinin (ya da kapitalistin onları satın aldığı fiyatın) artması, ürünün değerinin (ve dolayısıyla fiyatının) artması anlamına gelirken, kapitalistin kâr oranının düşmesi sonucunu doğurur.[5]
Geriye ürünün (değerindeki değil) fiyatındaki değişimleri belirleyen iki temel etken kalır. Birincisi, arz veya talepteki değişim (ekonomik büyüme ya da küçülme, sınai çevrimin hangi aşamasında olunduğu gibi faktörler bu mekanizma aracılığıyla etkili olurlar). İkincisi de bizzat paranın kendi değerindeki değişimdir (karşılıksız para basılması, paranın değerinin diğer paralar karşısında düşürülmesi ya da arttırılması gibi).
Dahası, ücret artışları, belli durumlarda bir fiyat hareketlenmesinin kıvılcımı olarak iş görse de, sermaye ve emek bir alandan diğerine rahatça hareket edebildiği ve rekabeti ortadan kaldıran bir durum sözkonusu olmadığı sürece, bir süre sonra bu dalgalanma sona erecek, fiyatlar eski seviyelerine geri dönecektir. Bu süreçte esas değişim, sömürünün ve dolayısıyla toplam kârın azalması olacaktır. Tüm burjuvaların ve onların ideologlarının ücret artışlarına karşı çıkmalarının esas nedeni de zaten budur: Kârların düşmesini engellemek.
Konu sadece bir teorik inceleme konusu değildir asla. Sendikal hareketin doğru bir yönlendirmeye ihtiyacı vardır. Bu yüzden de Marx, yaptığı Ücret, Fiyat ve Kâr sunumunu, Enternasyonal’in üç karar almasını isteyerek bitirmişti. Bu karar önerilerinden ikisi şunlardı: “Birincisi. Ücret oranında genel bir yükselme, genel kâr oranında bir düşüşe yol açar, ama genel anlamda, meta fiyatlarını etkilemez. İkincisi. Kapitalist üretimin genel eğilimi, ücretlerin ortalama düzeyini yükseltmek değil, düşürmek yolundadır.”[6]
Marx’ın, bizzat ekonomi-politiğin kabullerine dayanarak belli bir soyutlama düzeyinde geliştirdiği teorik analizin, tarihsel verilerle de uyumlu olduğunu ortaya koyan çeşitli akademik çalışmalar yapılmıştır. O kadar ki, IMF’nin araştırma departmanlarında çalışan kimi iktisatçıların rapor ve araştırmaları bile, enflasyonist dönemlerde ücretlerin arkadan gelerek fiyatları yakalamaya çalıştığını, ücret-fiyat sarmalı denilen birbirini besleyen yükselme durumunun oluşmadığını ortaya koyuyor.[7] Marksist olmadıkları açık olan bu kurum ve insanların, Marx’ın konuyla ilgili düşüncelerini pratik verilerin analizi temelinde doğrulamak zorunda kalmaları çarpıcıdır.
Peki ya fırsatçılık, tekellerin etkisi ve yaptıkları fahiş zamlar vb?
Kapitalist açısından öyle olsa bile, gerçekte ücret artışlarının fiyatlara yansımak zorunda olmadığını gördük. Teorik olarak ya da kapitalizmin işleyiş yasaları bakımından durum budur.
Şurası çok açık ki, kapitalizmin işleyiş yasaları, belli kabullere ve varsayımlara dayanarak ulaşılmış soyutlamalardır. Gerçek hayatta bunlara hem iktisadi hem de iktisat dışı birçok başka faktör de eklenir. En başta da sınıf mücadelesi! Ücret artışlarıyla enflasyon arasındaki ilişki bir iktisadi matematiksel ilişki değil, esasen sınıf mücadelesi meselesidir. Zira meselenin özü, yaratılan toplam yeni değerin emek ile sermaye arasında nasıl paylaşılacağında odaklaşır ki, bu da sınıfların güç dengesine bağlıdır. Dolayısıyla aradaki ilişkiyi belirleyen faktörlerin başında da aslında sınıf mücadelesinin seyri, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi gelir. Buna genel olarak emekçi halkın kendi haklarını koruma, hak arama duyarlılığını, mücadele kültürü ve birikimini de eklememiz gerekir. Yukarıda zamlara karşı tüketicilerin göstereceği tepkinin önemli bir faktör olduğunu söylemiştik. Örneğin, Türkiye’de böyle tepkileri pek görmesek de birçok ülkede ciddi tepkiler yükselebilmekte ve hatta petrol isyanı, ekmek isyanı, elektrik isyanı vb. adlar takılan pek çok isyan patlak verebilmekte, sonuçta kapitalistlere geri adım attırılabilmektedir.
Bu siyasal ve toplumsal faktörlerin dışında, kapitalist iktisadi işleyişi somutta belirleyen önemli bir iktisadi faktör de, ekonominin iç yapısı ve gelişkinliği, kompozisyonu, rekabetin düzeyidir. Kuşkusuz devletin fiyatlara müdahale edip etmemesi, emek ve sermayenin serbestçe hareket edip edemediği gibi faktörler de temel belirleyicilerdendir. Bu açılardan bakıldığında, tekelci kapitalizm döneminde, tekellerin hem rekabet faktörünü hem de sermayenin hareket serbestisini önemli ölçüde etkilediği açıktır.
Büyük tekellerin, fiyatları belirleme konusunda küçük sermayenin asla sahip olamayacağı olanaklara sahip olduklarını ve kısa süreli de olsa büyük vurgunlar yapabildiklerini unutmamalıyız. Son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyada yaşanılan enflasyon dalgasının en önemli nedenlerinden biri de tekellerin spekülatif hareketleri ve yaptıkları fahiş zamlardır. Bu tekeller, eğer karşılarında ciddi bir sınıfsal direniş ya da devlet düzenlemesi görmüyorlarsa, en azından bir süreliğine, türlü bahanelerle kendi ürünlerinin fiyatlarına fahiş zamlar yapıp kârlarını şişirebilmektedirler. Bu bahanelerin başında da enflasyon ve ücret artışlarının geldiğini biliyoruz.
İşte burjuvazinin akademisyen ve teknokrat uşaklarının ücret artışlarıyla enflasyon arasında zorunlu bir ilişki olduğuna dair yalanlarla amaçladıkları şey, sermayenin kârlarını korumak ve kemer sıkma programlarına halkın rızasını sağlamaktır! Böylelikle, büyük tekellerin bir süreliğine de olsa keyfi biçimde arttırdıkları fiyatları makul ve mantıklı da göstermiş olmaktadırlar. Eğer tüketiciler bu zamlara seslerini çıkarmazlarsa, yalnızca tekellere değil, irili ufaklı tüm sermaye sahiplerine ürünlerinin fiyatını arttırma yolunu da açmış olurlar. Fırsatını bulduğunda hiçbir kapitalist vurgundan payına düşeni almaktan geri durmaz.
Ücret artışının fiyatlara yansımak zorunda olduğu görüşü bir kez kabul ettirildiğinde, yapılan fiyat artışları “makul sınırlarda” kaldığı sürece tüketicilerin tepkileri de dizginlenmiş olur; işin doğası gereği bu böyledir anlayışı yerleşmiştir bir kere. Alışkanlıkların ve geleneklerin gücüyle en küçüğünden en büyüğüne, ticaret erbabı da dâhil tüm kapitalistler ücretlerin arttığı bahanesiyle fiyatları arttırmaya girişirler. Tepki görmedikleri ve bu fiyatlardan satış yapabildikleri sürece de kapitalistler bu yöntemi uygulamaya devam edeceklerdir.
* * *
Unutmayalım ki, egemenlerin enflasyonla mücadele adına ileri sürdükleri programlar, sınıflar üstü ve tüm toplumun çıkarlarını hedefleyen programlar değildir, olamazlar da. Nitekim bugün karşımıza çıkarılan programlar da büyük sermayeyi korurken tüm yükü emekçilerin üzerine yıkan programlardır. Faizleri arttırarak, ekonomiyi soğutacaklarını, talebi düşüreceklerini ve dolayısıyla fiyatları gerileteceklerini söylüyorlar. Bu reçetenin doğru bir teşhise dayanıp dayanmadığını ve sonuç verip veremeyeceğini bir tarafa bırakarak söyleyelim ki, soğutacakları ekonomi nedeniyle işsizliğin artacağını ve işçilerin pazarlık gücünün daha da zayıflayarak gerçek ücretlerin düşeceğini gayet iyi biliyorlar. Acı reçeteyi içmek zorunda kalan yine tüm emekçiler olacaktır.
Nasıl ki işsizlik kapitalizmin kaçınılmaz bir parçasıysa ve bu sistem çerçevesinde yok edilemezse, enflasyon da tekelci kapitalist işleyişin ürettiği ve sistem içi çözümü olmayan illetlerden biridir. Belli bir düzeyde kontrol altında tutulan bir enflasyon, kapitalistlerin, özellikle de finans-kapitalin işine yararken, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçiler açısından yoksullaşma anlamına gelmektedir. Hal böyleyken, işçi sınıfının salt 2 ya da 3 yıllık toplu sözleşmeler aracılığıyla enflasyonun doğurduğu yoksullaşmayla baş etmesi mümkün değildir. Sendikal mücadelede bu sistemin temel çelişkilerini açığa çıkartan talepleri öne çıkarmak gerekiyor. Bu kapsamda, işsizlikle mücadele amacıyla, ücretler düşürülmeksizin işgününün kısaltılması ve mevcut işlerin çalışabilir durumdaki tüm işçiler arasında dağıtılması talebi hayati bir önem taşıyor. Bağlantılı olarak, sendikal örgütlülüğün önündeki tüm engellerin kaldırılması, toplusözleşme ve greve ilişkin tüm yasak ve sınırlamaların kaldırılması, asgari ücretin toplu sözleşmeyle belirlenmesi, toplusözleşme süreçleri devre dışı bırakılmaksızın ücretlerin sendikalarca belirlenen sürelerde enflasyon oranında arttırılması gibi talepler de benzer bir öneme sahiptir. Gerçeği yansıtan enflasyon oranlarının açıklanması için mücadele etmek de bu doğrultuda kaçınılmaz bir görevdir. Yoksulluğu daha da derinleştiren enflasyonist politikalara karşı olduğu kadar günümüzde güya enflasyonla mücadele için uygulanan kemer sıktırma politikalarına karşı da bu perspektifle kararlı bir mücadele yürütülmesi şarttır.
[1] Bu konuda çarpıcı veriler için bak: Anwar Shaikh, Kapitalizm, Kırmızı Yay., 2018, s.56-59
[2] Burjuva iktisadında bu kavram, “birbirini takip eden dört çeyrekten en az üçünde tüketici fiyatları ile nominal ücretlerin birlikte arttığı bir dönem” olarak tanımlanıyor.
[3] 18. ve 19. yüzyıllar boyunca fiyatlar bariz şekilde dalgalanarak aşağı doğru gelirken, ulusal para birimleri ile altın arasındaki sabit ilişkinin ortadan kaldırıldığı Bretton Woods’tan beri, bu fiyat dalgalanmaları da ortadan kalkmış, sürekli bir artış başlamıştır. Fiyatları altın cinsine çevirip baktığımızda ise fiyat dalgalanmalarının tekrar tüm çarpıcılığıyla ortaya çıktığını görüyoruz.
[4] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Sol Yay, 1999, s.30
[5] Marx, hammadde vb. girdilerin fiyatlarındaki değişimi 3. cildin 6. bölümünde ele alıyor: Kapital, c.3, Yordam Yay., s.114 vd.
[6] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, s.72
[7] Bu tip araştırmalarda ifade edilen görüşler IMF’nin resmi görüşleri olmuyor. Bunlar daha ziyade kendisini “muhalif” olarak gören araştırmacıların çalışmalarıdır. Örneğin, IMF araştırmaları kapsamında yayınlanan 2022 Kasım tarihli, “Ücret-Fiyat Sarmalı: Tarihsel Kanıt Ne?” başlıklı bir araştırmada, birçok gelişmiş kapitalist ülkede 1960’lara kadar uzanan oldukça uzun bir döneme ait iktisadi veriler analiz ediliyor. Sonuçlar kısmında şunlar söyleniyor: “Fiyatların ve ücretlerin sürekli hızlanması olarak tanımlanan ücret-fiyat sarmalını yakın tarihi kayıtlarda bulmak zordur. (…) Üstelik, reel ücretlerin önemli ölçüde düştüğü bugüne benzer dönemlere bakıldığında, ücret-fiyat artışının sürdürülebilir olduğunu bulmak daha da zordur. Bu durumlarda, nominal ücretler reel ücret kayıplarını kısmen telafi etmek için enflasyonu yakalama eğilimindeydi (…) Ücret artış oranları sonuçta gözlemlenen enflasyon ve işgücü piyasasındaki daralma ile tutarlı oldu. Bu mekanizma, ücret-fiyat sarmalı olarak nitelendirilebilecek kalıcı hızlanma dinamiklerine yol açmıyor gibi görünüyor.” (s.18) Ardından da vardıkları nihai sonuç ifade ediliyor: “Analizden çıkarılacak önemli bir sonuç, nominal ücretlerdeki ivmelenmenin, bir ücret-fiyat sarmalının oluşup kalıcılaştığının işareti olarak görülmemesi gerektiğidir. Aslında, tarih, enflasyon zirve değerlerden düşüşe geçerken, nominal ücretlerin ivmelenip artabildiğini göstermektedir. Gerçekte, geçmişteki benzer makroekonomik dönemlerden sonra, ortalama olarak, yaşanan şey de budur.” (s.18) Sözkonusu makalenin orijinali: https://www.imf.org/.../wpiea2022221-print-pdf.ashx
link: Oktay Baran, Ücret Artışları ve Enflasyon, 26 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8409
Asgari Ücretle Sefalete Mahkûmiyet