Macaristan’da 2010 yılından beri iktidarda olan Viktor Orban ve partisi Fidesz, 3 Nisanda yapılan seçimlerde yüzde 53 gibi bir çoğunlukla parlamentodaki 199 sandalyenin135’ini kazanarak yeniden iktidar oldu. Seçimler Orban’ın ezici zaferi olarak yorumlandı. Çünkü Macaristan’da 6 siyasi parti ortak aday çıkararak Orban iktidarını devirme hedefiyle seçime girdi ama sadece yüzde 35 oy alabildi. Ayrıca Orban’ın 2018 seçimlerinde aldığı oyu 2022 seçimlerinde arttırmasına karşın, 6’lı muhalefet bloku (Macaristan için Birlik) 2018’de aldığı toplam oyun da altında kaldı. Macaristan seçimlerinin sonuçları, ülkeyi 12 yıldır otoriter bir rejimle yöneten Orban’ın kendisine karşı birleşen burjuva muhalefet karşısında elde ettiği zafer dışında dünya üzerinde giderek etki alanını genişleten faşizm tehdidinin işçi sınıfının devrimci güçleri tarafından önü alınmadığında nasıl büyüdüğünü ve kitle tabanı bulduğunu göstermesi açısından da önemli.
Macaristan seçiminin sonuçları çeşitli benzerlikler nedeniyle Türkiye’de de yoğun gündem oldu. Siyasi iktidar sonuçları sevinçle karşıladı ve Türkiye’de 2023 yılında yapılacağı söylenen seçimler için örnek olduğunu iddia etti. Muhalif gazeteci, yorumcu ve siyasiler ise Macaristan seçimlerinden ders çıkarılması gerektiği yorumlarını yaptılar. Türkiye’de benzer şekilde kurulan 6’lı muhalefet blokuna (Millet ittifakı) Macaristan’da yaşananlar üzerinden rehavete kapılmama çağrılarında bulunuldu. Macaristan’da Orban’a karşı çıkarılan adayın Orban’ın benzeri aşırı muhafazakâr Katolik Peter Marki-Zay olmasının, 6’lı muhalefetin emekçi kitlelerin sorunlarına çözümler üreten bir propaganda yürütmemesinin, merkeze sadece Orban karşıtlığını koymasının, Orban’ın sağ siyasetinden farklı bir söylem kullanılmamasının alınan yenilgideki rolüne dikkat çekildi. Kuşkusuz bunlar doğrudur, ama eksik kalmaktadır. Çünkü Orban rejiminin yıkılmasının ötesine geçildiğinde, karşımıza kapitalizmin tarihsel kriz koşullarının yarattığı zemin ve bu zeminde hiçbir burjuva iktidarın emekçi kitlelerin kronikleşen sorunlarını çözemeyeceği gerçeği çıkmaktadır. Bu yüzden, kendi sorunlarına odaklı görünen bir düzen içi reçete propagandası yapılsa bile, bu emekçi kitlelerin önemli bir bölümüne inandırıcı görünmemektedir. Tam da bu tarihsel koşullar, tüm baskılara rağmen toplumun ağırlıklı bir bölümünü faşizan liderlere bel bağlama noktasına itebilmektedir.
Victor Orban iktidara geldiği 2010 yılından itibaren kademe kademe otoriter bir rejimin temellerini attı. Anayasa ve seçim yasasında iktidarını güçlendirecek değişiklikler yaptı. Anayasa mahkemesinin yetkileri tırpanlandı, özel savcıların yetkileri arttırıldı, kürtajın yasaklanmasından sokakta yatan evsizlerin hapse atılmasına ve daha pek çok temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına kadar çok sayıda yeni düzenleme getirildi. Seçim yasasında yaptığı değişiklikle birlikte, milletvekili sayısı 199’a düşürüldü. Seçimde en çok oyu alan parti, parlamentoda 106 milletvekili ile temsil ediliyor, kalan 93 milletvekili ise %5’lik barajı aşan partiler arasında bölüşülüyor. Orban, mutlak iktidarının devam etmesi için seçim bölgelerinin birleştirilmesi de dâhil, muhalefetin güçlü olduğu bölgelerde bir dizi değişikliği yürürlüğe koydu. Medyayı kendi kontrolüne alacağı bir yasayı parlamentodan geçirdi. Yazılı-görsel basın, internet üzerinden yayın yapan kuruluşlar “milli kimliği” güçlendirmeye yönelik yayın yapmadıkları gerekçesiyle baskıya maruz kaldılar.[1]
1 Ocak 2019 itibariyle yürürlüğe giren ve “köle yasası” olarak adlandırılan yasayla yıllık fazla çalışma süresi 250 saatten 400 saate yükseltildi. Fazla çalışma ücretinin işçilere ödenme süresi ise 3 yıla kadar uzatıldı. Orban hükümetinin amacı, uluslararası sermayenin özellikle otomotiv tekellerinin taleplerini yerine getirerek, Macaristan’ı ucuz ve güvencesiz emek cenneti olarak tercih edilebilir bir ülke yapmaktı. Pandemi öncesinde kapitalist hükümetlere, neo-liberal saldırılara, işsizlik, eşitsizlik, otoriter rejimlere karşı tüm dünyada yükselen sınıf hareketi Macaristan’da da etkili olmuştu. Kölelik yasasına ve Orban’ın otoriter rejimine karşı Macaristan işçi sınıfı alanlarda geniş katılımlı protestolar düzenlemişti. Fakat yine tüm dünya da olduğu gibi Macaristan sermaye sınıfı da koronavirüsü bahane ederek otoriter rejimi güçlendirdi ve yükselen tepkilerin önünü kesti. Yaratılan korku ortamının girdabına kapılan sağlı sollu muhalefetin de bu uygulamalara gerekli tepkiyi vermemesi sonucu Orban otoriter rejimini daha da güçlendirdi.
Covid-19 salgınını bahane eden Orban liderliğindeki Macaristan hükümeti OHAL ilan etti. OHAL’in ilanından sonra da “Koronavirüse Karşı Koruma Hakkında Kanun” başlığını taşıyan bir kanun çıkardı. Bu kanunla; yanlış ve çarpıtmaya yönelik açıklamalarda bulunanlara, açıklamalarını toplumu etkileyecek biçimde icra edenlere, korona önlemlerini engelleyecek beyanlarda bulunanlara, var olan durumu abartacak şekilde ifade edenlere bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası getirildi. Elbette Orban elinde tuttuğu güçle neyin gerçek, neyin yalan olduğuna da karar verme yetkisine sahipti. Koronavirüs tedbiri denilerek çıkarılan bu kanun sonucunda, işten çıkarmalara ses çıkarmak, geçim sıkıntısını protesto etmek, koronavirüse karşı mücadeleyi engelliyor denilerek baskı altına alındı.
12 yıllık iktidarında her fırsatı otoriter rejimi güçlendirmek için kullanan Viktor Orban seçmen kitlesini dış düşman ve göçmen karşıtlığı üzerinden yarattığı korku ve güvensizlik atmosferiyle etrafına topladı. Ekonomik krizin derinleştiği, eşitsizliklerin arttığı günümüzde bu kitle “güçlü” olmayan lider yönetiminde işlerin daha kötüye gideceği korkusuyla Orban ve partisine tekrar yetki verdi. Elbette Orban’a verilen oylar sadece seçim yasasının değiştirilmesi ve yaratılan korku ortamıyla açıklanamaz. Her burjuva politikacının yaptığı gibi Orban da seçime yönelik yatırımlar yaptı. Elbette sonradan kepçeyle geri alacağı yatırımlar…. 25 yaş altı yurttaşlara vergi muafiyeti getirdi. Emeklilere maaşları kadar ek ödeme yaptı, faturalar ve bazı temel gıda ürünlerindeki fiyat artışları donduruldu. Ayrıca Macaristan seçimlerinin kampanya dönemine denk gelen Ukrayna savaşına Orban’ın “Macaristan’ı savaşa sokmayacağım, Rusya yaptırımlarına katılmayacağım, Macaristan üzerinden silah sevkiyatına izin vermeyeceğim” söylemleriyle tutum alması ve muhalefeti ABD-AB ve savaş yanlısı olmakla suçlaması da oylarını arttırmasında etkili oldu.
Dünya ekonomisinin içinde olduğu kriz ve 3. Dünya Savaşı koşullarında kapitalizm kitleleri ancak milliyetçiliği tırmandırarak, emekçileri yapay ayrımlar üzerinden kutuplaştırarak, baskıları arttırarak yönetebiliyor. Tüm dünyada Orban, Putin, Erdoğan, Trump gibi otoriter ve faşist liderler öne çıkıyor ve korku sarmalındaki kitleleri peşlerine takabiliyor.
“Dünün Bonapartlarının veya Hitlerlerinin, bugünün Trumplarının ya da Erdoğanlarının iktidar koltuğunu ele geçirebilmelerinin asıl nedeni, onların diğer burjuva politikacıların yapamadıklarını yapmaya hazır, fütursuz kişilik özellikleriyle kendilerini öne fırlatmış olmaları değildir. Asıl neden, kapitalist sistemin içine yuvarlandığı olağanüstü koşullarda, burjuva düzenin «normal dışı» işleyişler için «normal dışı» kişilere duyduğu ihtiyaçtır. Derin krizler, iç veya dış savaşlar, sınıf çatışmasının sarsıcı dalgaları gibi çeşitli nedenlerle burjuvazi hegemonyasını parlamenter işleyişle sürdürmekte zorlandığında, yasama, yargı, yürütme yetkilerinin giderek bir kişide (tek adam) toplandığı olağanüstü bir rejim biçimlenir.”[2]
Macaristan’da yaşananlar da yukarıda anlatılandan farklı değildir. Çürüyen kapitalizmin bir sonucu olan bu kişilikler tek bir ülkenin sorunu değil. Sürekli krizler üreten kapitalist sistem krizlerini aşmak için savaşlara başvuruyor. Hem kriz hem de savaş sonucu daha da derinleşen eşitsizlikler ve emekçi sınıflar için her açıdan zorlaşan yaşam koşulları karşısında uyanan ve daha da uyanacak olan tepkinin önünü almak ve bastırmak için ise otoriter rejimlere ve otoriter liderlere ihtiyaç duyuyor. Emekçi kitleler ise kendi sınıf çıkarları etrafında örgütlenemedikleri koşullarda otoriter ve faşist rejimlerin ve bu rejimlerin şeflerinin kölesi oluyorlar.
“Kitleleri büyük umutlardan derin hayal kırıklıklarına sürükleyen çalkantılı süreçler faşizmin kitle tabanı bulmasına elverişli bir ortam sunar. Demokrasi ve yaşam standardının yükselmesini beklerken, bastıran kriz ve savaş hali kitlelerde endişe ve huzursuzluk yaratır. İçine düştüğü durumun gerçek müsebbibini ve kurtuluş yolunu göremeyen örgütsüz kitleler her türlü aldanmaya açık hale gelirler. İçindeki öfkesini doğru yere kanalize edemeyen kitle, şoven ve faşist odakların yarattığı «ortak düşman» yalanına kanarak öfkesini egemen güçlerin işine yarayacak şekilde kardeş halklara yöneltebilir. Toplumda milliyetçilik bu temelde yükseltilir. Bonapartlar, Führerler kitlelerin cehaletini kendi mutlak diktatörlük emelleri için en bayağı şekilde kullanarak, toplumun kurtarıcısı pozuna bürünüp iktidara tırmanırlar. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bıkıp usanmaksızın gerçekleri açıklamak, yalan, demagoji, provokasyon ve katliamlar eşliğinde kendi zalim diktatörlüklerini kurmaya çalışan Bonapart ve Führerlerin gerçek içyüzlerini kavratmak; işçileri-emekçileri bu sınıf düşmanlarına karşı mücadeleye yönlendirmek yakıcı bir önem taşır.”[3]
Kriz, savaş, eşitsizlik üreten kapitalist sistem aslında bir anlamda ölüm-kalım mücadelesi veriyor. Çelişkiler derinleştikçe sermaye sınıfı içindeki kavga da büyüyor. Emperyalizm çağında artık çürüme evresinde olan sistem gerçekte insanlık için iyi olan hiçbir şey üretemiyor. Burjuvazinin sonuçta dönüp dolaşıp geldiği yer her durumda emekçi kitlelerin sisteme yönelecek öfkesinin önünü almak ve bunun için araçlar geliştirmek oluyor. Kendi rekabet ve hegemonya mücadelelerinde kıran kırana savaşan kapitalist sistemin efendileri aslında tek bir amaçta birleşiyor. Varlıklarının teminatı olan kapitalist sistemi öyle ya da böyle bir şekilde ayakta tutmak. Bu nedenle de sürekli yıkım üreten sistemlerini yıkabilecek tek güç olan işçi sınıfının, bu güce ulaşabileceği örgütlülüğün yaratılmasını engellemekte birleşiyorlar.
Macaristan seçimlerinden de, Türkiye’de yaşanan faşizm gerçeğinden de, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikten de, emperyalist paylaşım savaşından da kurtuluşun anahtarı, burjuva siyasetinin herhangi bir kanadına yedeklenip işçi sınıfını çıkışsızlığa hapsetmek değil; bağımsız sınıf siyasetini güçlendirmektir. Elif Çağlı’nın Türkiye örneği üzerinden söylediği gibi,
“Eğer tarihten ders alınacaksa, faşist tırmanışa karşı iş işten geçmeden mücadeleyi dört bir koldan yükseltmenin hayati önemde zorunlu olduğu anlaşılır. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden mücadeleci Kürtlere dek, her kesimin kendi bağrından yükselteceği ve ortaklaştıracağı bir faşizm karşıtı mücadele, bugünkü karanlık gidişatı değiştirebilir. Ve unutulmasın ki, faşizm karşıtı mücadelede işçi sınıfının birleşik mücadele cephesinin inşa edilebilmesi açısından, işçi sınıfı içinde çalışan devrimci güçlerden müteşekkil, ilkelerde anlaşmış kararlı bir çekirdek gücün oluşturulması büyük bir önem taşıyor. Bugün işçi-emekçi kitlelerin yaşamını tehdit eden savaş ve faşizm belâsından kurtulmanın ve insanın zulme direnmesini sağlamanın yolu mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Başka bir seçenek yok!”[4]
[1] Mikail Azad, Orban’ın Dış Mihrakları, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Faşizmin Panzehiri Devrimci Dirençtir, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, marksist.com
[4] Elif Çağlı, age
link: Meral İnci, Orban’ın Seçim Zaferinin Gösterdikleri, 20 Nisan 2022, https://marksist.net/node/7625
İktidarın Doğa “Sevdası”: Rant ve Kâr!
Gençsin!