Türkiye’de gıda sektörünün en büyük ikinci sendikası olan Öz Gıda-İş’in kendi tarihine ilişkin bir belgesel hazırlığında olduğunu, bu sendikanın sitesinde haber olarak yer verilen bir video söyleşiden[1] öğrendik. Mayıs ayı başlarında yayınlanan bu videoda, bir sendikacı, Öz Gıda-İş’in örgütlü olduğu en büyük işyerlerinden biri olan Ülker’in patronu Murat Ülker’e bu belgeselde kullanılmak üzere birtakım sorular yöneltiyor. Bu sorular Türkiye’de sınıf mücadelesinin dibe vurmasının en büyük sorumlusu olan işbirlikçi sendikal anlayışı faş ettiği gibi, verilen yanıtlar da burjuvazinin sınıf hareketinden ve mücadeleci sendikal anlayıştan nasıl korktuğunu ortaya koyuyor.
Öncelikle şunu belirtelim ki, kendisiyle muhabbetle söyleşi yapılan Murat Ülker, Forbes’un her yıl açıkladığı en zenginler listesinde, bu yıl da 5 milyar doları aşan servetiyle Türkiye’nin en zengin ikinci (bu yıla kadar birinciydi) kişisi olarak liste başında yer alan bir kapitalist. En zengin olmak doğal olarak işçi sınıfını en çok sömürenlerden biri olmak anlamına gelse de, söyleşide bu gerçekliği yansıtan en ufak bir anıştırma yok. Aksine Öz Gıda-İş, 70’li yıllarda DİSK’in öncülük ettiği mücadelelere Murat Ülker’in sınıfsal yaklaşımını açığa vuran açıklamalarına bilinçli bir şekilde çanak tutuyor.
“Ben sendikanın her işkolunda her büyük ölçekli işyerinde olması gerektiğine inanıyorum. İyi niyetli ve gizli gündemsiz sendikacılık iş barışı ve iş güvencesi açısından çok yararlıdır” diyen Ülker, söyleşide bizi “kötü niyetli” ve “gizli gündemleri olan” sendikacılık hakkında da aydınlatıyor! “Biz Öz Gıda-İş sendikası olarak işçilerle işverenleri paydaş, yol arkadaşı olarak görerek üretimi arttırmanın önemini her zaman vurguladık” diyen muhatabı ise ona şükranlarını sunuyor. Bu “al gülüm ver gülüm, paydaş, yandaş, yoldaş” muhabbet bizi ister istemez, bahsedilen 70’li yıllara dönüp bakmaya sevk ediyor. Bakınca, o günlerden bugünlere nasıl geldiğimizi görmek de zor olmuyor.
15-16 Haziran’ın mücadele ruhuna bir ihanet daha
Bu söyleşinin 14 Mayıs seçimlerinden hemen önce yayınlanması tesadüf müdür bilinmez. Ama aynı zamanda gerek Öz Gıda-İş’in gerekse Murat Ülker’in tahtaya vurarak andığı o günlerin simgesi olan 15-16 Haziran Direnişinin yıldönümüne denk geldi. Zira Ülker’in “kötü niyetli ve gizli gündemleri olan sendikal anlayış” diye nitelendirdiği o günlerin DİSK’inin neden patronların canını bu kadar sıktığının yanı sıra, 70’leri neden “toplumsal cinnet” olarak değerlendirdiklerini görmemiz için de bir fırsat sunuyor bu tarih bize.
Bilindiği gibi, 1960’ların sonlarına gelinirken mücadeleci bir sendikal anlayışı yaygınlaştırıp üye sayısını hızla arttıran DİSK, patronları hop oturtup hop kaldırmaya başlamıştı. DİSK’in önünü kesmek için harekete geçen dönemin sermaye hükümeti bunu gerçekleştirmek için sendikal yasalarda değişikliğe gitmek istemişti. Fakat Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki bu hükümet, 1970’te ummadığı ölçüde büyük bir tepkiyle karşılaşmıştı. 150 bin işçinin fabrika fabrika sokağa dökülüp iki gün boyunca İstanbul ve İzmit’i zapt ettiği bu militan eylem, Türkiye işçi sınıfı tarihine 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi olarak altın harflerle yazılacaktı.
1970’ler deyince tüyleri diken diken olan patronları ve işbirlikçi sendikaları neyin bu kadar korkuttuğunu anlamak için o dönemin işçilerinin anlatılarına bakmak bile yeterlidir aslında. 15-16 Haziran Direnişinin gerçekleşmesinden bir gün önce DİSK temsilcileri ve yöneticilerinin bir araya geldiği bir toplantıda bir işçi temsilcinin söylediği şu sözler örneğin: “Başbakan Demirel, kendisi zamanında çobanlığından bahsediyordu. Acaba bütün Türk işçisini davar sürüsü mü zannediyor? Özür dilerim, artık eski devir bitmiştir. Davar sürüsü ölmüştür. Artık karşısında aslan sürüsü var.”[2]
O zamana dek itaatle boyun eğen işçileri “aslan sürüsü”ne dönüştüren güç, çok açık ki mücadeleci bir sendikal örgüte sahip olmalarıydı. Fakat ayağa kalkan işçilerin pek çoğunun sendikal bilinç ve örgütlülük düzeyinde durmak gibi bir niyetleri yoktu. “Direniş sonrasında gerek işyerlerinde, gerek sendika şubelerinde, gerekse öncü işçilerle devrimci gençlerin birlikte yaptıkları toplantılarda, direniş günleri değerlendiriliyor ve sık sık devrimci politik bir önderliğe duyulan gereksinim üzerinde tartışmalar yürütülüyordu. … 15-16 Haziran’la doruğuna ulaşan militan işçi eylemleri, bir yandan mücadeleye atılan işçilerin kararlılığını ve gözüpekliğini ortaya koyarken, diğer yandan aynı işçilerin politik bilinçle donandıklarında ve örgütlendiklerinde, kapitalist düzeni nasıl da temellerinden sarsabileceklerinin işaretlerini veriyordu.”[3]
İşçi sınıfının gücünü gören ve bundan fazlasıyla ürken burjuvazi, gerek yükselen işçi hareketini, gerekse hızlı bir yükseliş sürecine giren devrimci hareketi bastırabilmek için olağanüstü bir rejimden başka seçeneğinin kalmadığını görmüştü. 12 Mart 1971 askeri darbesi işte bu seçeneğin tecelli etmiş haliydi. Ne var ki iki yıllık bir kesintinin ardından işçi hareketi de sosyalist hareket de beklenmedik bir hızla yeniden yükselişe geçecekti. Öyle ki, 1970’lerin son yıllarında Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi, tarihinin en örgütlü ve en kitlesel gücüne ulaşacaktı. Sermaye düzeni için ciddi bir tehdit doğuran bu durumun yanı sıra Türkiye kapitalizminin geldiği aşamada karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasi tıkanıklık da burjuvaziyi bu büyük krizi olağan yöntemlerle aşamaz hale getirmişti. Murat Ülker ve Öz Gıda-İş’in “Allah muhafaza” diyerek evlerden ırak olması için hâlâ yatıp kalkıp dua ettikleri dönem böylesi bir dönemdi işte.
Öz Gıda-İş temsilcisi soruyor: “Sendika tarihini incelediğimizde 1974 işçi olayları gerçekten ders niteliğinde. … Bize bu olayları biraz anlatabilir misiniz?”
M. Ülker: “Allahım kimsenin başına böyle bir ders vermesin. … ‘68 işçi ve öğrenci olayları dünyada olurken Türkiye’ye de bunlar değişik şekilde yansıdı. O zamanlar bir komünizm tehlikesi olduğuna inanıldı Türkiye’de. Komünizmle mücadele dernekleri kuruldu. Daha sert bir milliyetçilik anlayışı oldu. Böyle şeyler neticesinde Türkiye birbirini anlamama, birbirini tanımama neticesine geldi. Hâlbuki etle kemik gibi, işçi işveren birbirinden ayrılamaz. Müteşebbis yatırımcı olmasa, sanayi olmasa üretim olmaz. Üretim olmasa refah olmaz. Yani bütün bunları bir bütün olarak düşünmek lazım. … Bu şeyi kaybettik. Sanki toplum olarak cinnet geçirdik. O zaman Gıda-İş sendikası vardı DİSK’in. Çok solcu, komünist söylemleri vardı. ... Karmakarışık, her şeyin istismar edildiği günlerdi.”
Öz Gıda-İş temsilcisi: “Tabii 79’da da daha tırmanışa geçen olaylar oldu…”
M. Ülker: “O zaman da yanlışları ayıklamak icap etti. O da toplumsal açıdan biraz acı verici oldu. İnsanlar önce işsiz kaldılar. Sonra başkaları onların yerine gelip çalıştı. Ama işler yürüdü, büyüdü. O zamanki Ülker diyelim ki birkaç bin kişi istihdam ediyorsa bugün 70 bin kişi istihdam ediyor.”
1970’lerin ortalarından itibaren sıçramalı bir şekilde keskinleşen sınıf mücadelesi bir devrimci durum doğurmuştu. İşçiler, emekçiler, gençler, eskisi gibi yönetilmek istemiyor, sınıfsız, sömürüsüz, sosyalist bir düzen taleplerini güçlü bir şekilde yükseltmeye başlıyordu. Büyük grevler birbiri ardına sökün etmişti. İşçi sınıfı ayaktaydı ve MC hükümetlerinin baskıları, yasakları ve faşist terör kâr etmiyordu.
Evet, sermaye sınıfına göre “yanlışları ayıklamak” icap ediyordu ve bunun için ordu bir kez daha patronların emrindeydi. 1971 darbesinin yarım bıraktığı iş, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle tamamlandı. Sosyalist hareketin üzerinden silindir gibi geçildi. “Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.”[4] Hak-İş ise sadece dört ay kapalı kaldı. Faşist cunta tümüyle korporatist bir çalışma rejimi inşa etti. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in o günlerde dediği gibi, artık işçilerin değil patronların güleceği bir dönem açılmıştı.
Darbeciler, Türk-İş ve Hak-İş’in tepesindeki işbirlikçi bürokratların sermaye çıkarına yolu düzlemekte önemli bir işlev göreceğini bildikleri için onlara dokunmamışlardı. Devletin kucağında serpilip büyüyen, işçi sınıfının değil patronların çıkarlarını öne alan bu ihanet şebekesi, DİSK’ten kurtulup meydanın kendilerine kalacağının da farkında olarak faşist darbeye açık destek vermişti.[5] Başkanlık düzeyinde yapılan pek çok açıklamanın yanı sıra Türk-İş Yönetim Kurulu da “Milli Güvenlik Konseyine yardımcı ve destek olmayı vatanperverlik saydığını” beyan ediyordu. Hak-İş Genel Başkanı ise 1981 Aralığındaki genel kurulu şu sözlerle açıyordu: “12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekliyoruz.” Bu konfederasyonun söz konusu genel kurulunda çalışma raporuna yansıttığı değerlendirmeler ise şöyleydi:
“12 Eylül öncesi günlerde, iller, ilçeler, köyler, mahalleler işgal edilmiş, rahatça Enternasyonal Marşı söylenmiş, Komünizm şiddet derecesine varmıştı. Sanayi tesisleri, fabrikalar çalışamaz hale gelmiş, yabancı ideolojiye bağlı işçi teşekkülleri ve bundan yararlanan sendika ağaları türemişti. Bu işçi örgütleri büyük şehirlerde kanlı meydanlar oluşturmuşlar ve bazı politikacılar bile hareketlere katılmışlardır. Bu durumlar karşısında TÜRK ordusu ülke yönetimine tümüyle el koymuş, 12 Eylül 1980 tarihi yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur... Harekâtın ilk gününde yayımlanan Milli Güvenlik Konseyi’nin 7 No.lu bildirisiyle anarşiyi körükleyen, işçileri karanlık emelleri uğruna ve kendi menfaatları doğrultusunda yönlendiren sendika ve Konfederasyonlar faaliyetten men edildiler.”[6]
Bunların bugün Öz Gıda-İş’in ve Murat Ülker’in yaptığı değerlendirmelerle birebir aynı olması elbette şaşırtıcı değildir.
Öz Gıda-İş temsilcisi: “Biz Öz Gıda-İş sendikası olarak işçilerle işverenleri paydaş, yol arkadaşı olarak görerek üretimi arttırmanın önemini her zaman vurguladık. … Ülker’in geçmişindeki sendikal hareketler ile Öz Gıda-İş sendikasını karşılaştırsak bizlere ne demek istersiniz?”
M. Ülker: “Öz Gıda-İş sendikasını da yöneticilerini de takdir ediyorum. İşçiyi, işçinin iyiliğini ön planda tutuyorlar, … ama genel resmi de görüyorlar, üretimi de önceliyorlar. Yani memleketin menfaatini de düşünüyorlar. Ayrıca gizli bir ajandaları, gizli bir politik emelleri filan da yok. Bu çok iyi bir şey. … İstiyoruz ki burada çalışan işçilerimiz mutlu olsunlar. Mutlu et, mutlu ol felsefemiz var.”
2014’ün Aralık ayıydı. Ülker işçileri pek mutlu olmasalar gerekti ki, sorunlarıyla ilgilenmeyen ve patronla işbirliği yapan Öz Gıda-İş’ten istifa edip DİSK’e bağlı Gıda-İş sendikasına geçtiler. İşçilerin iyiliği konusunda pek hassas olan Murat Ülker’in fabrikasında o gün 13 işçi tazminatsız olarak işten çıkarıldı. İşçiler bu saldırı karşısında direnişe geçtiler ve “Ülker büyürken biz küçüldük” diyerek dört ay boyunca mücadelelerini sürdürdüler. Sonuçta sendikal tazminat da dâhil olmak üzere tüm tazminat haklarını alarak direnişi sonlandırdılar. Bu mücadele Ülker patronuna olduğu kadar işbirlikçi Öz Gıda-İş yönetimine karşı da verilmiş bir mücadeleydi. Bu örnek bile Ülker patronunun neden bu sendikayı tercih ettiğini ortaya koyuyor olsa gerek.
“Biz OHAL’i niye ilan ettik?”
12 Eylül faşist cuntası, çıkardığı yasalarla ve Anayasayla patronların taleplerinin çok büyük bir kısmını yerine getirmişti. Onun eksik bıraktıklarını 90’larda ANAP iktidarı, 2000’lerde de AKP iktidarı tamamlamaya girişti. 2016 Temmuz darbesiyle inşa edilen faşist rejimse sermayeyi her açıdan ihya etti. Erdoğan’ın o dönemde dile getirdiği “OHAL’i niye ilan ettik, grevler olmasın, ekonomi büyüsün diye” sözleri, bu rejimin kime hizmet ettiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Tam da bu noktada, Erdoğan’ın bu sözünü duyduğunda çileden çıkan yaşlı bir işçinin anlattıkları ve dedikleri geliyor aklımıza. 1970’li yıllarda yan fabrikadaki işçilerin iş durdurup yolu kesmesi üzerine kendi fabrikasında da şalter indirip sınıf kardeşlerinin yanına giden bu işçi, bütün bu hengâmenin öğlen yemeğinde daha önce açıklanan listenin aksine elma yerine portakal çıkmasından kaynaklandığını öğrenince şaşırmaktan kendini alamaz. Ama kendilerine olayın derininde ne yattığı anlatıldığında bunu kavramakta hiç de zorlanmaz: “Kardeş, mesele sadece elmanın yerine portakal gelmesi değil, elmanın gelmemesi veya geç gelecek olması da değil, hatta mesele elma değil. Bugün bize sormadan elmayı değiştirmeye cüret edenler yarın kim bilir neleri değiştirmeye niyet ederler. Bak kardeşim bu patron milletinin ipini sağlam tutacaksın ki ipinden kopmasın. İp bir koptu mu bunların yapacaklarının ucu bucağı yoktur.”
Bu sözleri aklından çıkarmayan o işçi, onyıllar sonra bunu bir ders olarak genç işçilere aktarırken şöyle diyecektir: “Bizim zamanlardan sonra her şey çok geriledi, hele şimdilerde bir de sarı öküz hikâyesi çıkmış. … neymiş sarı öküzü vermeyecekmişsin! Bizim zamanımızda biz ipi daha elmadayken sıkı tuttuk. Sonrakiler gevşedi ve işler işçi çıkarma noktasına kadar geriledi. Bugün adamlar grevleri yasaklıyorlar, bu da yetmezmiş gibi bunu televizyondan açık açık söyleyebiliyorlar. Demek ki karşılarında bir işçi görmüyorlar, ondan coşup böyle konuşuyorlar. Bizim zamanlarda bir laf vardı: İşçinin sopası, «adam» edilmesi gerekenlerin tımarlanmasıdır. Tımarlayacaksın ki işçinin gücünü dibine kadar anlasın. Patronun, siyasetçisinin ipini koyuverirsen grevi de yasaklar, gün gelir sendikayı da yasaklar!”[7]
Evet, ipi koyuverilmiş o patronlar ve burjuva siyasetçiler, sendika ağalarıyla da el ele vererek işçi sınıfını bu hale getirmeyi başarmışlardır. AKP’nin ideolojisinin ve izlediği politikaların bayraktarlığını yapan sendikal aparatlar işçi sınıfını rejimin payandası ve sermayenin kölesi haline getirme misyonuyla hareket etmektedirler. Milli Görüş geleneğinden gelen Hak-İş AKP ile baştan itibaren organik ilişki içindedir. Kendi tarihçesinde ilk dört yılını (1976-1980) kuruluş, sonraki dört yılını (1980-1984) yasaklı dönem ve kaybolmuş yıllar olarak nitelendiren Hak-İş, 1984’ten günümüze kadar olan dönemi ise açılma, gelişme ve etkin faaliyet yılları olarak tanımlamaktadır. Fakat onun asıl ihya olduğu dönem, AKP’nin iktidara gelişiyle açılmıştır.
AKP iktidarının tıpkı Memur-Sen gibi Hak-İş’in de önünü sonuna kadar açması sayesinde bugün bu sendika konfederasyonu devlette mutlak, özelde ise pek çok sektörde en güçlü konfederasyon durumundadır. Bununla birlikte AKP döneminde genel olarak sendikalı işçi sayısında olağanüstü bir düşüş yaşanmıştır. Öyle ki toplu iş sözleşmesi kapsamı ve sendikalaşma açısından Türkiye OECD sonuncusu haline gelmiştir.
AKP’nin iktidara geldiği günlerde, “memur” olarak nitelendirilen kamu çalışanları haricindeki sendikalı işçi sayısı 2 milyon 717 bin idi. Bugünse işçi sayısı 3,5 kat artmasına rağmen sendikalı işçi sayısı 20 yıl öncenin gerisine düşüp 2 milyon 330 bine inmiş durumdadır. Üstelik bu rakamlar, AKP iktidarının kamu taşeron işçilerini ve kamu işçilerini Hak-İş’e “peşkeş çekmesi” sayesinde bu düzeye çıkmıştır. Nitekim bu rejim aparatı, 2013’te 166 bin olan üye sayısını bugün 720 binlere yükseltmiştir.[8]
Bu aparatın bir kolu olan Öz Gıda-İş’in durumuna bakıldığında ise, kamudan nemalanamadığı için gıda işkolundaki muazzam örgütsüzleştirmeden onun da nasibini aldığını görüyoruz. Nitekim 2003’te Öz Gıda-İş’in üye sayısı 58 bin, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş’in 170 bin, DİSK’e bağlı Gıda-İş’in 33 bin civarındayken, bugün bu sayılar sırasıyla 35 bin, 37 bin ve 1800’e inmiştir!
İşte sendikal hareketin nitelik ve nicelik olarak dibe vurduğu bu dönemde patronlar, söz konusu söyleşide Murat Ülker’in grev kırıcılığından gülerek ve övünerek bahsetmesinin de gösterdiği gibi, tarifsiz bir rahatlık içinde görmektedirler kendilerini. Elbette onların siyasetçileri de, devletleri de. İşçi ücretlerinin milli gelire oranının %23’lerle[9] tarihinin en düşük noktasını gördüğü, bir imzayla grevlerin yasaklandığı, patronların sendikacıların örgütlenme yürüttükleri işyerlerine yaklaşmamaları için Aile Mahkemesinden karar çıkarma cüreti gösterebildikleri bir dönemden geçiyoruz.
Bugün büyük kentlerin ezici bir çoğunluğunda, yani işçi sınıfının ağırlıklı olduğu yerlerde rejime yönelik tepkinin giderek büyümesine rağmen neden bunun aktif bir mücadeleye dönüşmediğini sorgularken ilk bakmamız gereken yer sendikaların ve sendikal hareketin durumu olmalıdır. Türkiye’de sendikalı işçilerin %80’i rejimin tam anlamıyla korporatif aygıtlara dönüştürdüğü ve kendisine biat ettirdiği Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen ve Kamu-Sen’de örgütlüdür.[10] Yönetimleri muhalif sendikacılardan oluşan DİSK ve KESK’in üye oranı ise toplamda %9’u bile bulmamaktadır. Üstelik muhalif olarak nitelendirilen bu sendikaların yönetimlerinin bürokratlıkta diğerlerinden aşağı kalır yanlarının olmadıkları da bilinmektedir.
Bu bürokratlaşmanın en doğal sonucu mücadeleci değil, uzlaşmacı ve daha ileri bir ihanet aşaması olarak sınıf işbirlikçi bir çizgi izlemektir. Sonuç, AKP döneminde işçi sınıfına yönelik saldırıların haddi hesabı olmamasına rağmen sınıf hareketinin tarihinin en geri düzeyine çekilmiş olmasıdır. Uzlaşmacı ve işbirlikçi sendikal anlayış ve bu anlayışı tüm sendikal harekete dayatan sendikal bürokrasi, nicedir sınıf mücadelesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Şurası çok açıktır ki, sosyalist hareketin zayıflığı nedeniyle sendikaları kolaylıkla istila eden ve tahtlarından indirilemeyen sendika ağalarının def edilebilmesi ekonomik mücadelenin önünü açmakla kalmayacak, faşist rejime karşı mücadele yolundaki engellerin kırılmasına da hizmet edecektir. Fakat bunun için sınıf devrimcilerinin işçi sınıfı içinde sabırla çalışmayı sürdürmeleri elzemdir.
[3] Mehmet Sinan, Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar-X
[4] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[5] İlkay Meriç, 12 Eylül Faşizmi ve Hedefindeki İşçi Sınıfı, 12 Eylül 2017, marksist.net/node/5875
[6] 30. Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi ve İşçi Sınıfı, Mülkiye Dergisi, Güz 2010
[10] 2022 resmi verilerine göre Türk-İş’in üye sayısı 1 milyon 213 bin, Hak-İş’in 727 bin, DİSK’in 212 bindir. Kamuda ise Memur-Sen’in 1 milyon 54 bin, Kamu-Sen’in 526 bin, KESK’in 150 bin üyesi bulunmaktadır.
link: İlkay Meriç, Bir Sendika, Bir Patron: Bu Belgesel Neyin Belgesi?, 28 Haziran 2023, https://marksist.net/node/8005
MKE Neden Beş İşçiye Mezar Oldu?
Kürt Kentlerinde Cezasız Bırakılan Çocuk Cinayetleri