Kapitalizmin krizi Türkiye’nin özgül koşulları ve sorunlarıyla birleşip bu topraklarda çok daha yıkıcı sonuçlar üretiyor. Adeta bir deprem dalgasının girdiği zayıf zeminli bir bölgede yıkıcılığının ve süresinin çok daha artması gibi, kriz dalgaları da Türkiye toplumunu sarstıkça sarsıyor. Rejim ise alabildiğine derin iktisadi kriz koşullarında günden güne daha sallantılı hale geliyor, sıkışıyor ve zihinsel olarak dağılıyor. Vaktini uzatmak için birbirini boşa çıkartan hamleler yapması da bundandır.
Türkiye ekonomisi tarihinin belki de en kötü dönemini yaşıyor, en azından emekçiler açısından durum bu. Tam bir yıkım söz konusu. Erdoğan, “Milletin kesesinden geçinenlere rağmen ekonomimizi her yıl büyütmeyi başardık” dese de bu büyümenin, onu yaratan emekçilere bir faydası yoktur. Emekçilerin sömürüsü artmış, pastadan aldıkları pay küçülmüştür. Payı artan ise “milletin kesesinden geçinenler”dir. Açıklanan tüm resmi veriler yalan olduğu gibi, onların yorumlanışı da insanları ahmak yerine koyan çarpıtmalardan oluşuyor. Son örnek, kişi başına milli gelir hususunda geldi. Milli gelir ülke tarihinde ilk kez 7 yıl üst üste düşmüş, kişi başına milli gelir de 2013’te 12 bin doların üzerindeyken, önceki yıl 8600 dolara gerilemişti. Ama Erdoğan sanki büyük artış varmış gibi, kişi başı milli gelirin bugün 9500 dolara “dayanmasından”, bunun izlenen politikaların doğruluğunu gösterdiğinden, daha da iyiye gideceğinden bahsediyor! Benzer bir yalan birkaç ay önce de kur üzerinden pompalanmıştı: Fırlayıp giden döviz kurlarının bir parça gerilemesi, büyük başarı olarak takdim edilmişti.
İktidar, faizleri indirerek kredileri ucuzlatmayı ve böylece hem tüketimi hem üretimi hem de yatırımı canlı tutmayı hedefliyordu. Ama ne üretim istenildiği kadar arttı ne de yatırımlar büyüdü. Diğer taraftan kurun artmasıyla ihracatın artıp ithalatın azalacağını, bunun da döviz girdisini arttırarak cari açığı azaltacağını ve böylelikle aynı zamanda kuru dengeleyecek bir faktör olacağını düşünüyordu.[1] Yani enflasyon ve dövizin belli ölçüde artması, izlenen politikanın istenmeyen değil, bilinen ve göze alınan sonuçlarıydı. Kaçındıkları şey enflasyonun tamamen kontrolden çıkması, kurların istenilenden daha da fazla artmasıydı. O da oldu! Eylül 2021’de resmi enflasyon oranı %19,5, dolar kuru da 8,8 lira düzeyindeydi. Faiz indirimlerinin ardından Ağustos 2022’de resmi enflasyon %80 ve dolar kuru da 18,2 lira düzeyine fırladı. Gerçek enflasyonsa %180’lere ulaşmış durumda.
Faiz tartışması iktidar sözcüleri ile burjuva iktisatçılar arasındaki temel başlıklardan biri. Sermayenin cephesinden konuşanların aksine emeğin cephesinden konuşan birinin, iktidarı, “vay efendim niye faizleri arttırmıyorsunuz” diye eleştirmesi sözkonusu olamaz. Eleştirilmesi ve teşhir edilmesi gereken şey, dillendirilen yalanlar ve faturanın emekçilere kesiliyor oluşudur. Bu hususta iktidarın politikası esasen iki temel yalana dayanıyor.
Birincisi, faizlerin indirildiği yalanıdır. Aklı başında herkes gerçekte faizlerin inmediğini görüp söylüyor. İndirdikleri faiz Merkez Bankasının bankalara verirken uyguladığı faizdir (politika faizi). Oysa insanların ihtiyaçları için bankalardan aldıkları kredi faizleri inmemiş, bilakis artmıştır! Yani Merkez Bankası bankalara daha ucuz para vermekte, bankalarsa bu parayı vatandaşa katlarca fazlasına satmaktadır. Bankaların bu yıl önceki yıla kıyasla 4-5 katına varan kârlar açıklamaları, faiz indiriminden sonra borsada banka hisselerinin coşması boşuna değildir. Hiper enflasyon, her geçen gün azalan alım gücü ve fiyatların daha da artacağı endişesiyle emekçiler, taleplerini ve tüketimlerini öne çekiyorlar. Yani daha sonra yapmayı düşündükleri harcamaları bugün yapmaya çalışıyorlar. Ama bunun için de kredi kartlarına ve tüketici kredilerine başvurarak borçlandıkça borçlanıyorlar. Kazanan yine bankalar oluyor. Banka kârlarındaki patlamanın bir diğer nedeni de KKM (Kur Korumalı Mevduat) sistemi sayesinde, vatandaştan çok düşük faizle para toplayabilmeleridir. Uygulamanın doğuracağı fazladan yükü Hazine’nin üstlendiğini söylüyorlar da peki Hazine nereden besleniyor? Ödediğimiz vergilerden. KKM uygulamasıyla Mart-Temmuz döneminde Hazine’den aktarılan para 70 milyar lirayı geçiyor (Merkez Bankasından ödenen meblağ ise adeta devlet sırrı, açıklanmıyor) ki bunun anlamı her birimizin cebinden 830 liranın alınıp zenginlere aktarıldığıdır.
Diğer taraftan devlet gerek içeriden gerek dışarıdan borçlanırken de daha fazla faiz ödemektedir ve üstelik izlenen politika nedeniyle kurlar fırladığı için binen yük inanılmaz boyutlardadır. Geçen yıl Hazine’nin iç borç toplamı 1,2 trilyon ve buna ödeyeceği faiz 700 milyar lira iken, bu yıl borç stoku 1,7 trilyona çıkmış, ödenmesi gereken faiz ise tam 2,4 trilyon liraya fırlamıştır. Yarım trilyon dolara yaklaşan dış borç yükü de cabası. Bu yükün başta hiper enflasyon olmak üzere çeşitli yöntemlerle halkın sırtına bindirildiği sır değildir. İktidar güya faizleri indirerek kredileri de canlı tutacak, böylelikle piyasa da canlı olacaktı. Ama işler hiç de planladıkları gibi gitmiyor. Merkez Bankası Başkanının kredilerin pahalılığından yakınan sanayicilere verdiği “almayın o zaman kardeşim” yanıtı çok şey anlatıyor.
İkincisi, konunun diğer boyutunu oluşturan enflasyon hususudur. Hükümetin enflasyonla mücadele ettiği iddiası da bir yalandır. İzlenen politikayla enflasyonun düşmesinin mümkün olmadığını bal gibi iktidar da bilmektedir. Kimi muhalif iktisatçıların çizmeye çalıştığı gibi, zırcahillik nedeniyle bu politikayı izliyor değiller. Hayır, enflasyonu düşürmeyi, gelinen noktada artık önemsemiyorlar. Maliye Bakanının ağzından kaçırdığı “biz büyümeyi enflasyona tercih ettik” sözü gerçeği itiraf demektir. Tek tek yıkılan muhtelif umutlardan sonra, savunabileceklerini düşündükleri son mevziyi savunuyorlar. “Evet durum kötü ama sabredin yakında düze çıkılacak” deniliyor ve iktidar sözcülerinden imamlara kadar koro başlıyor bilindik şükür dualarını okumaya: “En azından işiniz var eve ekmek giriyor, şükredin”. Son mevzileri, artan işsizliğe rağmen istihdamda katastrofik bir çöküş yaşanmamasıdır. Bu yüzden de piyasayı canlı ve üretimi ayakta tutmaya, fabrikaların ve işletmelerin kapanmamasını sağlamaya çabalıyorlar. Seçime kadar (eğer olacaksa) büyük bir işten çıkarma dalgası yaşanmasın yeter, sonrası Allah kerim! Burjuva kriterlere göre bile işsiz sayısının 9 milyona dayandığı koşullarda, Erdoğan’ın “utanmadan sıkılmadan diyorlar ki işsizlik var. Ne işsizliği ya? Yeter ki iş istesin vatandaş, iş. İş çok.” yalanını cansiperane savunması işte bundandır! Ama üretilen ürünleri tarihin en büyük yoksullaşmasına maruz bırakılan yerli emekçiler alamayacağına göre, ihracata yüklenmek gerekiyor ve onu kolaylaştırmak için de TL değersizleştiriliyor. Faiz düşürdükleri için dövizin artması istenmeyen bir sonuç değildir onlar için, yeter ki belli düzeyler aşılmasın ve kontrolsüz bir fırlama olmasın. Yani adı konulmadan fiilen devalüasyon yapıyorlar ve açıkça halkı soyuyorlar.
Ülke tarihinin hiçbir döneminde bu denli hızlı bir yoksullaşma yaşanmış değildir. Üstelik bu yoksullaşma, ekonomi ve milli gelir büyürken yaşanıyor. Böylelikle bir kez daha ekonomik büyüme ile reel ücretlerin artışı arasında zorunlu bir paralellik olmadığı ortaya çıkmış oluyor. TÜİK’in resmi verileri bile bu gerçeği ortaya koyuyor. Dünyada en hızlı büyüyen üçüncü ülke olarak gözüken Türkiye’de (resmi rakam bu yılın ikinci çeyreğinde %7,6 büyüme diyor), emekçilerin milli gelirden aldıkları pay, son üç yıldır sürekli olarak düşerek %25 düzeyine inmiştir. Bunun tek anlamı, AKP’nin izlediği politikalar ve sınıf hareketinin güçsüzlüğü nedeniyle kapitalist sömürünün arttığı ve ücretlilerin daha da yoksullaştığıdır. Açıklanan veriler bu büyümede aslan payını sıradan insanların borçlanarak yaptıkları tüketimdeki artışın oluşturduğunu ortaya koyuyor. Geçen yıla göre %125 artan bireysel tüketim harcamalarının büyümeye puan olarak katkısı, sanayi ve hizmet sektörlerindeki artışın yaptığı katkıdan çok daha fazladır. Emekçiler bu süreçte daha da yoksullaştıklarına göre tüketimdeki bu artışın tek açıklaması, sırtlarındaki borç yükünün kat be kat arttığı, geleceklerini çok daha büyük oranda ipotek altına sokmuş olduklarıdır. Artan sadece kişilerin borçları da değildir, şirketler de borç içerisindedir. Ağustos ayı itibarıyla icra dairelerindeki dosyaların sayısı 24 milyonu aşmıştır. Dev boyutlara ulaşan icralık borçlar, ödemeler zincirinde bir kopmanın ve iflaslar dizisinin kapıda olduğunu bağırıyor adeta.
İktidarın ekonomi ve finans alanında attığı adımlar arasında ciddi tutarsızlıklar göze çarpıyor. Bunda birinci neden, yaşanan sıkışmışlık durumundan çıkmak için artık sıklıkla deneme yanılma kabilinden uygulamalara girişilmesidir; orta ve uzun vadeli sonuçlarına bakmak, diğer faktörlerle etkileşimde nasıl sonuçlara yol açacağını düşünmek diye bir şey kalmamıştır, günü ve kısa vadeyi kurtarmak iktidarın yegâne mottosudur. Girdiği çıkmazda oradan oraya savrulan rejim, kendi dar çıkarları için en iyi olanı seçmeye çalışıyor ve ehven-i şer politikası izliyor. İzlediği politika toplamda sermayenin genel ve âli çıkarlarına ve hatta düzene zarar verse bile, rejimin ayakta kalması öncelik oluşturmaktadır. Zira ayakta kalan rejim, daha sonra bir şekilde işleri yoluna koyabileceğini hesaplıyor. Elbette işin bir de yetersizlik, kifayetsizlik boyutu vardır, bu da ikinci nedendir. Zira diğer alanlarda olduğu gibi ekonomi alanında da önemli karar pozisyonlarına getirilenlerde liyakate değil, Reise yakınlık ve yalakalık derecesine bakılmaktadır. Sonuç, burjuva iktisat profesörlerine saç baş yolduran kararların alınması, kısa süre sonra da bu kararları boşa çıkaran başka kararların alınarak kaotik bir durum yaratılmasıdır.
Hem faizleri aşağı çekmek hem de kurları kontrol altında tutmak istiyorlar. Ama burjuva iktisat teorisi, sermaye hareketlerinin serbest olduğu koşullarda ikisini birden gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu söylüyor. Sonuç, adını koymadan sermaye hareketlerini sınırlamaya girişmektir. Merkez Bankasının, bankaların uygulayacağı faiz oranlarına alt ve üst sınır getirmesi, onları Hazine bonosu almak zorunda bırakması vb. uygulamaların anlamı budur. Ama iç tutarlılığı olmayan ve hatta kimi kanunlara bile aykırı olan bu adımların yeni finansal krizleri besleyeceği de kesindir. Benzer zorunluluklar 1994 ve 2001 krizi öncesinde de bankalara dayatılmış, ardından banka iflasları yaşanmıştı. Bugün bankalar bu zorunluluklardan kaçmak için kredi musluklarını kesmeye başladılar, sonucun kredi hacminin daralması, ekonominin yavaşlaması, üretimin düşmesi ve istihdamın zayıflaması olması güçlü ihtimaldir. Tüm gelişmeler krizin daha da ağırlaşacağına ve emekçilerin daha fazla yoksullaşacağına işaret ediyor. Uluslararası finans kapital de bu durumu gördüğünden, Türkiye’nin kredi notunu çöp seviyesinin hemen üstüne kadar indirdiler.[2]
Bu yıkım tablosunu herkes iliklerine kadar hissederken iktidarın toplumun gözünü iktisadi yalanlar ve vaatlerle boyaması mümkün değildir. Dış politikada kahramanlık menkıbeleri de artık büyük ölçüde sökmüyor; aklı başında olan herkes, bu alanda sürekli tükürdüğünü yalayan bir konuma gelindiğini görüyor. Toplumun gelecek umutları çoktan sönüp gitmiş durumda. Bu koşullarda kitlelere umut aşılayamayan faşist rejim, kurulduğu günden bu yana dayandığı iki araca yükleniyor: Sopa ve Diyanet.
Sopa ve Diyanet
On binlere varan sayıda muhalif, Kürt siyasetçiler, sosyalistler, devrimci öğrenciler terörist yaftasıyla derdest edilip hapse tıkılmış durumda. Kentin ana meydanlarını bir tarafa bıraktık, sokaklar bile halkın en haklı tepkisini dile getirmesine kapatılmış halde. Hakkını arayan öğretmenler “çapulcu” ilan ediliyor, coplanıyor, yerlerde sürüklenip gözaltına alınıyor. Hakkını arayan, yaşam güvencesi isteyen doktorlar en yetkili ağızlardan aşağılanıp meydanlara çıktıklarında da gaza boğuluyorlar. Kameralara duygu ve düşüncelerini söyleyenler, sosyal medyada muhalif paylaşımda bulunanlar gözaltına alınıyor. Grev yapan işçiler eğer ses getirmeye başlayan bir direniş sergiliyorlarsa derhal polis ve jandarma terörüne maruz kalıyorlar. Öğrencilerin kafalarını kaldırmalarına bile izin verilmiyor. LGBT+’lar ötekileştirilmekle kalınmıyor en resmi ağızlardan sapık ilan ediliyor, terörist olarak damgalanıyor, tüm dünyada sembolleri olan gökkuşağı bayrağı terörist örgüt alameti sayılıyor savcılık iddianamelerinde. İktidarın savunduğundan farklı yaşam tarzlarına sahip olanlar özellikle de kadınlar dinci gericiliğin sivil baskısı ve saldırısı altındadır. Ahlâki yargılar kanun yerine konulmaktadır. İş o noktaya gelmiş durumdadır ki, insanların kitleler halinde bir araya gelip eğlenmeleri bile yasaklanmaktadır. Faşist iktidarın düzenlemediği tüm festivaller ve konserler, güvenlik gerekçesiyle, terörizm suçlamasıyla, din karşıtlığı iddiasıyla yasaklanır olmuştur. Son dört ayda onlarca festival ve konser yasaklanmıştır. Yayın ve erişim yasakları o boyuta vardı ki, bir habere erişim yasağını haber yapanlara dahi erişim yasağı uygulanıyor. Düzen muhalefetinin aksine gerçek demokratik muhalefet durumundaki sol ve sosyalist saflara dönük baskıların arkası hiç kesilmiyor. Zaten devletin polisi ve jandarmasının keyfi baskılarının yanı sıra dağıtım tekelleri tarafından da köşeye sıkıştırılan muhalif gazeteler, boğuştukları mali yetersizlikleri daha da arttırarak yok edilmeye çalışılıyor. Evrensel, BirGün ve Yeni Yaşam gazetelerine dönük “ilan kesme” cezalarının anlamı budur. Yani iktidar muhalefeti çaktırmadan susturmak için de girişimlerini eksik etmiyor. Tüm bu baskılar nedeniyle, Türkiye dış dünyada “seçimli otokrasi” olarak tanımlanıyor, ama Erdoğan “elini vicdanına koyan herkes kabul edecektir ki bugünün Türkiye'si 21 yıl öncesine göre daha demokratik, daha özgür, fırsat eşitliğinin olduğu bir Türkiye’dir” yalanını tekrarlamaktan geri durmuyor!
Faşist rejimin inşa sürecinin başından beri, dini suiistimalin onun ideoloji ve söyleminde özel bir yeri olduğunu vurguluyoruz. Yıllardır bireylerin olduğu kadar toplumsal yaşamın kendisinde de din giderek artan ölçüde bir referans kaynağı haline getirildi. İslam dini ve onun da bir mezhebine dayalı inançlar, toplumsal yaşama artan ölçüde dayatılıyor. Konser ve festivallerin yasaklanmasında bile “dini değerler” argümanı ileri sürülebiliyor. Dindar olmayanların dine dair söyledikleri her şey, dine ve dini değerlere bir saldırı olarak yorumlanıyor. Hem iktidar hem onun medyası ve üstelik hem de yargı tarafından. Ve aslında sanki insanlar belli bir dine muhakkak mensup olmak ve dini değer yargılarına göre hareket etmek zorundalarmış gibi bir hava yaratılarak aksi davranış ve düşüncedekiler derhal bir linç kampanyasının hedefi haline getiriliyorlar. Üstelik bu tutum, geçmişten farklı olarak, artık resmi belge ve raporlara da üstü örtülmeye ihtiyaç bile duyulmaksızın açıkça yansıtılıyor. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığının Din Öğretimi faaliyet raporunda “temel politika ve öncelikler” olarak saptanan şey şu: “Gençlerimizi, İslam dışı inançlara ilgi duymaktan ve zararlı cereyanların ağına düşmekten korumak ve onları din konusunda sağlıklı bilgilendirip, aydınlatmak, dünya-ahiret dengesini gözeten ve bu anlayışa sahip olan bireylerin yetişmesini sağlamak.” İslam dışındaki dini inanışlara sahip olmak adeta yasaklanırken, dinsizlik, deistlik vb. düşünceler de “zararlı cereyanlar” olarak damgalanıyor. Erdoğan bu tutumu, dinsizleri insan yerine bile koymadığını, onların vatan haini ve dış güçlerin ajanı olduğunu söyleyecek kadar ileri taşıyor: “Allahsız Alevilik olmaz, Muhammetsiz Alevilik olmaz, Alisiz Alevilik olmaz. Dinsiz, amelsiz sadece sapkınlığın üzerine bina edilmiş Alevilik, Müslümanlık, Türklük, Kürtlük hatta insanlık da olmaz. Her kim aksini iddia ediyorsa kim bilir hangi karanlık mihraktan besleniyordur. Kim bilir hangi yabancı istihbarat teşkilatına çalışıyordur. … bunların hiçbirini milletimiz de, tarih de affetmez, konunun hukuk yönü varsa yargı da affetmez.”
İktidar din hususu üzerinden toplumu kutuplaştırmak için her fırsatı kullanıyor. Bunun son örneği de Gülşen adlı şarkıcının sahnede İmam-Hatip liseleriyle ilgili olarak söylediği sözler nedeniyle gözaltına alınması ve ardından tutuklanması oldu. Bu sözlerin sarf edilişinin üzerinden dört ay geçmiş olmasına rağmen, olayın bugün gündeme getirilmiş olmasının tek bir açıklaması mevcut kuşkusuz: İktidar gündemi saptırmayı, dikkatleri kendi istediği alana çekmeyi, böylelikle yapay kutuplaştırmayı ve gerginliği arttırmayı hedefliyor. Bunda bugüne kadar hep dini inançları suiistimal etmeye başvurdu. Laik geçinen TC devletinin Diyanet İşleri Başkanlığı da iktidarın başından beri önemli propaganda araçlarından biri olmuştur. O alanda diğer dini grup ve cemaatlerle verilen mücadele sonucunda Diyanet artık tümüyle AKP’nin hizmetindedir. Diyanetin düzenlediği son olağandışı il müftüleri toplantısında, tüm müftülere “Seçime dokuz ay kaldı. Kazanırsak hep beraber kazanırız, kaybedersek hep beraber kaybederiz. Herkes ev ev gezsin” dendiği, bilgi sızmaması talimatı verildiği yönündeki haberler basına yansımış durumdadır.
Ne var ki rejimin din üzerinden toplumu kutuplaştırma siyaseti giderek aşınıyor. Diyanet bu denli siyasallaşıp, iktidar partisinin propaganda bürosuna dönüşünce samimi dindarların dahi tepkisi artıyor. Din toplumun düzenleyicisi konumuna geldikçe imamlar da kendi hadlerini fena halde aşmaya başlıyor, her konuda ahkâm kesmeye girişiyorlar. İmamların ipe sapa gelmez açıklamalarından çeşitli cemaatler içinde ayyuka çıkan suiistimallere, cemaatlerin holdingleşmesinden Diyanet’in abartılı harcamalarına, çocuk ve kadınların tacize tecavüze uğramasına tepki verilmemesinden akla ziyan fetvalara kadar bir dizi rezillik yaşanıyor. Yaşanan rezilliklerde her türlü sınırın aşılmasının sonuçlarından biri halkın Diyanet’in gerçek yüzünü görmeye başlaması ve artık ona güvenmemesidir.[3]
Adalet saraya girdi, halk ulaşamıyor
Yargı ise hepten feci durumda. İktidarın önünde ceketini ilikleyen savcı ve hâkimler, yasalara ve yönetmeliklere aykırı olarak belli noktalara atanıyorlar. Ardından da iktidarın kilit önemde gördüğü ya da üzerinden bir sansasyon çıkartmak istediği dava ve dosyalar bu mahkemelere veriliyor. Aslında kural ve kaidelerin hiçe sayılıp hâkiminden savcısına kadar her detayın bu denli inceden hesaplanması, iktidarın üzerlerinde kurduğu tüm tahakkümüne rağmen kendi yetiştirmesi ve beslemesi olmayan yargı mensuplarına güvenmediğini ortaya koyuyor. Demirtaş, Kavala ve Canan Kaftancıoğlu davalarında durum çıplak biçimde buydu. Toplumu din temelinde kutuplaştırmayı hedefleyen sansasyonel davalar kategorisinde son yaşanan vakada da (Gülşen’in tutuklanması) durum budur. Birkaç ay önce Sezen Aksu’ya kaç yıl önce yaptığı bir şarkının sözleri nedeniyle ölüm tehdidinde bulunanları “sert eleştiri yapmışlar” diyerek serbest bırakırken, profesör Celal Şengör’ü ateist görüşlerinden ötürü “dini değerleri aşağıladığı” iddiasıyla ifadeye çağıran da aynı savcıdır.
Partisinin isminde Adalet kelimesini geçirenlerin büyük yıkıma uğrattığı kurumlardan biridir Yargı. Bugün AKP’yi destekleyen sıradan emekçiler bile yargı sisteminin iflas ettiğini görüyor, adaletin esamisinin okunmadığını biliyorlar. Ülke tarihinin hiçbir döneminde yargı kurumu bu denli adaletten uzak bir manzara sergilemedi. İktidarla aynı fikirdeyseniz, söylediğiniz hiçbir şey nefret suçu kapsamına giremez. Kadınları, LGBTİ’leri, azınlıkları vb. açıkça aşağılayanların sözleri hakaret sayılmıyor, tehditleri dikkate alınmıyor, onlar mahkeme ve savcılıkların kapısından bile girmiyorlar. Yolsuzluk yapıp halkın parasını çalanlar, doğayı katledenler de öyle. Dini duyguları istismar edenler, camileri AKP’nin propaganda merkezine, İmam-Hatip liselerini parti okulu haline dönüştürenlerse cezalandırılmak şöyle dursun ödüllendiriliyorlar. Cami minberlerinden kin ve nefret saçan, pedofiliyi (çocukların cinsel tacizini) mazur gösterip normalleştiren, namaz kılmayanı oruç tutmayanı cezalandırma gereğini savunan imamların ve hatta aynı şeyleri savunan sözde akademisyenlerin hiçbiri hakkında ne idari ne hukuki bir işlem yapılıyor. Sedat Peker’in açıklamaları doğrultusunda savcılar anlamlı bir soruşturma süreci başlatmış değiller. İş cinayetlerinin faillerini, çocuklara tacizde bulunanları, tecavüzcüleri, kadına şiddet uygulayanları tutuksuz yargılayan, bazense salıveren mahkemeler, iş muhalif kimliği ya da yaşam tarzı nedeniyle hedef haline getirilenlere gelince, sırf sarf ettikleri sözler nedeniyle onları tutukluyorlar. Muhalif sanatçıları hedef gösterirken de tek bir amaçları var: Topluma korku salmak, gözdağı vermek ve onu dini inançlar temelinde kutuplaştırmak.
Türkiye’nin bugünkü durumunun uzun süre sürdürülemeyeceği açıktır ve her geçen gün hem ekonomi hem de devlet işleyişi çok daha kalıcı/yapısal yaralar alıyor. Ancak burjuva muhalefetin düzen korkusundan beslenen stratejisi nedeniyle burjuvazinin bu krizden nasıl çıkacağı da belli değildir. Bugünkü durumu yaratan rejim tüm gücüyle iktidara asılmaktadır ve varlığını korumak amacıyla becerebileceğini kestirdiği her türlü melanete başvurabilir. Düzen muhalefeti ise bu olasılığı ısrarla görmezden gelerek, “seçimlere” gün sayıyor.
Boş hayallere de umutsuzluğa da geçit vermeyelim
Burjuva muhalefet sorunların çözümü için seçime işaret ediyor ve halka da sabır çağrısında bulunuyor: Aman gerginlik çıkartmayalım, aman itidalli olalım! Seçimin yapılacağı konusunda tereddüt taşımadıkları gibi, seçimi kazanacakları konusunda da kendilerinden pek eminler: “Sandık gelecek. Sabırla sandığı bekleyeceğiz. Tahrik edecekler. Sokağa çıkmamızı sağlamak için her türlü tahriki yapacaklar. Sakin olacağız, sabırlı olacağız. Sandık gelecek, Allah nasip ederse demokratik yollarla hakkını teslim edeceğiz, indireceğiz” diyor Kılıçdaroğlu. Bu yaklaşım, sürecin kendisini, aksaklıklar, sahtekârlıklar vb. olsa da bir bütün olarak olağan bir süreç şeklinde algılattığı için yanlıştır ve vahim sonuçlara gebedir. Kimi sosyalist çevreler de sürece dair bu yanılsamaları paylaşabiliyor. Ekonomik yıkımın iktidarın işini otomatikman bitireceğini düşünenler, karşısına dikildikleri aygıtın faşist bir aygıt olduğunu görmezden gelerek ölümcül bir hata yapıyorlar. İktidarın elinde dev bir propaganda aygıtı, koca bir silahlı güç, istihbarat kurumları, kontrgerilla örgütleri, toplumun derinliklerine inmiş bir siyasal örgütlenme ve tepe tepe kullandığı bir dini söylem olduğu unutulmamalıdır. Durum buyken, hele de Kürtlerin desteğini kazanamadığı sürece, düzen muhalefetinin işi hiç de söyledikleri kadar kolay olmayacaktır.
İçinden geçilen olağanüstü koşullarda, eğer yapılırsa seçimlerin de olağan bir nitelikte olmayacağı hiç akıldan çıkartılmamalıdır. Unutmayalım, ortaya sandığın konulması tek başına burjuva ölçülerde dahi demokratik bir seçim sürecinin işleyeceği anlamına gelmez. Ülkenin bugünkü şartlarında, yani faşizm altında, bu iktidardan demokratik bir seçim beklemek hayalciliktir, bunu söylemek halkı aldatmaktır. Sol ve sosyalist güçler açısından aslolan, faşizme karşı mücadeleyi seçim ittifaklarına ve kampanyalarına indirgemeden, işçi sınıfının örgütlü mücadelesine dayanan toplumsal bir yükselişi örmeye çalışmaktır. İşte bu yüzden tekrar tekrar vurguluyoruz, bu koşullarda seçim yapılması bile bir mücadele konusudur ve ancak iktidarı sıkıştırmakla mümkün olacaktır.
Boş umutlar yaymak yanlıştır, karamsarlık pompalamaksa daha da yanlıştır. Pasif bir şekilde gün sayarak beklemek değil, sınıf örgütlerini güçlendirmek ve emekçilerin seferberliğini sağlamak üzere harekete geçmek, bu doğrultuda ter akıtmak gerekiyor. İnsanların ihtiyaç duyduğu umut, yalanlar ve aptalca hayallerle değil, sağlam bir mücadele programı ve onu hayata geçirebilecek bir önderlikle sağlanabilir ancak. Emekçi kitlelerin ihtiyacı olan ve yaratmamız gereken de işte budur.
[1] Ama bunu da beceremediler, azalmasını umdukları dış ticaret açığı %147 artarak rekor kırdı!
[2] Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Fitch ve Moody’s, Türkiye’nin kredi notunu bir kez daha düşürdü. Artık kredi itibar notumuz Moğolistan, Nikaragua, Nijer, Pakistan, Tacikistan’la aynı düzeyde.
[3] Yapılan bir ankete göre her dört kişiden sadece biri Diyanet’in açıklamalarına itibar ediyor. Ona itibar edenler en çok AKP’yi destekleyenler arasından çıkıyor ama orada bile bu oran ancak %56’ya ulaşabiliyor.
link: Oktay Baran, Çöküşteki Ekonomi, Artan Baskı ve Çürüme, 13 Eylül 2022, https://marksist.net/node/7750
Üniversitelerde “Güvenlik ve Barınma Tedbirleri”
“Marksizm ve Gençlik” Yolumuzu Aydınlatıyor!