Faşist iktidar blokunun organize ettiği ırkçı güçler aynı anda harekete geçerek/geçirilerek önce sosyal medya hesapları üzerinden Kürtleri hedef gösteriyor, ardından hedef gösterilenler türlü baskılara ve şiddete maruz bırakılıyor. Düğünlerde veya sahillerdeki eğlencelerde çekilen halay görüntülerini servis eden trol hesaplar Kürtçe türkülerle halay çekilmesine, slogan atılmasına kin ve öfke kusuyor. Bu eğlencelerde hiçbir taşkınlık yaşanmamasına ve şikâyet olmamasına rağmen trol ordusunun ihbarları bir bardak suda fırtına koparıyor. İçişleri Bakanlığı ve polis de derhal harekete geçerek ortada herhangi bir suç olmamasına rağmen kadın erkek gençleri işkenceye maruz bırakıyor, tutukluyor.
Son bir hafta içinde Kürtçe türkü ve halaylarla örgüt propagandası yaptıkları, yasadışı slogan attıkları gerekçesiyle aralarında İstanbul, Mersin, Diyarbakır ve Van’ın da bulunduğu pek çok kentte onlarca kişi tutuklandı. Siirt’in Kurtalan ilçesinde bir düğünde Kürtçe müzik eşliğinde genç kadınların çektiği halay sosyal medya hesaplarınca “terör halayı” olarak lanse edildi. Tıpkı yıllar önce gençlerin üniversitelerdeki YÖK protestolarında çektikleri halayın YÖK Başkanı tarafından “ideolojik halay” denilerek yaftalanması, öğrencilerin cezalandırılması gibi bugün de çeşitli kentlerde çekilen halaylar terör halayı denilerek suç sayılıyor. Irkçı zihniyet her fırsatta boy gösteriyor. Siirt’teki 3 kız kardeş “terör halayı çektikleri” gerekçesiyle tutuklandı ve anneleri de ev hapsine mahkûm edildi. İki hafta önce akşam saatlerinde bu kez Mersin’de sahilde halay çeken gençlerin görüntüleri sosyal medyaya servis edildi ve polis 10 genci operasyonla gözaltına aldı. Gaziantep’te gözaltına alınarak Mersin’e getirilen gençlere yol boyunca polis aracında “Ölürüm Türkiyem” milliyetçi şarkısı dinletildi. Görüntüler aynı gün tüm medyaya zafer edasıyla servis edildi. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya sosyal medya hesabında “gereği yapıldı” notuyla asayişin berkemal olduğunu duyurdu. Peki, bu yaşananların ve gerçekleştirilen tutuklamaların 44 yıl önceki askeri faşist darbe mantığından bir farkı var mı? Faşist işkenceciler 12 Eylül askeri darbesinin ardından Diyarbakır Cezaevinde siyasi tutukluları teslim almak ve sindirmek amacıyla dışkı yedirmeye kalkışıyor, ırkçı marşlar çalıp söylüyorlardı.
Cumhuriyetin kurulmasından itibaren olduğu gibi 12 Eylül faşist rejimi Kürt halkının varlığını ısrarla inkâr ediyor, Kürtçe diye bir dil olmadığını ileri sürüyordu. Kürt halkı üzerinde yıllarca uygulanan ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını postalların ve silahların gölgesinde hınçla uyguluyordu. Aradan geçen zamanda darbecilerden hesap sorulmamasının da etkisiyle tüm siyasi iktidarlar Kürt halkının en temel demokratik taleplerine, paranoya haline gelmiş bölünme ve terörizm gerekçesiyle karşı durdu. Şoven histeri öyle bir aşamaya ulaştı ki örneğin tüm dünyada standartlaşmış “sarı-kırmızı-yeşil” trafik lambaları Kürt bayrağını çağrıştırıyor diye 90’lı yıllarda değiştirildi. Elbette yaşanan akıl tutulması bu tür örneklerle sınırlı kalmadı. Köylerin yakılması, yerleşim yerlerinin boşaltılması, yargısız infazlar, kitlesel tutuklamalar, OHAL ve benzeri baskılarla Kürt halkına adeta topyekûn savaş ilan edilmişti. Tüm bunların İsrail’in Filistin halkına uyguladığı vahşetten bir farkı var mıydı?
Kürt halkı direnerek zulme boyun eğmeyince zaman zaman Kürt sorununun “barışçıl” yöntemlerle çözümü adına kimi cılız adımlar da atıldı. Fakat genelde siyasi iktidarların kendi çıkar hesapları doğrultusunda attıkları bu adımlar her defasında boşa çıktı ve bir önceki dönemi aratmayan inkâr politikaları yeniden devreye sokularak sonlandırıldı. Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde de benzer şeyler yaşandı fakat bu süreç bizzat iktidar tarafından 2015’te kanlı bir şekilde sona erdirildi. O zamandan bu yana Kürt halkı üzerindeki baskının dozu her geçen gün arttı. AİHM ve AYM’nin tahliye kararı verdiği Selahattin Demirtaş uydurma gerekçelerle 50 yıldan fazla hapse mahkûm edildi. Açık ara farkla seçilen belediye başkanları görevden alındı ve yerine kayyumlar atandı. Abdullah Öcalan’a uygulanan görüş yasağı 41 aydır sürüyor. Çok sayıda Kürt genci Öcalan’a Özgürlük talebiyle yürüyüş ve eylemler düzenlerken bu eylemler de şiddetle bastırılıyor.
Halay çekenlere ve düğün müzisyenlerine saldırıların da gösterdiği gibi, faşist rejim akıl almaz saldırılarla Kürde kinini kusuyor. Van ve Diyarbakır sokaklarında yaya yolu üzerindeki Kürtçe uyarı yazıları siliniyor yerine ırkçı ifadelerin yer aldığı yazılar yazılıyor. Diyarbakır Valiliği, Büyükşehir Belediyesine gönderdiği bir yazıda Diyarbakır caddelerinde yaya şeritlerindeki Kürtçe “peşi peya – önce yaya” uyarılarının Karayolları Yönetmenliğine aykırı olduğu iddiasıyla kaldırılmasını istedi. Büyükşehir Belediyesi valilikten ilgili yönetmenliği talep ettiğinde herhangi bir cevap alamadı. Bunun yerine akşam sularında eli silahlı kişiler yaya yolundaki Kürtçe uyarıları silerek “Türkiye Türktür, Türk Kalacak” yazısını yazdı. Onyıllar önce dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt Mecliste yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır, hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.” O günden bugüne iktidarların zihniyeti değişmedi.
Rejimin bugün Kürtlere yönelik baskıları ve şoven histeriyi bu denli körüklemesi şüphesiz Suriye’ye düzenlemek istediği büyük askeri harekâtı düzenleyememiş olmasıyla, kayyumlara, savaşa, Öcalan’a tecride duyulan tepkinin büyümesiyle, eylemlerin Avrupa’ya yayılmasıyla ilgilidir. Çok açık ki rejim Kürtlere gözdağı vermek, intikam almak istemektedir. Bir yandan Esad’la görüşme planlarından bahsedilirken bir yandan askeri harekât için uluslararası alanda zemin yoklanmaktadır, Türkiye’nin Suriye’deki askeri saldırıları artarak devam etmektedir. Kürtlere ve siyasi temsilcilerine yönelik baskılar artarken bu durum aynı zamanda örgütsüz kitleleri susturmanın, hizaya çekmenin aracı haline getirilmektedir. Rejim yoksulluk içindeki milyonların kendisine yönelik tepkisinin büyümesini engellemeye, hedef şaşırtmaya çalışıyor. Çözümsüz kalan Kürt sorunu, işçi ve emekçilerin zihinlerini felçleştirmeye, egemen güçlerin sömürüyü tam gaz ilerletmesinde etkili bir kılıf görevi görmeye devam ediyor.
Türkiyeli işçi ve emekçiler seçimler sonrasında Erdoğan ve CHP yönetimi tarafından “yumuşama” hayalleriyle oyalanıyorken Kürt halkına karşı en ufak bir yumuşamaya rıza gösterilmiyor. Sadece Kürtler değil, hak isteyen ve arayan herkes cezalandırılıyor. Öyle ki faşist iktidarın ortağı konumundaki Devlet Bahçeli düzenlediği basın toplantısında, günü geldiğinde hesap soracakları 154 kişinin listesini canlı yayında açıkladı. Muhalif siyasetçilerin, gazetecilerin, hukukçuların ve akademisyenlerin not edildiği liste ile tüm toplumun iktidara biat etmesi isteniyor. Polonez fabrikasında sendika hakkı için fabrika önünde direnen işçilere polis baskı ve şiddet uyguluyor, patron ile işbirliği yaparak işçilerin direnişini kırmaya çalışıyor. Tüm bunlar Kürt halkının ve Türkiyeli işçilerin, emekçilerin faşizme karşı ortak mücadeleyi yükseltmelerinin yaşamsal önemde olduğunu gösteriyor.
link: Adil Aksu, Kürdün Dili de, Türküsü de, Halayı da Yasaklı!, 1 Ağustos 2024, https://marksist.net/node/8326
Bangladeş’te Öğrenciler Ayakta
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /12