101 yıl önce, 1922 Ekim ayının sonunda Mussolini iktidar koltuğuna oturdu. Kuzey İtalya’da başlayan faşist terör tüm ülkeye yayılmış, sonunda faşistler Roma’ya yaptıkları yürüyüşle iktidarı gasp etmişlerdi. Böylece faşizmin İtalya’nın ötesinde önce Avrupa, sonra da tüm dünya tarafından duyulup tanınması süreci başlıyordu. Dönemin komünistleri bu yeni olguyu daha baştan, karşı-devrimci beyaz terör olarak çok doğru bir şekilde betimlemişlerdi.
Başlangıçta ne olduğu geniş kitleler tarafından bilinmeyen yeni bir kavram oluşundan yararlanarak Mussolini, “faşist olmayı” büyük bir onura sahip olmak şeklinde lanse edebilmişti. Hem İtalya’da hem de Almanya’da faşizm açıkça savaş çığırtkanlığı yapıp militarizmi pompalıyor, demokrasiyi yozlaşmışlık olarak nitelendirip açıkça onu yok edeceğini söylüyordu. Her iki ülkede de faşist hareketler güçlü paramiliter örgütlenmeler yaratıyor ve iktidara yürüyüş süreçlerinde bu çetelerin estirdiği sokak terörü belirleyici rol oynuyordu. Ağır savaş yenilgilerinin, ezilen devrimlerin ve yıkıcı krizin çaresizlik içinde bıraktığı milyonlarca emekçi, bu koşullarda paralize olmuştu. Hem Almanya’da hem de İtalya’da, demokratik değerlerin çok daha zayıf olduğu kırsal nüfus ağır basıyordu. Savaşla ve iktisadi yıkımla karşı karşıya olan kentli küçük-burjuvalar ve proletaryanın en geri kesimleri de bu bakımdan farklı bir durumda değillerdi.
Ne var ki demagojik söylemlerle kitlelere yeni bir kurtuluş yolu olarak sunulan faşizmin gerçek yüzü çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Faşizm, demokratik hakların tasfiye edilmesi, özgürlüklerin yok edilmesi demekti; sokakta estirilen terördü, yargısız infazlardı; tıka basa dolu hapishanelerdi, toplama kamplarıydı; emekçilerin maruz bırakıldığı dizginsiz bir sömürü, zulüm ve işkenceydi. II. Dünya Savaşıyla birlikte gerçeklik çok daha çarpıcı şekilde açığa çıkacaktı. Nihayetinde, yaşattığı acılar ve yarattığı felâketler nedeniyle faşistlik, ortalama emekçiler tarafından da gurur duyulacak bir şey değil, insanlığa karşı suç işlemek olarak görülmeye başlandı. Faşizm, kendisinden tiksinilip, nefret edilmesi gereken koyu bir gericilik ve çıplak bir diktatörlük olarak emekçi kitlelerin bilincinde yer etti. İtalya’dan sonra Almanya ve ardından İspanya’da inşa edilen faşist rejimlerin insanlığı maruz bıraktığı zulüm, emekçi halkların belleğine kazındı. Öyle ki, Almanya ve İtalya’nın fitilini ateşlediği İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşına katılan diğer emperyalist devletler yürüttükleri savaşın, faşizme karşı ve özgürlük için verildiği yalanını propaganda etmeyi kendi çıkarlarına uygun bulmuşlardı. Böylelikle faşizme duyulan nefretten yararlanarak kitleleri savaşa razı edebilmiş, onu meşrulaştırabilmiş ve onun özünde bir paylaşım ve yağma savaşı olduğu gerçeğinin üzerini örtebilmişlerdi.
Emekçi kitleler nezdinde teşhir olan ve onların haklı nefretini kazanıp itibarsızlaşan faşizm, İkinci Dünya Savaşında ağır bir askeri yenilgi alsa da savaş sonrasında bir siyasal akım olarak aslında tümüyle ortadan kalkmadı. Evet faşizm marjinalleştirildi, üstü örtüldü ama yok edilmedi. Ve bu da “acıları deşmemek”, “eski defterleri kurcalamamak”, “yeni ve temiz bir sayfa açmak” söylemiyle mazur gösterildi. Burjuva siyasetinde geçerli argüman SSCB’ye atıfla “bugün esas tehlike komünizmdir” haline gelmişti. Kendilerini demokrasi ve özgürlüklerin koruyucusu ve şampiyonları olarak lanse eden savaşın galipleri, göstermelik birtakım mahkemelerle kimi öne çıkan faşistleri güya cezalandırsa da, aslında faşizmin kökünü kurutmaktan, devlet aygıtının en uç noktalarına ve toplumun kılcallarına varıncaya kadar geniş çaplı bir temizliğe girişmekten özenle kaçındılar. Nitekim ne kadar olağanüstü bir devlet biçimi olursa olsun, onun sonuçta bir burjuva devlet biçimi olduğu, tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet ettiği gerçeği, burjuva zirvelerinde apaçık olan bir şeydi. Zira faşizm ve faşistler, son tahlilde kapitalist düzenin bekası için bu fiilleri işlemişlerdi ve o gün kendilerine artık ihtiyaç kalmasa bile ileride yeniden lazım olabilirlerdi.
Tam da bu nedenle hem Almanya’da hem de İtalya’da sayısız alt ve orta düzeyde (hatta kimi üst düzey) faşist kadro, anavatanlarında, restore edilen devlet aygıtlarında açık ya da gizli görevlerde istihdam edildiler. Diğer birçoğu ise, Avrupa’nın dışındaki farklı ülkelere, en çok da İspanya’daki faşist Franco rejimi aracılığıyla Arjantin’e transfer edildiler, oralarda yeni kimliklerle ve sağlanan olanaklarla yeni bir hayata başladılar. “Özgürlükçü Batı demokrasileri” bunun önüne geçmek için kıllarını kıpırdatmadılar. Tersine, burjuva dünya, faşist Franco rejimine “biraz aşırıya kaçmış” bir muhafazakâr rejim gibi davranıp onu bağrına bastı. Aynı yıllarda benzer biçimde Portekiz’deki faşist Salazar rejimine de arka çıkıldı. Demokrasi ve özgürlüklerin kalesiyiz diye caka satan Avrupa’nın bu iki faşist ülkeye kucak açması, faşizmin olağan bir rejimmiş gibi gösterilmesinin ilk ve çok çarpıcı bir örneğiydi. Kendi ülkelerinden kaçmak zorunda kalan faşist kadrolar, sığındıkları ya da götürüldükleri ülkelerde, bilhassa da askeri alanda, istihbarat kurumlarında, kontrgerilla örgütlerinde, siyasi tutsakların tutuldukları zindanlarda ve işkencehanelerde istihdam edildiler. Çarpıcı bir örneği Arjantin’deki Videla cuntası döneminden vermek mümkün: “Arjantin’de Nazizm adeta yeniden doğmuştu, faşizmin bu kampları Nazizmin sembolleri ve uygulamalarıyla doluydu: Hitler portreleri ve gamalı haçlar, çınlayan Nazi konuşma kayıtları, «Heil Hitler» diye bağırmaya zorlanan siyasi mahkûmlar… Ancak bu bir tesadüf değildi; firari Alman Naziler, Latin Amerika’daki tüm askeri diktatörlüklere kabul edilmişlerdi. Bir taraftan Pentagon ve CIA, diğer taraftan Naziler yeni faşistlere eğitim veriyordu!”[*]
Kaçınılan şey yalnızca kadro temizliği ve faşistlerden toptan hesap sorulması değildi. Faşist söylemi bertaraf etmek, onun topluma ve özellikle de gençliğe saçtığı zehri yok etmek üzere de hemen hiçbir ciddi girişimde bulunulmadı. Zaten yapılamazdı da, çünkü gerçekte faşist söylem ve ideolojik demagojinin neredeyse tüm argümanları, burjuva sağ siyasetlerin temel argümanlarının en uca götürülmüş halleriydiler. Burjuva ideolojisinin temellerine dokunulmadan faşist demagojiyi tümüyle boşa çıkarmak mümkün değildir.
Eski defterleri açmama söyleminin bir uzantısı da faşizmi bir daha yaşanmayacak tarihsel bir anomali olarak lanse eden yaklaşımdır. Faşizm bu iddiadaki burjuva akademisyenler (ve onların etkisindeki sosyalistler) tarafından öyle detaylı şekilde şablonlaştırıldı ki, bu mantık kabul edilirse, hiçbir iktidarı faşist olarak nitelemek mümkün olmayacaktır. Oysa faşizm, İtalya ve Almanya’daki gibi en uç görünümleriyle tekrar ortaya çıkmasa da, aslında sınıf savaşımının kızıştığı nice ülkede, askeri ya da yarı-askeri diktatörlükler biçiminde, yani bizzat devlet aygıtının içinden örgütlenen (“yukarıdan”) darbeler sonucunda hüküm sürmüştür. Latin Amerika ülkelerinin yanı sıra aralarında Endonezya, Yunanistan ve Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülke bu tür faşist askeri diktatörlüklerinin örneklerini ağır bir şekilde yaşamışlardır.
Faşizm kendisini gizliyor
Günümüzdeyse bir kez daha, sivil faşizmin yükselişte olduğunu görüyoruz. Ama artık bunca yaşanmışlıktan sonra faşistler kendilerinin faşist olduklarını “gururla” ilan edemiyorlar. Demokrasiye, demokratik kurumlara ve bireysel özgürlüklere düşman olduklarını açıkça söylemiyorlar. Paramiliter çeteler oluşturup, sert askerî selamlar vermiyor, sokaklarda solcu ve sendikacı avına çıkmıyorlar (şimdilik diyelim ve bir dönem Yunanistan’da ve şimdilerde ise Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Macaristan’da devlet eliyle yaratılıp kollanan bu tür çetelerin hazırda tutulduğunu da belirtelim). Günümüzde hem liberal demokrat yazarlar arasında hem de sosyalist hareket içerisinde, bu veri ve olgulardan yola çıkarak faşizm tehdidi ve tehlikesini küçümseyenlerin, faşist hareketleri adlarıyla anmaktan geri duranların sayısı hiç de az değildir.
Bu tür karşılaştırmalarda, klasik faşizm, yalnızca Marksizme aykırı biçimde bir şablon haline getirilmekle kalınmıyor, aynı zamanda onun çeşitli görünümleri ile doğduğu tarihsel koşullar arasındaki bağlar da tümüyle silikleştiriliyor. Günümüz koşullarında genelde faşist hareketler geçmişteki gibi görünümler sergilemiyor, söylemlerini o denli sivrileştirmiyor, beyaz terörü yaygınlaştırmıyorlar. Ancak bu onların faşist olmadıkları anlamına değil, sınıf mücadelesi genel bir devrimci kabarmayı yaratacak denli keskinleşmediği için burjuva düzenin henüz buna ihtiyaç duymadığı anlamına gelir. Faşistlerin kendilerini gizleyerek takiye yapmaları da bundandır. Sivil faşist oluşumlar, kitle partileri kurup popülerleştikçe savundukları fikirlerin faşist niteliğini gizliyor, hatta başkalarını faşistlikle suçluyorlar. Mevcut koşullarda, gerçek kimlik ve hedeflerini açık ederek toplumun geniş kesimlerinden destek alamayacaklarını biliyorlar. Demek ki şablonlara uymuyorlar diye faşist olmaktan çıkmıyorlar, günümüz koşullarında faşizm de özsel bir değişiklik geçirmiş değildir.
İşte bu yüzden birçok ülkede, faşist hareketler, “halk”, “özgürlük”, “demokrasi” kavramlarının çeşitli bileşimlerinden oluşan parti isimlerini kullanabiliyorlar. Örneğin Hollanda’da geçtiğimiz hafta yapılan seçimlerden birincilikle çıkan faşist Wilders’ın partisinin adı Özgürlük Partisidir. Tıpkı Avusturya’daki faşist parti gibi. Arjantin’de seçimlerden galibiyetle çıkan Milei’nin Özgürlük Gelişimi Partisi de bunun örneklerinden biridir ve daha pek çok örnek saymak mümkündür. Türkiye’deki faşist iktidar da, kendisini demokrasi sevdalısı, gücünü seçim ve sandıktan alan bir iktidar olarak göstermeye özel bir önem veriyor. İleri kapitalist ülkelerde faşist oluşum, lider ve partiler, başkalarını müesses nizamın parçası olarak adlandırırken kendilerini, kurulu düzenin dışındaymış, ona karşıymış gibi lanse ediyor ve hatta devrimci olarak (“ulusal devrimci”) bile adlandırabiliyorlar. Erdoğan’ın son icatlarından birinin de kendisini “muhafazakâr devrimci” olarak ilan etmek olduğunu hatırlatalım!
Kapitalizmin tarihsel kriziyle birlikte faşist hareketler tüm ülkelerde güç kazanıyorlar. Kitleler ve bilhassa da egemen sınıf nezdinde tekrar itibar kazanmaya çabalıyorlar. Kendilerini merkez sağda göstermek en büyük gayretleri. Bu noktada burjuva medya da, onlara eşsiz bir hizmet sağlıyor. Ve bu hizmeti dikkatsizliklerinden, cahilliklerinden ve farkında olmaksızın değil gayet de bilinçli bir şekilde yerine getiriyor. Onları adlarıyla anmayarak, onlara faşist demeyerek, bunun yerine “aşırı milliyetçi”, “sağ popülist” vb. kavramlarla niteleyerek, meşrulaştırılmalarına birinci elden yardım ediyor, kendilerini gizlemelerine katkıda bulunuyor. Böylelikle faşist hareketler saygınlık görüyor, oy tabanlarını büyütüyor, siyaset sahnesinde yer alarak sözlerini daha geniş kesimlere duyuruyorlar. Dahası sağ ve merkezdeki partileri etkileyerek onların söylem ve eylemlerini de kendilerine doğru çekiyorlar, gündemi belirlemeye çabalıyor ve bunu başarabiliyorlar da.
Günümüzde tüm dünyada faşizm olağan bir rejimmiş gibi algılatılmaya çalışılıyor. Faşizmin 1930’lardaki örneklerle, bir parça da Latin Amerika’daki askeri diktatörlük örnekleriyle belleklerde yer etmiş oluşu bu operasyonu kolaylaştırıyor. Kalıpçı kafalar, eski örneklerle karşılaştırarak, günümüzdeki rejim ve hareketleri faşist olarak nitelemeyi kabullenmiyorlar. Bu yüzden de ya farklı kavramlar ya da onu farklılaştıran ön ekler kullanılıyor. Böylelikle mevcut durumda ivedi ve güncel bir faşizm tehdidi olmadığı söylenmiş oluyor. Bu da aslında bal gibi faşist olan hareketleri, partileri ve hatta somut rejimleri, gerçek nitelikleriyle kavrayamama sonucunu doğuruyor. Dahası böylelikle, faşist rejimler, faşist siyasi partiler, hareketler vb. olağan burjuva demokratik işleyişin bir parçası sayılmış oluyor. Aslına bakılırsa, çoktandır plütokrasi haline gelen burjuva demokrasisinin alabildiğine çürüyüp bir kabuğa dönüştüğü koşullarda, bu hiç de şaşırtıcı olmuyor. Merkezde toplanan sağ ve sol burjuva partiler ile “aşırı sağ” olarak nitelenenler arasında pek çok konuda uçurumlar bulunmuyor.
Türkiye’deki durum
Türkiye’deki durum da bu olgularla bağlantısı içerisinde ele alınmalıdır. Türkiye’de zaten çoktan kurumsallaşmış olan bir faşist rejim sözkonusudur. AKP-MHP bloku, muhalefeti adım adım boğarken, kendi sözde “sivil” siyasetini sanki olağan bir burjuva rejim işliyormuş süsü vererek sürdürüyor. Topluma siyasi yaşam eskisi gibi devam ediyormuş mesajı veriliyor. Muhalefet de aksini söylemeyip bu oyunu sürdürüyor. Faşist koalisyonun saldırı dalgalarını hem sağıyla soluyla içerideki muhalefet hem de dışarıdaki siyasi ve yorumcular, “hukuka darbe” olarak, “hukuk devletinin sonu” vb. nitelemelerle değerlendiriyorlar. Son yaşanan gelişmelere de farklı bir tepki verildiği söylenemez. Halkın oylarıyla Meclis’e seçilen Can Atalay, üstelik de AİHM ve AYM kararları olmasına rağmen cezaevinden bırakılmadığı gibi, milletvekilliğinin de düşürülmesi isteniyor. Aynı günlerde, bu ülke aydınının yüzakı olma sıfatını taşıyanlardan Hrant Dink’i katleden faşist, iyi hali olduğu gerekçesiyle cezaevinden bırakılıyor. Adalet mekanizmasının genel durumu aslında yıllardır budur! Ve yine yıllardır, düzen içi muhalefet halkın öfkesinin örgütlenerek harekete geçirilmesine değil, bu adalete bel bağlıyor! Oysa çoktandır ortada ne bir hukuk düzeni ne de bir Anayasa kalmıştır. Meclis faşizmin varlığını örten bir süse dönüşmüştür. Bu gerçeğin üstünü kapatıp sanki bunlar varmış gibi davranan, ona göre sözümona mücadele hattı çizenler halkı aldatmaktadırlar.
Burjuva siyasetindeki bu körleşme halinde yadırganacak bir şey bulunmuyor. Aslında, sağcısıyla solcu gözükeniyle derin burjuva siyasetçiler, bir körleşmeden ziyade, körleştirme operasyonu yürütüyorlar. Hele de Türkiye’de durum bu açıdan her adımda daha da netleşiyor. Düzen içi muhalefet partileri, majestelerinin muhalefeti olmanın bir adım ötesine geçmiyor, geçemiyorlar. Ortaya çıkan tablo, aklı başında olan herkese, bir danışıklı dövüş mü oynanıyor sorusunu sordurtuyor. Hakikaten de kesin bir hükme varmak mümkün olmasa da bu yönde sayısız veri ortaya çıkıyor. İktidar tüm araçlarla toplumda yapay bir siyasal kutuplaşmayı körüklese de ilginç bir şekilde (!) burjuva siyasetçiler arasında (Meclisteki horozlanmaları bir tarafa bırakırsak!) hiç de bu denli bir kutuplaşma söz konusu değildir. Her şey olağan akışında yürüyormuş gibi bir hava yaratmaya, bayramlarda, anmalarda birbirlerini ziyaret etmeye, burjuva diplomasisinin kurallarına riayet edip ikiyüzlü nezaket gösterilerinde bulunmaya devam ediyorlar. Sözde muhalefet partilerinin bir kısmı faşist bloku oluşturan ya da destekleyen partilerle ortak mitingler düzenlemekte bile beis görmüyorlar. Milli mesele olarak addettikleri konularda faşist koalisyonun dümen suyuna girmeye, ortak bildiriler yayınlamaya her an hazırlar. Muhalefet partilerinden milletvekilleri ya da belediye başkanları AKP ya da MHP’ye rahatlıkla transfer olurlar ve bu durum çok da yadırganmaz, olsa olsa siyasi etiğe uygun olup olmadığı tartışılır. Bir başka deyişle ve özcesi, iktidarı faşist olarak nitelemediklerinden onunla ciddi bir mücadelenin içine de girmiyor, parlamenter rekabetin ötesine geçmeye yeltenmiyorlar. Burjuva düzen partilerinden başka ne beklenir ki diye sorulabilir, tümüyle haksız da değildir bu soru. Ama unutmayalım ki, geçmişte dünyanın farklı coğrafyalarında, komünistler dışındaki birey, grup ve partilerin de faşizme karşı yelkenleri derhal suya indirmeyip, kendi meşreplerince bir mücadele yürüttükleri birçok örnek vardır. Ne de olsa faşizme karşı mücadele etmek ya da ona direnmek için illa da devrimci olunması gerekmiyor!
Burjuva siyasetçiler faşizmin adını koymuyor, tersine onu normalleştiren söylemlerde bulunuyorsa, kitlelerin de faşist parti ya da rejimlerin gerçek niteliğini algılamaması gayet doğaldır. Peki ya çoğunluğu itibarıyla sosyalist hareketin takındığı tutuma ne demeli? Sosyalist hareketin içerisinde, rejimin saldırılarının oturtulduğu yer, en keskin değerlendirmelerde, “faşist bir rejiminin kuruluşu doğrultusundaki adımlar” oluyor maalesef. Seçimlerde de aynı terane okunuyor. Her seçimde eğer AKP ve ittifakları kazanırsa, “faşizme doğru bir adım daha atılacağı” ya da “faşizmin kurumsallaşacağı” söyleniyor. Bu adımlar bir türlü bitmiyor, faşizmin kurumsallaşması bir türlü tamamlanamıyor! Kuşkusuz sosyalistler, düzen içi muhalefet gibi, halkı sokaktan, örgütlenmekten, eylemden uzak durmaya çağırmıyorlar. Ama seçime endekslenenlerin, seçime, seçim sonuçlarına, oluşacak Meclise dönük yarattıkları beklentiler, adalet ve hukuka dair yaydıkları hayaller vb. kitlelerde aynı pasifize edici etkiyi yaratıyor, onlarda yanılsamalar oluşturarak rejimin olağan bir rejimmiş gibi algılanmasında önemli bir rol oynuyor. Burjuva muhalefet, Türkiye’deki mevcut durum ve faşizmin koşulları aslında defalarca test edilmesine rağmen, sanki bu rejim seçimle yıkılabilirmiş gibi bir hava yarattı, hatta seçimi kazanmayı çantada keklik gibi görüp gösterdi. Sosyalistlerin çoğu da bu yalanı teşhir edecek yerde onunla aynı telden çaldılar maalesef. O kadar ki, bu seçimlerle kurulacak bir Meclisle demokratik bir Anayasa yapma hayalleri pompalanmakla kalınmadı, bunun için hangi taktiklerle daha güçlü bir grup oluşturmak gerektiği bir tartışma ve ayrışma konusu haline getirildi. Emek ve Özgürlük İttifakı kendi içinde ciddi tartışma ve gerilimler yaşadı. İşin tuhafı, yaşanan süreçten hiçbir şekilde ders çıkarılmadığını gösterircesine bu gerilim halen devam ediyor!
Kuşkusuz bir rejimin niteliğinin faşist olarak adlandırılması, öyle çalakalem ve bir çırpıda halledilebilecek basit bir mesele değildir. Zira bir rejimin faşist olduğunu söylemek, kof bir ajitasyondan ibaret kalmayacaksa, devrimcilerin önüne normal dönemlerdekinden çok daha ağır ve farklı bir görevler seti koyar. Taktiklerini, konumlanışlarını, hedeflerini bu gerçekliğe göre doğru şekilde belirlemeyenler ezici yenilgilerle karşı karşıya kalırlar. Türkiye sol hareketi bu yanlışları geçmişte yaptı, gördüğümüz gibi bugün de yapmaya devam ediyor. 70’li yıllarda sol içi küçük-burjuva rekabetin kışkırtmasıyla faşizm tespitleri havalarda uçuşuyordu, bugünse esasen legalizm ve parlamentarizmle malul hale gelen sol çevreler gözlerinin önündeki faşizmi görmezden gelmeyi tercih ediyorlar.
Türkiye’deki rejimin niteliğini kitlelerin görmemeleri normal olabilir ama sosyalistlerin bu gerçeği görmemeleri körlükle değil, artık ancak onların siyasal tercihleriyle açıklanabilir. Bu yanlışı yapanların tamamı legalizme batmış durumdalar. Örgütlenme anlayışları, siyaset tarzları, refleksleri legalisttir. Önemlice bir bölümü de adını koymasa bile çoktan parlamentarist bir çizgiye kaymış durumdadır. Parlamentonun varlığı, gerçekte rejimin tüm günahlarını örten bir yaprak olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor, ama yine de bu gibilerin gözlerini boyamaya yetiyor. Oysa bugün faşizm kendini olağan parlamenter bir rejim gibi gösterebiliyorsa, bunun en büyük nedeni parlamentonun işliyormuş gibi gösterilmesi, muhalefetin de bu yalana ortak olan somut tutumlarıdır. Milletvekili seçilenlerin sahip oldukları kişisel ayrıcalıklar (dolgun maaşlar, dokunulmazlık, itibar ve popülerlik vb.) bir tarafa bırakılırsa, bu konumun rejime karşı mücadelede ne tür bir avantaj yarattığı sorusu samimiyetle cevaplanmalıdır. Basın açıklamaları, Meclis önergeleri, komisyon tartışmaları, televizyonlardaki tartışma programları vb. faşist rejimi sarsmak açısından bir etki yaratamıyor. Faşizme karşı mücadelenin yolu Meclisin kapısından, burjuva medyanın ekranlarından değil, fabrikalarda, işyerlerinde, işçi mahallelerinde güç kazanarak buralarda militan bir dönüşüm yaratabilmekten geçmektedir.
[*] Yılmaz Seyhan, Evlatlarından Doğan Plaza De Mayo Anneleri, 8 Ocak 2023, marksist.net/node/7826
link: Oktay Baran, Takiyeci Faşizme Aldanmayalım, 15 Aralık 2023, https://marksist.net/node/8146
Borsa Tuzağı ve Emekçiler
Siyonizme Karşı Olmak Yahudi Düşmanlığı Değildir!