Nâzım Hikmet, 1949 kışında Bursa Hapishanesinden “Raşit, Evladım” diye başlayan bir mektup yazar yakın dostu Mehmet Raşit’e, bildiğimiz adıyla Orhan Kemal’e. Bu mektupla Nâzım Hikmet’in muradı, Orhan Kemal’in öykülerine ilişkin düşüncelerini, olumlu ve olumsuz eleştirilerini iletmektir. Fakat mektupta yer alan bazı satırlar edebi eleştiriler olmanın çok ötesindedir. Bir komünistin dünyaya, tarihe, olaylara, olgulara diyalektik yöntemle bakışını, hayat karşısında alınması gereken devrimci tutumu yansıtmaktadır. Nâzım Hikmet’in, güzelliğiyle yüreğini kabarttığını söylediği hikâyelerini vesile ederek Orhan Kemal’e yazdığı satırlar şöyledir:
“Senin bazı hikâyelerin, yalnız kederli değil, aynı zamanda ümitsiz. Zaten bilhassa son yıllarda, gayet malum sebeplerle, bilhassa da hikâyecilerimizde, bir temayül çoğalmaktadır. Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksettirmekte en ufak bir ihmal, insanlığı tek taraflı, tozpembe bir ışıkla vermek olur ve realiteden uzaklaşılır. Fakat bütün bunlara rağmen bu realite yine insanların eliyle daha iyiye, daha güzele doğru gelişme yolundadır. Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Bu bahsin üzerinde bilhassa duruyorum, çünkü fert olarak bir insanın ümitsizliğe kapılması, kapılmaması yalnız kendini ilgilendirir, fakat mesela insanların hastalıklara karşı mücadelelerinin boş bir gayret olduğuna inanan bir doktorun doktorluk etmeye nasıl hakkı yoksa bir muharririn de muharrirlik etmeye hakkı yoktur. … Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Aman evladım, kendini bundan sakın, daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın. İşte bu kadar.”
Nâzım bu satırları yazdığında uzun yıllardır hapistedir. Serbest bırakılması için yürütülen kampanyalar dönemin iktidarı tarafından görmezden gelinmektedir. O güne kadar iki dünya savaşını, çeşitli ülkelerde faşizmin yükselişini görmüş, örgütlü mücadelenin nice zorluklarını göğüslemiş, yoksulluk, acılar, ayrılıklar, hasretler çekmiştir. Dahası kalp hastalığı, yaşamını daha da zorlaştırmaktadır. Böylesi sınavlardan geçmiş bir insan olarak Nâzım Hikmet, derinden yaşadığı kederini, acısını haykırdığı nice şiir yazmıştır. Fakat diyalektik materyalizmi kendine rehber edinmiş bir komünist, bir devrimci sanatçı olarak tarihe salt kendi bireysel ömrünün sınırları içinde bakmanın yanlışlığını derinden kavramıştır. “Gelişen şeyin ümitsiz, sevinçsiz olmadığını” bildiğinden, yaşadığı zorlu hayata rağmen dostuna yazdığı gibi yaşamıştır. Pırıl pırıl parlayan sevincini, ümidini dostlarıyla ve tüm insanlıkla paylaşmıştır. Nâzım’ın satırları da yaşamı da kasvete, ümitsizliğe, kötülüğe, zorbalığa güçlü bir başkaldırıdır. İlkel tepki ve dürtülerle değil katı gerçeğin ta kendisiyle ve bilinçle tahkim edilmiş dünya görüşünün dışavurumudur.
Böyle olduğu için Nâzım Hikmet, tıpkı Yirminci Asra Dair şiirinde dile getirdiği gibi, yaşadığı asırdan korkmaz. Gelişmeleri, tarihsel akışı, realiteyi tek yönlü ele almaktan kaçınarak yirminci asrın sefil ve yüz kızartıcı olduğu kadar cesur ve kahraman olduğunu da vurgular. Özlemi çekilen yeni âlemin, yani sınıfsız ve sömürüsüz toplumun artık uzak bir geleceğin rüyası olmadığını, tarihsel sıranın o yeni âleme geldiğini anlatır. Kendine has vurucu dizeleriyle o âlem için dövüşmenin onurunu yaşadığını haykırır.
Bugün hayatta olsaydı Nâzım’ın yirmi birinci asrın sefilliği ve cesareti üzerine de nice mısralar yazacağı kesindir. Fakat aynı şekilde acılı, kederli olmak için pek çok neden olsa da ümitsiz olmak için tek bir neden bile olmadığını daha güçlü biçimde vurgulayacağı da kesindir. Çünkü yirmi birinci asır, yine Nâzım’ın dizeleriyle “gideni ve gelmekte olanı” en somut biçimiyle belirginleştiren bir tarihsel dönemdir.
Yirmi birinci asra ve tarihsel iyimserliğe dair…
Elif Çağlı, pek çok çalışmasında milenyum dönemeciyle birlikte içine girilen dönemi derinlemesine tahlil ederken Zamanın Ruhu adlı makalesinde 2000’li yıllarla beraber kapitalizmin tarihsel kriz dönemine girdiğini, bu dönemin kapitalizmin yaşlılık, tıkanma, çürüme, çıkışsızlık çağı olduğunu, dünyanın derin bir karmaşa dönemine girdiğini bir kez daha vurgular. Söz konusu makalede böylesi muazzam çatışmalı dönemlerin geniş yığınların ruh halini derinden etkilediğini hatırlatır. “Köhnemiş eski düzenden yeni bir düzene tarihsel geçiş döneminin toplumsal bilinç alanındaki yansımaları bağlamında” zamanın ruhunun çift yönlü işleyişine dikkat çeker. Buna göre madalyonun bir yüzünde kapitalizmin ayakta durmasının insanlığa ve doğaya bedelinin giderek daha fazla ağırlaşması gerçeği, Nâzım’ın sözleriyle, realitenin alacakaranlık, rezil, kepaze yönü vardır. Emperyalist güçlerin uzatmalı hegemonya kavgası, kendine özgü biçim ve tempoda devam eden Üçüncü Dünya Savaşının eklenen yeni halkalarla genişlemesi, dünyanın gözü önünde gerçekleşen katliamlar, ekolojik krizin neden olduğu felâketler, yaşanmaz hale gelen kaotik kentler, yükselen otoriter-faşist rejimler, hak ve özgürlüklerin yok edilmesi, yoksulluk, gelişen teknolojiye rağmen yüz milyonların en ilkel şartlarda yaşaması, uyuşturucu ve şiddetin yaygınlaşması, giderek büyüyen göç krizi, işsizlik, gelecek kaygısı ve daha nice büyük küresel sorunun toplumsal psikolojiyi ve tek tek bireylerin psikolojisini derinden etkilememesi düşünülemez. Kuşkusuz böylesi bir dönemde insanlığın yüz yüze olduğu sorunlar nicelerine çıkışsız, çözümsüz görünebilir, nice yürekleri ümitsizlik ve kasvetle doldurabilir.
Fakat madalyonun öbür yüzünde tam da bu koşulların toplumsal hareketleri tetiklemesi, dünyanın dört bir yanında işçi ve emekçilerin çıkış arayışının, birleşme eğiliminin, isyanlarının büyüyüp yaygınlaşması gerçeği vardır. Milenyum dönemeciyle birlikte ülkeden ülkeye sıçrayan emekçi isyanları, kapitalist sömürüye, emperyalist savaşa, hak ve özgürlüklerin yok sayılmasına karşı işçilerin, gençlerin öfkeyle ayağa kalkması bunun işaretidir. Böylesi bir dönemde kapitalizmin yarattığı sorunların kapitalizm altında çözümünün olmadığı şüphesiz daha çok insanın bilincinde yer tutmaya, düne kadar uzak, keskin bir söylem olarak görülen devrim tek gerçek çözüm olarak sivrilmeye başlayacaktır. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı “ya sosyalizm ya yok oluş” ikilemi kendini dayattıkça bu ikilemin sosyalizm yönünde çözülmesi zorunluluğu kendini daha fazla dayatacaktır. Gerçeğin bu tarafını yok saymak körlüktür, tarih bilincinden yoksunluktur, burjuvazinin oyununa gelmektir. Nâzım Hikmet’in gerçeğin bu tarafını görmeyen ümitsizlerin muharrirlik etmeye hakkı olmadığını söylemesi gibi, bu ruh haline prim verenlerin de sınıf devrimciliği iddiasında bulunmaya hakkı yoktur.
Nitekim Elif Çağlı, “tarihte zorunlulukların yarattığı değişimde yalnızca birtakım kötülükleri gören biri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak demektir” der. İnsanlığın üretici güçlerinin gelişmesinin sınıflı toplumlar tarihinin bir ürünü olduğunu hatırlatır. “Diyelim sınıflı toplumlar gerçeği olmasaydı, bugün ilkel komünal toplum koşulları içinde yaşıyor olurduk. Oysa tüm kötücül sonuçlarıyla birlikte o sınıflı toplumlar tarihidir ki, bugün işçi sınıfını geleceğin üstün sınıfsız toplumunu kurabilecek potansiyellere sahip bir toplumsal güç katına yükseltebilmiştir.”[1] Devrimci Marksizmi kılavuz edinenler için meselenin bam teli işte budur. İşçi sınıfını böylesi bir toplumsal güç katına yükselten sınıflı toplumlar tarihi, “bizzat tarihi akışıyla realite”, bugün artık insanlığın içinde bulunduğu tarihsel dönemecin anlamını daha da belirginleştirmektedir. Tarihin “insanların eliyle daha iyiye, daha güzele doğru gelişme yolunda” olduğunu her fırsatta ve daha güçlü biçimde açığa vurmaktadır. Mevcut tablonun, günübirlik olanın ötesinde tarihsel akışa bakıldığında apaçık görünen gerçek budur.
Çünkü Çağlı’nın ifade ettiği gibi nasıl ki doğanın deviniminde kendini eninde sonunda kabul ettiren yasalar varsa, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları vardır. Somut yaşam alanında biriken çelişkiler eninde sonunda değişim yaratır. Yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını çelişkide bulur. Diyalektik yaklaşımın üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği açıklayabilmesidir. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür.[2] İnsanlık tarihinin bir evresi olan sınıflı toplumlar da geçicidir ve karşıtına, sınıfsız topluma dönüşme vakti gelmiştir.
Üretim araçlarını ve teknolojiyi muazzam boyutlarda geliştiren, üretimi toplumsallaştırıp dünya işçi sınıfını adeta tek bir üretim bandı haline getiren, sosyalizmin koşullarını hazırlayan kapitalizm tarihsel rolünü oynamış, ömrünü doldurmuştur. “Kapitalist üretim tarzının tarihsel gelişme dönemlerini ardında bırakıp köhnemeye başlaması ve çürümesiyle birlikte, nihayetinde süpürülme sırası tarihsel olarak burjuvaziye gelmiştir.”[3] Bu, tarihin kapitalizmin mezar kazıcısı olan işçi sınıfının önüne koyduğu güncel görevdir. İnsanlığın içinde bulunduğu tarihsel döneme damgasını vuran bu gerçek komünistlerin tarihsel iyimserliğinin kaynağıdır. “Bizim iyimserliğimiz uzun soluklu, ateşini çabuk gerçekleşmesi beklenen hayallerden değil, büyük tarih nehrinin akışını kavramış olmaktan alan tarihsel bir iyimserliktir. Dahası bu iyimserlik, her ne kadar temelde bir tarihsel mantığa dayansa da, karanlık henüz son bulmamışken de, somut gelişmelerle kendi doğrulamasını bulmaktadır.”[4]
İşte bu nedenle “burjuva düzenin insanlığı uçuruma sürükleyen ideolojik baskılarına boyun eğmek, tefessüh etmiş kapitalist zamanın ruhu önünde teslim olmak, insanın kendini insan yapan toplumsal özünden vazgeçip tamamen yalnızlaşması, zavallılaşması ve kapitalizm karşısında ruhsuz bir köleye dönüşmesinden başka bir anlam ifade edemez”[5] der Elif Çağlı. Ve toplumun bütünüyle yozlaşmaya teslim olan unsurlardan oluşmadığını, insanlık tarihinin hiç de “böyle gelmiş böyle gider” ekseninde yol almadığını tekrarlar. “En değişmez sanılan değişmekte, kitlelere derin bir umutsuzluk aşılayan en yoz toplumsal koşullar bitmeyecek bir yüzyıl karanlığı gibi sürüp dururken, kitlelerin tarih yapan balyozu karanlıkların üstüne inip yeni dönemleri başlatmaktadır”[6] der. İnsanlığın üzerine çöken karanlık ne denli koyu olursa olsun, burjuvazi işçi sınıfının kendi yaratıcı ve dönüştürücü gücünün bilincine varmasını engellemek için ne denli çabalarsa çabalasın, insanların zihinlerini, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında ne denli yanlış fikirlerle doldurursa doldursun sonuç değişmeyecektir. Son tahlilde tarihi yapanlar kitlelerdir ve şartlar yeterince olgunlaştığında kitleler yine tarihin dümeni başındaki yerlerini alacaktır. Önemli olan sınıf devrimcilerinin bu gerçeği zihinlerinin ve yüreklerinin en derinlerinde hissederek çalışmaya devam etmesidir. İçinde bulunulan tarihsel dönemde toplumun üzerine çöken karanlığa, kasvete yenik düşmeyi reddetmek, umudu ve direnci korumak, günün devrimci görevlerine odaklanmak asrın sefilliğini ortadan kaldırabilmenin, yaşanan acıları silebilmenin tek yoludur çünkü. Dahası bu, böylesi bir dünyada insan yaşamına anlam ve gerçek mutluluk katabilecek yegâne amaçtır.
link: Ezgi Şanlı, “Ümitsiz Olmak İçin Tek Bir Sebep Mevcut Değildir!”, 4 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8328
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /12
Kimin Ecdadına Vefa?