Marx’ın kaleminde kapitalizm çarpıcı benzetmelerle tasvir edilir. Kapital’de sermayeyi ölü emek olarak tarif eden Marx onun ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabileceğini söyleyerek tamamlar tarifini. Birinci Enternasyonal’in kuruluş çağrısında ise İngiltere işçi sınıfının otuz yıllık çetin bir mücadeleyle çıkartmayı başardığı On Saat Yasasına feveran eden zevzek Profesör Senior’u anarak, İngiliz sanayisini “çocuk kanı da dâhil kan emmeden yaşayamayan vampire” benzetir. Aynı yazıda Fenike inancında uğruna çocukların kurban edildiği söylenen mitolojik tanrı Moloch ile sermayeyi bağdaştırır Marx. Ve sermayenin bu gaddar tanrıya bile rahmet okuttuğunu vurgular.
Sermayenin doğum sancıları çektiği dönemlerden bugünlere yaşanılan zulmü düşününce, bu metaforların edebi hünerden öte bir manaya sahip olduğu açık. Marx kapitalizmin tarih sahnesine çıkma hikâyesini de kandan ve ateşten harflerle yazılmış bir öykü olarak anlatır. Hakikaten sermayeye dair hangi anlatıya başvurursak başvuralım, karşımıza kaçınılmaz bir şekilde kanla, vahşetle ve tarifsiz acılarla dolu hikâyeler çıkar. Bu yazının konusu olan elmas da göz kamaştırıcı ışıltısıyla tezat teşkil edercesine böyle bir hikâyeye sahiptir. Elmasın keşfinden bugüne dek yaşananlar, kapitalizmin gerçek doğasını, kâr ve zevk uğruna insanlığa ve doğaya yaşatılan zulümle beraber bir kez daha ortaya sermektedir. Eşsiz ışıltının ardında doğmamış bebeklerin cansız bedenlerinden bağrı delik deşik edilmiş toprak parçalarına dek nice feryatlar yükselmektedir.
Elmasın değil sermayenin laneti
Egemen tarih anlatısında elmasın sembolik anlamına dair pek çok rivayet vardır. Genelde aşkın, cesaretin, gücün ve iyiliğin sembolü olarak anılır. Kimilerine göre kötülükleri, hastalıkları ve türlü belâları def eder. Yunan mitolojisindeki aşk tanrısı Eros’un okunun ucunda yer alarak sevgilileri sonsuza dek birbirlerine bağlar. Tanrının gözyaşı olduğunu söyleyen de vardır, onu görenin cenneti garanti ettiğine inanan da. Dedik ya, bu romantik anlatı egemen sınıflara aittir. Oysa toprağın ve okyanusların binlerce metre altından çıkartılan elmasın gerçek öyküsü egemenlerin romantik öyküsüyle hiç mi hiç örtüşmez. Romanovlardan Britanya krallarına bilumum sömürücü egemenin tahtını süsleyen; aylak konteslerin broşlarında kibirle taşınan; bugünün kapitalist dünyasında ise aşkın ve sevginin metalaştırılmasında baş aktöre dönüştürülen bu yer taşı sermayenin lanetine uğramıştır. Kanın, vahşetin ve sefaletin iç içe geçtiği dizginsiz sömürünün bir aracı haline getirilmiştir. Bu acı gerçeklere rağmen günümüz dünyasında da egemenler, bilhassa tekeller, elması benzer temalarla işleyip pazarlayabiliyorlar. Bu pazarlama işinde son derece başarılı olduklarını da eklemek gerek. Zira bugün çeşitli düzeylerde pırlanta alışkanlığı o denli yaygın ki, tek taşsız birliktelikler yok denecek kadar az. Elbette bu durum dev elmas tekellerinin yıllar içinde oluşturduğu ve topluma dayattığı bir algının sonucudur. Bu noktada sermayenin kâr ve zevk uğruna kararttığı yaşamların öyküsüne geçmeden önce bu algının nasıl oluşturulduğuna kısaca bakalım.
1929 buhranıyla birlikte pırlantaya talebin giderek azalması, Birleşik Krallık merkezli dünyanın en büyük elmas tekeli De Beers’ın paçasını tutuşturmuştu. Şirket reklâm ve lobicilik faaliyetlerini ABD ve Avrupa başta olmak üzere dünya genelinde hızlandırmak için harekete geçmişti. 40’lara doğru krizin ve savaşın yarattığı yıkımın ortasında kapitalizmin en sinsi reklâmlarından birini tezgâhlamak üzere De Beers kurucusunun oğlu Harry Oppenheimer, New York merkezli N.W. Ayer reklâm ajansının kapısını çaldı ve elmas piyasasının adeta altın çağı başladı. Araştırmacı gazeteci Edward Jay Epstein’in 1982 tarihli yazısında ayrıntılı bir şekilde anlattığı süreç, kapitalizmin kitleleri ayartma bakımından ne denli etkileyici olabildiğinin ibretlik bir örneğini içeriyordu.
Kapitalist egemenler kitlelere bir ürünü (örneğimizde elmas/pırlanta) satmanın en iyi yolunun, kitlelerde o ürüne sahip olma arzusu yaratmak olduğunu bilirler. İnsanların o ürüne ihtiyacı olduğuna ya da ihtiyacı olmasa bile o ürüne sahip olması gerektiği fikrine ikna edilmeleri de gerekir. Ayer reklâm ajansı da kampanyanın merkezine bu stratejiyi koyarak çok yönlü bir propaganda faaliyeti başlattı. Genel izleyici kitlesiyle bilinen film yıldızları, popüler dergi ve gazeteler, ünlü moda tasarımcıları, akademisyenler, şarkılar, diziler, filmler, toplumun çeşitli kesimlerinden yüzlerce insan ve bin bir araçla kitlelere aralıksız bir şekilde aynı hikâye aktarıldı. Hikâyede elmas sonsuzluk temasıyla işleniyor ve De Beers şirketinin ölümsüz aşkın iksirini yarattığı anlatılıyordu. Reklâm ajansı Ayer 1948 tarihli bir raporunda stratejisini şu şekilde açıklıyordu: “Elması, televizyon ve sinemanın yıldızlarına, politikacıların eşlerine ve kızlarına, mahallenin kadınlarına, tamircinin karısına, kısacası sevgilisine «keşke benim de olsaydı» dedirtebilecek her kadına taktırarak bilinir kılmak…” De Beers şirketinin ünlü “A diamond is forever - elmas sonsuzdur” reklâmı da bu kampanya sırasında yapıldı. Gelelim kampanyanın sonuçlarına. Kampanyanın başlangıcında pek az kişi pırlanta ile evlenme teklifinde bulunuyorken, kampanyanın ortalarında durum tam tersine döndü. Öyle ki 1939 ve 1979 yılları arasında De Beers’ın ABD genelindeki toptan elmas satışı 23 milyon dolardan 2,1 milyar dolara yükseldi. Başka bir kıyaslama ile şirketin yıllık bütçesi kampanyadan önce 200 bin dolarken, kampanyadan sonra 10 milyon dolara çıktı.
Kampanyanın böylesi sonuçlarını gören kapitalistler elbette ABD ile sınırlı kalamazdı. Kampanya uluslararası arenaya genişletildi. Çarpıcı sosyal değişimin yeni adresi Japonya oldu. 1960’ların ortalarına dek, Japonlar yerel dinleri olan Şinto yasalarına göre evlenirlerdi. Bu geçiş töreni gelin ve damadın aynı ahşap kâseden pirinç şarabı içmesiyle tamamlanırdı. 1967’de kampanya başladığında, Japon kadınlarının yüzde 5’i bile pırlanta nişan yüzüğü almıyordu. 1980’lerin başına gelindiğindeyse evli olan Japon kadınlarının %60’ı elmas takmaya başlamıştı. Epstein’in belirttiği gibi sadece on dört yıl içinde, 1500 yıllık Japon geleneği radikal bir dönüşüme uğratılmıştı. Elmaslar, Japon evliliğinin temelini oluşturmaya başlarken, Japonya pırlanta alyans satışında ABD’den sonra De Beers tekelinin ikinci büyük pazarı haline geldi. ABD ve Japonya özelinde aktardığımız bu değişim süreci, kuşkusuz Türkiye dâhil diğer pek çok kapitalist ülkede de çeşitli yollarla işletildi ve elmas tekellerinin çıkarları uğruna bir tüketim alışkanlığında daha toplumlar ortaklaştırılmış oldu. Elmas tekelleri her geçen gün büyüyen sermayeleri için şampanyalar patlatıp milyon dolarlık yeni reklâm kampanyalarına imza atarken; elmas madenlerinde çalışan 5-6 yaşlarında çocuklar da dâhil milyonlarca Afrikalı her gün aynı cehenneme uyanmanın acısıyla kara kıtalarının çamurlu sularını içiyorlar.
Afrika’nın kaderi kıtada modern elmas madenciliğinin başlamasıyla yeni bir evreye geçse de kıtada zulmün kökenleri uzak bir geçmişe dayanır. Marx’ın Kapital’de sermayenin ilk birikim süreci için işaret ettiği zamanlar, Afrika’nın çeşitli bölgelerinin kan ve ateş çemberine alınmasının da başlangıç dönemlerine denk düşer. Bugün Güney Afrika olarak bilinen ve elmas rezervlerinin en yoğun olduğu bölgede, Hollanda sömürgeciliğinin kanlı bayrağı, 17. yüzyıl başlarında İngiliz sömürgecilere geçer. Burada sömürgeciler tarafından mülksüzleştirme, köleleştirme ve talanla yaratılan vahşetin ayrıntılarına girmek yerine, Marx’ın ilk birikim sürecine değinirken bahsettiği kanlı uğraklardan Afrika’nın da geçtiğini söylemekle yetinelim.
Kapitalizmin kana ve pisliğe bulanmış doğuş süreci, 1867-70’te Kimberley’de elmasın keşfedilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Madenciliğe dayalı sanayi kapitalizminin ve asıl olarak De Beers tekelinin kurucusu Cecil Rhodes’in egemenlik çağı başladı. Rhodes İngiltere’nin Cape’te kurduğu koloninin valisiydi. O dönemde Cape’in Napolyon’u olarak adlandırılıyordu. İngiliz emperyalizminin bu azılı temsilcisi, bugünkü Botswana, Zimbabwe, Zambia gibi ülkeleri kapsayan bölgede ucuz hatta “ücretsiz” işgücü sağlamak için kendi adını verdiği bir Rhodesian beyliği dahi kurdu. Öyle ki 1880’lerin sonunda Rhodes’in maden kamplarında çalışan insan sayısı 22 binken, bu sayı yüzyılın sonuna doğru 100 binlere ulaştı. Madenlerin keşfinin ardından aynı zamanda bölgeye çok sayıda beyaz nüfus yerleştirildi. 1885-1895 yılları arasında sadece Witwatersrand’e 100 bin İngiliz göç etti. Yıllar geçtikçe Rhodes’in bölgedeki maden kamplarının sayısı da arttı. Afrikalılar ve civar yerlerden gelen göçmen işçiler bu kamplarda inanılmaz koşullarda çalıştırıldı. Sömürgecilik yıllarında köleleri kırbaç zoruyla çalıştıran egemenler, modern çalışma kamplarında da aynı usullerle sermayelerini büyüttüler.
Kamplarda penceresi olmayan ışıksız barakalara düzinelerce insan dolduruldu. Bu barakalarda tuvalet, temizlik, yıkanma gibi ihtiyaçlar için bir yer yoktu. İşçiler çoğu zaman beton üzerinde uyuyor, kampın silahlı yöneticileri tarafından her türlü aşağılanmaya ve işkenceye uğruyorlardı. Elmas madenlerinde çalışırken yaşadıkları cehennem böylece kesintisiz bir şekilde sürdürüldü. Madenlerde çalışan ve kamplarda yaşayanların çoğu kısa sürede öldü. O döneme dair kimi verilere göre kamplarda yaşayanların yarısından fazlası menenjit, tüberküloz, zatürre ve kötü beslenme nedeniyle oluşan bağırsak enfeksiyonundan hayatını kaybetti. Kalanlar ise iş kazalarında, salgın hastalıklarda, madende ve kamplarda yöneticilerin talimatlarına uymadıkları için uğradıkları işkence türü cezalarda katledildi. Bu ağır kölelik koşullarına rağmen İngiliz maden sanayii işgücü bulmakta neredeyse hiç zorluk çekmedi. Bunun bir nedeni sömürgecilik döneminden beri uygulanan talan ve köleleştirme yüzünden insanların çaresiz bırakılmalarıydı. Diğer nedenler ise bununla da bağlantılı olarak İngiliz emperyalizminin kimi siyah şeflerle kurduğu kirli işbirliği ve göçmen işçilerin varlığıydı. Cecil Rhodes başta olmak üzere kapitalist egemenler göçmen işçilerle Afrikalıları karşı karşıya getirerek sermayelerini büyütüyor, tekelleşme yolunda hızla ilerliyorlardı. Nitekim 1900’lerin başında Rhodes’in şirketi De Beers, Kimberley’deki elmas üretimini tek başına kontrol eder duruma gelmişti.
Sierra Leone örneği: Her elmas kanlıdır!
Güney Afrika için 1900’lere getirdiğimiz tarihsel sürece Sierra Leone örneğiyle devam edelim. Zira kıtadaki çoğu ülke gibi bu iki ülkenin geçmişi de birbirinin tekrarı mahiyetinde. Ülke köle ticareti yasaklandıktan sonra İngiliz kolonisi haline getirildi. Yerli nüfus İngiliz egemenler tarafından tarım plantasyonlarında, demiryolları yapımında baskı ve zorbalık altında çalıştırıldı. Elmasın keşfi burada da ülkenin kaderini değiştirdi. Güney Afrika’da olduğu gibi elmas halkın büyük çoğunluğu için en berbat şartlarda çalışmanın, yoksulluğun, köleliğin ve kanlı çatışmaların sebebi oldu. 1930’larda ülkenin doğusunda elmasın bulunmasıyla, kıtada akan kanın baş aktörlerinden Cecil Rhodes burayı da “fethe” çıktı. Rhodes’in şirketi De Beers burada bir yan kuruluş olarak Sierra Leone Selection Trust adlı bir şirket kurdu ve elmasların çıkartılıp işletilmesi konusunda bölgedeki koloni yönetimi ile 1935’te 99 yıllık bir anlaşma imzaladı. Böylece yeni elmas rezervleri keşfedildikçe De Beers tekelinin nüfuzu da alabildiğine güçlendi. Öyle ki 1920’lerde 3 milyon karat olan dünyadaki elmas üretimi, 1970’lerde 50 milyon karata, 1990’larda ise 100 milyon karata çıktı.[1] Bu sıçramalı yükselişte aslan payının De Beers tekeline ait olduğunu belirtmemize gerek bile yok.
İngiliz emperyalizmi elmaslar üzerinde kurduğu tahakkümü yıllarca sürdürdü. Sierra Leone’nin 1961 yılında siyasi bağımsızlığını kazanması da bu durumu değiştirmedi. “Ülkedeki zenginlikleri kontrol etmek isteyen uluslararası tekeller ve bölgesel güçler iç savaşa varan çatışma ortamı yaratarak ülkenin siyasi istikrara kavuşmasına izin vermediler. Milyonlarca insanın hayatını cehenneme çevirme pahasına askeri darbeler tezgâhlayarak, silahlı çetelerle kaçak silah ve elmas ticareti yaparak, uyuşturucu satarak daha da zenginleştiler. Sierra Leone’de 1991’de başlayan ve 12 yıl süren iç savaş da bunun bir parçasıydı. İç savaşın yarattığı yıkım ve tahribat halka büyük acılar yaşattı. Savaşta 100 binden fazla insan öldü, 2,5 milyon insan –ki bu nüfusun yarısı eder– evlerini terk etmek zorunda kaldı.”[2]
Savaşın başladığı 1991’den 2002’ye kadar ölenlerin yanı sıra, savaşa katılmayı reddeden yüz binlerce insan uzuvları kesilerek türlü işkencelere, tecavüzlere maruz bırakılırken, binlerce çocuk ve kadın seks kölesi yapıldı. De Beers tekelinin de baş azmettiricisi olduğu savaşın çarpıcı yönlerinden birisi de çocuk askerlerdi. RUF (Devrimci Birleşik Cephe) ile ordu arasında süren bu kanlı iç savaşta hem devlet hem de RUF militanları çocukları acımasızca silah altına aldı. 10 binlerce çocuk asker iç savaşa çekildi. Çocuklar özelinde yaratılan trajedi savaştan sonra da sürdü. Savaşın ardından çok sayıda eski çocuk asker, Afrika’daki çeşitli bölgesel güçlerin silahlı gruplarına katıldı. Kimi çocuk askerler ise özel askeri şirketler için istihdam kaynağına dönüştü. İddiaya göre, ABD’nin anlaşmalı olduğu Sabre International adlı özel askeri şirket, Afrika’dan elde ettiği ucuz insan kaynağını (çocuk askerler) daha sonra Irak ve Afganistan’da kullandı.
Ülkede binlerce insanın hâlâ sakat dolaşmasına sebep olan bu kanlı savaş, her ne kadar RUF ile devlet arasında yaşanan bir iç savaş olarak gözükse de, gerçekte bir elmas savaşıydı. 2000 yılında Sierra Leone’nin BM temsilcisi İbrahim Kamara şöyle diyordu: “Biz her zaman şuna inandık ki, Sierra Leone’deki çatışma ideolojik, etnik yahut bölgesel farklılıklardan meydana gelmedi. Çatışmanın kökeni elmaslar, elmaslar ve elmaslardır.”[3] Kıtadaki diğer çatışmalarla birlikte bu savaşın yıllara yayılmasının, içlerinde çocuk askerlerin olduğu silahlı çetelerin varlığını sürdürmesinin arkasında elmas madenlerinin kontrolünü ele geçirme mücadelesi bulunuyordu. Çatışmalarda kullanılan silahların finansmanı “kanlı elmas” satışlarından sağlanıyordu. Hakikaten De Beers, uluslararası finans kapitalin ve silah tekellerinin desteğiyle de, savaş boyunca bir taraftan elmas karşılığında sözümona devrimci cepheye silah ve mühimmat sağlarken; diğer taraftan aynı hizmeti yine elmas karşılığında devlet güçlerine sağlamıştır. Başta De Beers olmak üzere çeşitli tekellerin, şirketlerin, devletlerin, yasadışı örgütlerin içinde olduğu savaş yılları boyunca bölge uyuşturucu, silah ve elmas kaçakçılığının merkezlerinden biri haline gelmiştir. Tabir yerindeyse elmaslar üzerinden bir savaş ekonomisi yaratılmış, uluslararası tekeller ve bölgesel güçler bu ekonomiden muazzam zenginlikler elde etmiştir. De Beers’in bu ikiyüzlü ve kanlı oyunu Sierra Leone halkına tarihi boyunca unutamayacağı acılar yaşatmıştır.
Emperyalist yağma ve talana neredeyse kaçınılmaz bir biçimde emperyalist riyakârlık eşlik etmiştir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Sierra Leone örneği de bu bakımdan istisna teşkil etmez. Uluslararası tekeller elmas uğruna bölgeyi cehenneme çevirirken gıkı çıkmayanlar, daha sonraları burjuva mabetlerine astıkları “insan hakları” bildirgelerini hatırlayıp vaaz vermekte pek mahirdirler. BM tarafından “çatışma elmasları” (conflict diamonds) olarak da nitelendirilen “kanlı elmas” tanımı da tam bir emperyalist riyakârlık örneğidir. Sierra Leone’de olduğu gibi silahlı çetelerin denetiminde olan ve kaçak olarak satın alınan elmaslar “kanlı elmas” olarak adlandırılırken, yasal yollarla çıkarılan elmaslara “çatışmasız elmas” deniyor. Ancak “çatışmasız elmas” tanımı, elmas çıkarmanın ardındaki dizginsiz sömürüyü gizliyor. Dahası Sierra Leone’deki savaşın baş aktörlerinden olan De Beers’in de desteklediği bir kampanya yürüten burjuva etikçiler, 2003 yılında BM Genel Meclisinde bir uluslararası elmas sertifika programı yayınladılar. Adına Kimberley Sertifika Süreci dedikleri bu program ile “kanlı elmas” ticaretinin son bulacağını açıkladılar. Afrika’yı elmas uğruna kana boyayan Rhodes artıklarının bu kampanyaya destek vermesi manidardı. Zira bu anlaşmayla De Beers’ten alınmayan her elmasın kanlı olduğunu söylüyorlardı. İnsanları ve doğayı seviyorsanız elmasınızı De Beers’ten alın diyorlardı. Tarih bir anlamıyla bir kez daha emperyalist haydutlar tarafından tekerrür ettiriliyordu. Nitekim De Beers şirketinin kurucusu Cecil Rhodes, orijinal adı The Trade Diamond Consolidation Act olan ve elmas ticaretinin “kaçak” olarak yapılmasını engelleyen yasayı çıkardığında tarih 1882 idi. Aradan bir asırdan fazla zaman geçse de amaç aynıydı: elmas piyasasında tahakküm kurmuş De Beers tekelini korumak.
Elbette burjuvazinin ahlâkı uluslararası tekellerin çıkarlarını savunmak olduğundan bu yalanları pervasızca söylemelerinde şaşılacak bir yan yok. Fakat biz yine de ısrarla vurgulayalım. Her elmas kanlıdır ve sermayenin lanetine uğramıştır. Çünkü yasal yollarla çıkarılsa bile elmas doğaya çok büyük zararlar verdiği gibi elmas madenlerinde çalışanların hayatlarını da cehenneme çeviriyor. Güney Afrika, Sierra Leone, Kongo, Angola ve kıtanın diğer ülkelerinde elmas ve diğer madenler keşfedildiğinden bu yana yoksul halk gün yüzü göremiyor. Sıcak savaşlar ve kanlı çatışmalar olmasa bile her gün binlerce Afrikalı yukarıda çeşitli kesitlerini aktarmaya çalıştığımız son derece kanlı bir sömürü sürecinin içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Elmas madenlerinin kirli ve çamurlu suları çoğu kez küçücük çocukların kanlarıyla sulanıyor. Burjuvaların “çatışmasız” diyerek aklamaya çalıştıkları elmasların büyük bir kısmı, kölelik koşullarında, günde 1 dolara çalıştırılan bu çocuk işçilerin dizginsiz sömürüsüyle çıkartılıyor. Dahası ışıltının ardındaki dizginsiz sömürü elmasın çıkartılmasıyla son bulmuyor. Elmasın işlenme sürecinde sömürü çarkları olanca hızıyla dönmeye devam ediyor. ABD, İsrail ve Belçika gibi ülkeler elmasın işlenmesinde öne çıkartılsa da gerçekte elmasın işlenmesi büyük oranda Hindistan’da gerçekleşiyor. Sömürgecilerin kılıçlarında kanı asırlar boyu kurumamış Hindistan, bilindiği üzere bugün pek çok sektörde faaliyet yürüten uluslararası tekellerin ucuz işgücü cenneti konumunda. Hindistan’ın birçok kentinde kurulan elmas işleme atölyeleri Afrika’daki elmas madenleri gibi işçiler için birer sömürü cehennemidir.
Zevk uğruna doğaya ödetilen bedel
Elmas tekellerinin çıkarları ve burjuvaların zevki uğruna doğamız da acımasızca yok ediliyor. Afrika kıtası başta olmak üzere elmas madenlerinin olduğu bölgelere uydu görüntülerinden bakıldığında doğanın nasıl bir yıkıma uğratıldığı apaçık görülüyor. Afrika kıtasındaki elmas madenleri uzaydaki kara delikleri çağrıştırıyor. Sadece Afrika değil yerkürenin pek çok bölgesi böylesi deliklerle dolu. Öyle ki yeryüzünün en büyük çukurları listelense elmas, altın, bakır ve diğer madenler için kazılmış çukurlar bu listenin büyük bir kısmını doldurur. Bunların en büyüklerinden birisi insan eliyle kazılmış devasa Kimberley Çukurudur. Derinliği 1097 metre olan bu çukurdan 1866’dan 1914’e kadar 2722 kilo elmas çıkartıldığı söyleniyor. 2722 kilo elmas için madenden elle çıkartılan toprak miktarı ise 22,5 milyon ton! Yeryüzünde bunun gibi yüzlerce maden çukurunun olduğunu düşündüğümüzde, yerin üstünde ve altında yaratılan ekolojik yıkımın hangi boyutlara vardığını kestirmek zor değil. Bu madenlerin her biri bulundukları bölgelerde toprağın üstünde ve altında, maden çukurlarının çevresinde bulunan canlı habitatlarının tümünü yok ediyor. Madencilik faaliyetinin başlamasından sonra toprağın çürümesi, çölleşme ve kuraklaşma sebebiyle bu alanlar insan da dâhil hiçbir canlı türünün yaşam olanağı bulamadığı ölü hücrelere dönüşüyor. Bu çok yönlü ekolojik tahribat sadece karada değil denizde ve okyanuslarda da gerçekleştiriliyor. Elmas parçalarının çıkartılması için deniz ve okyanus bölgelerinde yapılan sondaj çalışmaları su altındaki canlı yaşamı da tamamen yok ediyor. Kısacası bir avuç kapitalistin lüksü ve keyfi için milyonlarca insana ve doğaya korkunç bedeller ödetiliyor.
Son yıllarda kanlı ve çatışmasız elmasın yanında bir de “sentetik elmas” piyasaya sürülüyor. Laboratuvar ortamında elmas üretiminin yaygınlaşmasıyla adını duyuran bu elmasa kimileri “etik elmas” diyor. Burjuvazinin bir kesiminin allayıp pulladığı “etik elmas”, madenlerden çıkarılan elmasın yol açtığı ekolojik yıkıma “farkındalığı” yüksek zenginlerin verdikleri sözde tepkiyi anlatıyor. Kendilerini modern simyacılar olarak da adlandıran bu “etik elmas” üreticileri arasında Kanlı Elmas filminin başrol oyuncusu Leonardo DiCaprio da yer alıyor. Sektörde faaliyet yürüten bir markayı milyar dolarlık değere ulaştıran bu aktörün, etik elmas kavramının yayılmasında önemli bir rol oynadığı söyleniyor. Ancak “etik elmas”çılar attıkları tüm taklalara rağmen şatafat düşkünü burjuvaları ikna etmiş değiller. Elmas tutkunu burjuvalar “doğal elmas”ın yerini hiçbir şeyin tutmayacağı konusunda ısrarcı. Ve elbette ki doğayı ve insanı sömürme konusunda da! İnsanlığın yüzyıllardır yarattığı birikim, bilim ve teknolojinin olanakları, sistemin çürümüşlüğünün güncel bir örneği olarak işte böyle saçmalıklarla çarçur ediliyor.
Bugün kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Genelleşmiş meta üretimine dayanan kapitalizm bilincimizi, güzellik algımızı ve bununla bağlantılı olarak bütün bir hayatımızı kendi egemenlik ilişkileri çerçevesinde şekillendiriyor. Kapitalizm özellikle bugünkü çürümüş haliyle, insana ait olan tüm duyguları ve algıları metalaştırmış ve işlevli sermaye birikim araçlarına dönüştürmüştür. Düzenin kitleleri gafil avlamakta kullandığı en etkili silahların başında ise cinsellik ve güzellik algısı geliyor. Bu iki cephe etrafında yaratılan kapitalist tüketim kültürü aynı zamanda her iki alanda gün geçtikçe genişleyen devasa endüstrilere/bacasız fabrikalara işaret ediyor. İşte De Beers şirketinin 1930’larda başlattığı kampanyanın neredeyse tüm kapitalist ülkelerde akıl almaz başarılar kaydetmesine,1500 yıllık Japon geleneğini kökünden sarsmasına bir de bu açıdan yaklaşmak gerekiyor.
Devrimci işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi savaşlara, sömürüye, doğanın talanına ve eşitsizliğin bütün biçimlerine karşı koyuşu da içeren gerçek anlamda bir insanlaşma mücadelesidir. Kavgamız insanlığı zorunluluklar âleminin bütün prangalarından kurtarıp, asırlardır hasretini çektiği özgürlükler dünyasına, komünizme ulaştırma kavgasıdır. “Marx’ın belirttiği gibi, komünizm varoluşla öz, özgürlükle zorunluluk, bireyle tür arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür. Kısacası o, tarihin bilmecesinin çözümüdür. Geleceğin sınıfsız toplumu, insanla doğa ve insanla insan arasındaki uzlaşmaz çatışmaları ortadan kaldıran, insanın duygularını kelimenin gerçek anlamında insanlaştırıp varlığının toplumsal ve doğal özüne uygun hale getiren bir düzen olacaktır. Bugün kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında yaşamı sürüklemeye çalışan bahtsız kitleler, ancak kapitalizmi yıkıp sınıfsız toplum düzenine ilerlemeye koyulduklarında kişiliklerinin serpilip geliştiğini, maddi ve manevi ihtiyaçlarını tatmin edebildiklerini duyumsayabilecekler. Sınıfsız toplum düzeni, bireysel ve toplumsal çıkarların uyumunu sağlayan, en soylu insani ilkelerin benimsendiği ve bu değerlerin yaşamın vazgeçilmez bir parçası durumuna dönüştüğü bir toplumsal aşama olacak. İşte işçi ve emekçi kitlelerin gençliğinin sahip olması gereken gelecek budur ve bu genç kuşakların bugünkü görevi, böylesi bir geleceği fethetmek üzere zaman yitirmeksizin yola çıkmak olmalı!” (Elif Çağlı, Marksizm ve Gençlik, marksist.net)
KAYNAKÇA
- Rosa Luxemburg, Sermaye Birikiminin Tarihsel Koşulları, Kaynak Yay.
- Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay.
- Tolga Tören, “Yeni” Güney Afrika: Kararan Kapitalizm, Sav Yay.
- Halil Çelik, Uluslararası İşçiler Birliği (Birinci Enternasyonal), Prinkipo Yay.
- Elif Çağlı, Marx’ın Kapitalini Okumak/29, marksist.net
- https://www.theatlantic.com/magazine/archive/1982/02/have-you-ever-tried...
- https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezDetay.jsp?id=ic_keVd4FTcKZAqL...
- https://saatolog.com.tr/...
- https://www.evrensel.net/haber/345949/...
- https://euroasiajournal.org/
[2] Sierra Leone’deki Tanker Kazasının Hatırlattıkları, 15 Aralık 2021
link: Can Aytekin, Elmas Işıltısının Ardındaki Dizginsiz Sömürü, 18 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7833
Neden Öldük?
İnsanlığın Kurtuluşu Mücadelesinde Bir Sembol: “Ey Özgürlük”