Brezilya’da tüm dünyanın dikkatle izlediği başkanlık seçimlerinin 30 Ekimdeki ikinci turu İşçi Partisi (PT) lideri Lula da Silva’nın zaferiyle sonuçlandı. Yeniden seçilmediğinin ilan edilmesi durumunda sonuçları tanımayacağını söyleyen faşist devlet başkanı Jair Bolsonaro, beş yıl önce siyaseten yok edilmek için hapse atılan Lula karşısında yenilgiye uğradı. Üstelik Brezilya’da askeri diktatörlük döneminin sona erdiği 1980’li yıllardan bu yana ikinci kez seçilemeyen ilk başkan olarak tarihe geçti. Fakat ilk turda 6 milyon farkla geride kalırken ikinci turda bunu 2 milyona kadar indirdi.
Seçim sonuçları açıklandıktan sonra her ne kadar sokağa dökülen taraftarları anayolları kapatarak garnizon önlerinde darbe çağrıları yapsa da, Bolsonaro seçimden iki gün sonra kısa bir konuşma yapıp “barışçıl gösteri” vurgusu eşliğinde seçim sonuçlarını tanıyacağı mesajını verdi. İçişleri Bakanıysa zamanı geldiğinde anayasaya uygun şekilde (1 Ocak 2023) devir teslimin yapılacağını açıkladı. Bu noktada kuşkusuz, Bolsonaro’nun ABD’den ve ordudan beklediği desteği bulamaması, kimi burjuva kesimlerden yükselen homurtular ve çeşitli yerlerde emekçilerin bu holigan grupları püskürtmek için harekete geçmeleri belirleyici oldu.
Bolsonaro bu seçimlere Sosyal Liberal Parti yerine 2021’de katıldığı Liberal Partinin (PL) adayı olarak girdi. 2019’da serbest bırakılıp 2021’de siyasi yasakları kaldırılan Lula ise İşçi Partisinin (PT) başını çektiği geniş ittifakın adayıydı. Kamuoyu anketleri, Bolsonaro’nun daha ilk turda açık farkla geride kalacağı, Lula’nınsa çok daha yüksek bir oyla başkanlık koltuğuna oturacağı beklentilerini arttırmıştı. Ne var ki uzun bir süredir büyük bir çoğunluk için nefret figürüne dönüştüğü düşünülen Bolsonaro ilk turda %43 oy alarak Lula’nın sadece 5 puan gerisinde kalırken, ikinci turda oy oranını %49’a çıkararak farkı 1,8 puana indirmeyi başardı. Üstelik İşçi Partisinin başını çektiği sol ittifak parlamentoda çoğunluğu elde edemediği gibi ülkenin kalbini oluşturan São Paulo, Rio de Janeiro ve Minas Gerais eyaletlerinin valiliklerini Bolsonarocu adaylar kazandı.
Latin Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya’da, on üç yıllık PT iktidarının ardından sola ciddi bir darbe indirerek ve bu nedenle demoralizasyona da yol açarak iktidara gelmiş olan Bolsonaro’nun seçim yenilgisine uğratılması kuşkusuz işçi sınıfı ve sol açısından moral vericidir. Bununla birlikte Bolsonaro’nun beklenenden çok daha yüksek bir oy alabilmesi, işçi sınıfının örgütlü güçleri açısından, sadece Brezilya’ya has olmayan faşist yükseliş olgusunun ciddiyetle değerlendirilmesinin ve buna uygun politikalar izlenmesinin yakıcı zorunluluğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bolsonaro’nun bu kadar yüksek oy almasında elbette devlet aygıtının ve büyük medyanın tüm olanaklarını sonuna kadar kullanmasının, seçim döneminde sosyal yardımları arttırmasının, akaryakıt vergilerini azaltarak fiyatları düşürmesinin, tabanını oluşturan çeşitli kesimlere yardımlar dağıtmasının, her türlü yalanla, demagojiyle kitleleri aldatmasının ve korkutmasının, PT’nin güçlü olduğu bazı yoksul mahallelerde emekçilerin oy kullanmalarının asker ve polis baskısıyla engellenmesinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Fakat sermayeyi semirtip krizin faturasını emekçilere keserek sefaleti derinleştiren, sadece emeğin değil doğal kaynakların da yağmalanmasına hız kazandıran, koronavirüs salgınında izlediği politikalar yüzünden 700 binden fazla insanın ölümünden sorumlu olan, faşist askeri diktatörlük dönemini övgüyle yadeden, kadınlara, siyahlara, LGBT+ bireylere yönelik saldırıları kışkırtan faşist Bolsonaro’nun 58 milyon oy alabilmesinin salt bu faktörlerle açıklanamayacağı açıktır. Böylesi tek yönlü açıklamalarla kendini kandıran bir sol, nihayetinde işçi sınıfının karşı karşıya olduğu faşist tehdidin büyüklüğünün görülmesinin yanı sıra onu etkisiz hale getirmek için yapılması gerekenlerin de önünde engel oluşturacaktır.
Brezilya seçimleri, faşist tehdidi hiçe sayan, ayağa kalkan kitlelerin tüm enerjisini seçim sandığına hapseden politikaların yıkıcı sonuçlarını bir kez daha gösterirken, faşist demagojiyi teşhir edip boşa düşürmek yerine onunla aynı dalga boyunda hareket ederek oy devşirme politikasının oluşturduğu tuzağı da ortaya sermiştir. Bolsonaro “vatan, millet, din, aile” demagojik söylemiyle kitlelerin en geri yönlerine seslenirken, Lula dini söylemlerle, kişisel olarak kürtaja karşı olduğunu vurgulamasıyla, büyük ulus demagojisiyle, sınıf işbirlikçiliğiyle iktidara yürümüş ve kıl payıyla kazanmıştır. Ancak bu arada faşizmin harcına da kürek kürek çimento atarak onun temellerini sertleştirmiştir.
Nicedir pek çok yazımızda dikkat çektiğimiz gibi, tüm dünyada otoriter rejimlerin yaygınlaşıp, faşizm tehdidinin tırmandığı bir süreçten geçiyoruz. İtalya, Almanya, Fransa, Macaristan ve hatta İsveç gibi Avrupa ülkelerinde, Filipinler’de, Türkiye’de, Rusya’da, Hindistan’da ve daha pek çok yerde tanık olduğumuz bu olgunun kapitalizmin tarihsel kriziyle doğrudan ilişkili olduğunu biliyoruz. Kapitalizmin içine girdiği çıkışsızlığın kronik hale getirdiği yakıcı sorunlar bir yandan emekçilerin kitlesel isyanlarına kaynaklık ederken bir yandan da sınıfın örgütsüzlük koşullarından ve umutsuzluktan güç devşiren faşist hareketlere kan veriyor. Koşulları değiştirmeye gücü yetmeyen yoksul emekçiler kolaylıkla faşist demagojinin çekim alanına girebiliyor ve bu durum işçi sınıfı için her yönüyle büyük bir tehlike oluşturuyor. Elif Çağlı’nın dikkat çektiği gibi,
“Kitleleri büyük umutlardan derin hayal kırıklıklarına sürükleyen çalkantılı süreçler faşizmin kitle tabanı bulmasına elverişli bir ortam sunar. Demokrasi ve yaşam standardının yükselmesini beklerken, bastıran kriz ve savaş hali kitlelerde endişe ve huzursuzluk yaratır. İçine düştüğü durumun gerçek müsebbibini ve kurtuluş yolunu göremeyen örgütsüz kitleler her türlü aldanmaya açık hale gelirler. İçindeki öfkesini doğru yere kanalize edemeyen kitle, şoven ve faşist odakların yarattığı «ortak düşman» yalanına kanarak öfkesini egemen güçlerin işine yarayacak şekilde kardeş halklara yöneltebilir. Toplumda milliyetçilik bu temelde yükseltilir. Bonapartlar, Führerler kitlelerin cehaletini kendi mutlak diktatörlük emelleri için en bayağı şekilde kullanarak, toplumun kurtarıcısı pozuna bürünüp iktidara tırmanırlar.”[1]
Bugün Brezilya’da iki zıt eğilimi güçlü bir şekilde yansıtan siyasal tablo da böylesi bir çalkantılı dönemin ürünüdür. Dolayısıyla Bolsonaro’nun aldığı seçim yenilgisi faşist tehdidin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir kesinlikle. Sistemin keskin çelişkileri ortada durdukça ve Lula iktidarı bu çelişkiler karşısında emekçilerin çıkarlarını öne alan politikalar yerine sermaye programlarını izlemeyi sürdürdükçe, bu tehdidin yakın bir zamanda çok daha büyüyerek karşısına dikileceği aşikârdır. Nitekim 2018’de Bolsonaro’nun önünü açan tam da bu çizgi olmuştur.
Kısaca hatırlatacak olursak, 2002 ve 2006’da %60’ı aşan oy oranlarıyla umudun simgesi olarak iktidara gelen Lula, üçüncü dönem hakkı bulunmadığı için bir sonraki seçimlere katılamamış, ancak 2010 ve 2014’te de yine İşçi Partisinin adayı olan Dilma Rousseff kazanarak başkanlık koltuğuna oturmuştu. Ne var ki 2014 seçimlerinin ardından ağırlıklı olarak küçük-burjuva kesimlerin yer aldığı, yer yer faşizan nitelik kazanan protesto gösterileriyle kamuoyu oluşturarak PT’yi ve Rousseff’i yıpratma operasyonu yürüten burjuvazi, 2016’da Rousseff’i “yolsuzluk” bahanesiyle görevden uzaklaştırmıştı.[2] Çünkü tekelci sermaye çok daha sert ekonomik ve sosyal saldırı politikalarının hayata geçirilmesini, başta petrol şirketi Petrobas olmak üzere yaygın bir özelleştirmeye gidilmesini arzulamaktaydı. Bu bağlamda PT reformist ve işbirlikçi çizgisine rağmen finans kapital açısından “risk” olarak görülmekteydi.[3] Kuşkusuz Rousseff’in emekçi kitlelerde çok büyük tepkiler doğurmadan o kadar kolay görevden alınabilmesinde, patlak veren ekonomik krizin faturasının emekçilere kesilmesi, yolsuzlukların ayyuka çıkması ve sözde işçi partisi, özde burjuva bir sol parti olan PT’nin zaman içinde kendi burjuvazisini yaratması ve emekçilerin beklentilerine ihanet etmesinin büyük rolü vardı. O dönemde dile getirdiğimiz gibi, ulusal ve uluslararası sermaye çevreleriyle anlaşan ve genel olarak onlarla uyumlu bir ekonomik program uygulayan, ekonomik krizle boğuşmaya başladığı zaman ise faturayı sermaye sahiplerine yüklemek yerine sosyal yardımları kısmaya girişen PT, bir yandan da Bolsonaro’nun zaferinin zeminini döşemişti.[4]
O dönemde parlamento ve yargı darbeleriyle Lula’yı hapse atıp, Rousseff’’i görevden alan burjuva güçler, açıktan faşist söylemler kullanan Bolsonaro’nun önünü sonuna kadar açıyorlardı. 2018’e gelindiğinde seçim kampanyasında 1964 askeri faşist darbesini savunan, solcuları ülkeden temizleyeceğini, göçmenlere kapıları kapatacağını söyleyen, kadınları ve siyahları aşağılayan, eşcinsellere hakaretler yağdıran, “din, vatan, aile” faşist demagojisini dilinden düşürmeyen Bolsonaro, PT’nin adayının okullarda “gay çantası” dağıttığı, belediye başkanıyken kiliseleri kapattığı gibi iğrenç yalanlarla dindar yoksul emekçileri korkutmaya çalışmıştı. PT önderliği ise, bu hareketin gerçek niteliği gün gibi ortadayken, yargı ve parlamento darbeleriyle yön verilen faşist tırmanışına gözlerini kapatmıştı. Bolsonaro liderliğindeki faşist harekete karşı mücadeleyi tümüyle seçime ve seçim taktiklerine indirgeyen PT, bununla aynı zamanda işçi sınıfını da hazırlıksız bırakmıştı.[5]
Bu hazırlıksızlık, iktidara gelmesinin hemen ardından işçi sınıfına yönelik saldırıları arttıran ve 2020’de patlak veren Covid-19 salgını karşısında izlediği politikalarla büyük bir yıkım yaratan Bolsonaro karşısında emekçilerin kolunu kanadını kırdı. Covid-19 salgınıyla dalga geçen, gerekli önlemleri alıp sağlık sistemini buna uyarlamayan Bolsonaro’nun izlediği politika yüzünden 700 binden fazla insan öldü ve Brezilya ABD’den sonra en fazla insanın hayatını kaybettiği ülke haline geldi. 2021’e gelindiğinde ülkenin dört bir yanında milyonlarca emekçi sokağa dökülerek Bolsonaro’nun derhal görevden alınmasını istedi. Ne var ki PT bu isyan havasını değerlendirip Bolsonaro iktidarını hedef tahtasına oturtmak yerine yine “seçimleri bekleme” çağrısıyla kitleleri yatıştırmaya girişti. O günlerde Lula, Bolsonaro’nun dört yıllık görev süresine saygılı olmak adına bu harekete açıkça karşı çıktı. Aynı pasifist politika seçim döneminde de izlendi. Bolsonaro milyonları sokağa dökerken, burjuva güçlerle yaptığı ittifakın işçi-emekçi kitlelerin radikal eylemleriyle ve talepleriyle sarsılmasını ve düzenin yoldan çıkmasını istemeyen Lula seçim kampanyasının son dönemine kadar kitlesel mitingler düzenlemekten, emekçi mahallelerini seferber etmekten, kısacası işçi sınıfını aktive etmekten uzak durdu. Sonuç, kısa bir süre önce halk desteği dibe vuran Bolsonaro’nun kısa bir sure sonra %49 oy almayı başarması ve Lula’nın galibiyeti kıl payıyla yakalaması oldu!
PT’nin işçi sınıfını faşist tehdit karşısında bıraktığı hazırlıksızlık bugün de bakidir ve bunun dönüp PT ve Lula’yı da vuracak olan bir aymazlık olduğu açıktır. İçinden geçilen konjonktürde gerek ekonomik gerekse iç-dış politik tehditlere ağır şekilde maruz kalacağı kesin olan Lula ve PT, ancak burjuvazi karşısında işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin tam desteğini alırsa iktidarda kalabilir. Zira işçi sınıfına yönelik saldırıların durdurulması, emekçilerin beklentilerinin karşılanması, doğa talanına izin verilmemesi, doğrudan yerli ve yabancı sermayenin çıkarlarıyla şiddetli bir çatışma anlamına gelecektir. Bu çatışmanın göğüslenmesinin devrimci bir kararlılığı ve hazırlığı gerektirdiği açıktır. Fakat ne Lula, ne PT ne de diğer reformist müttefikleri böylesi bir politik çizgiye sahiptir. Aksine Lula, Bolsonaro muhalifi sağ güçlerle yaptığı ittifakla daha baştan elini kolunu bağlamış, ABD’ye, AB’ye ve yerli sermayeye ılımlı mesajlar vererek iktidara yürümüştür. Kendisine başkan yardımcısı olarak seçtiği, seçim çalışmalarını birlikte yürüttüğü ve geçiş sürecini koordine etmekle görevlendirdiği kişi bile, işçilerin grevlerini, protesto eylemlerini polis zoruyla ezen, 2016’da Rousseff’in görevden alınmasını destekleyen eski São Paulo valisi Gerardo Alckmin’dir.
Üstelik küresel kriz konjonktürü Lula iktidarının elini ekonomik olarak da iyice zora sokmaktadır. Bu tablonun Brezilya’yı önümüzdeki dönemde ciddi politik krizlere sürüklemesi kaçınılmazdır. Bu noktada küresel emperyalist kapışmanın da büyük bir rol oynayacağına şüphe yoktur. Çin ve Rusya’yla yakın ilişkiler içindeki Brezilya’da Lula emperyalist Doğu kampıyla Batı kampı arasında denge kurmak için incelikli bir burjuva politika izlemek zorunda kalacaktır. Bölgesinde bir alt-emperyalist güç olarak sivrilen ve BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) arasında yer alan Brezilya’da, bu noktada da belirleyici olan kuşkusuz Lula’nın değil tekelci sermayenin tercihleri olacaktır. Lula’ya ise bu patlamalı kriz konjonktüründe olası devrimci yükselişlerin önüne set çekme rolü düşecektir.
Dünyanın en büyük onuncu ekonomisine sahip olan Brezilya, 218 milyona yaklaşan nüfusuyla büyük bir işgücünü barındırırken, pek çok madende, tarım ürününde, et üretiminde dünya lideri konumunda, petrol üretiminde ise dünyanın en büyük petrol üreticileri arasında bulunuyor. Ama böyle bir ülkede nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan 125 milyon insan yeterli gıdaya ulaşamazken bunların 33 milyonu alenen açlık çekiyor. Lula bu çelişkiye vurgu yapıyor ve açlık sorununu ortadan kaldırmayı vaat ediyor. Amazonları korumaktan, çevreyi tahrip etmeden zenginlik yaratmaktan, sürdürülebilir kalkınmadan dem vuruyor. Ama bir yandan da burjuvaziye “mali disiplini” sağlama, bütçe açıklarını kapama sözleri veriyor. Reformizm bir kez daha kapitalizm gerçekliği karşısında sınıf tutumunu göstermek zorunda kalacaktır: Krize giren düzeni ve burjuvazinin çıkarlarını korumak mı, emekçi sınıfların çıkarlarını öne alan bir ekonomik-sosyal programı hayata geçirmeye çalışmak mı? Bir burjuva sol parti olarak PT’nin de onun lideri Lula’nın da izleyeceği yol ne yazık ki baştan bellidir, bu yolun çıkacağı yer de öyle! Yunanistan’da Çipras’ın, İspanya’da Podemos’un, Meksika’da Obrador’un, Şili’de Boric’in, Kolombiya’da Petro’nun vb. geçtiği yolları 2000’lerin başında bizzat Lula/PT açmıştı. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, o yolların nereye çıktığı belliyken Lula ve PT bir kez daha aynı çıkmaz sokağa dalmıştır:
“2000’lerin başından bu yana pek çok ülkede iktidara gelen reformist partiler, genelde devrimci durumların üzerinde yükselmiş ve bu yükselişi reform vaatleriyle pörsütüp sönümlendirerek tehlikedeki düzeni kurtarma rolünü üstlenmişlerdir. Aslında bu durum, iktidara gelen reformist sol için bir Pirus zaferine işaret etmektedir. Zira zafer kazanarak iktidara gelmiş görünen bu partiler, emekçi kitlelere yönelik reform ve iyileştirme vaatlerinin bile kapitalizm duvarına çarpması nedeniyle daha baştan hezimetle sonuçlanan bir sona sürüklenmektedirler.”[6]
Bu hezimet ne yazık ki sadece iktidarı kaybetmek değil faşist hareketlere güç kazandırarak gitmeyi de içermektedir. Önümüzdeki dönemde net bir şekilde göreceğimiz gibi Brezilya işçi sınıfı için mücadele Bolsonaro’yu sandığa gömmekle sona ermemiştir. Asıl belirleyici mücadele bundan sonra başlayacaktır. Bu mücadelenin kazanılmasındaki temel gereklilikse faşizm tehdidine ve kapitalist saldırılara karşı devrimci silahları kuşanarak hazırlanmaktır.
[1] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, marksist.com
[2] Demet Yalçın, Brezilya’da Neler Oluyor (Mayıs 2016), marksist.com
[3] Gülhan Dildar, Brezilya’da Oyun Devam Ediyor (Mayıs 2018), marksist.com
[4] Selim Fuat, Brezilya’da Faşist Tırmanış Süreci (Ekim 2018), marksist.com
[5] Selim Fuat, age
[6] İlkay Meriç, Şili’de Yeni Anayasa Neden Reddedildi (Eylül 2022), marksist.com
link: İlkay Meriç, Brezilya’da Lula İktidarı: Tehditler ve Açmazlar!, 21 Kasım 2022, https://marksist.net/node/7801
Bir Bombalı Saldırı ve Birçok Hesap
Rejimin Savaş Politikalarına Hayır!