Yazımızın ilk bölümünde de belirttiğimiz gibi, faşizme karşı mücadele adı altında meşrulaştırılan “halk cephesi” politikası tümüyle Sovyet bürokrasisinin kendi iktidarını koruma ve savunma güdüsüyle şekillendirilmişti. Nazi Almanya’sının SSCB açısından büyük bir tehdit oluşturması Stalinist bürokrasiyi yüz seksen derece çark etmeye zorlamış ve 1935’ten itibaren “halk cephesi” politikasını gündeme getirerek uluslararası arenada kendisine yeni müttefikler aramaya başlamasına yol açmıştı. Bu ülkelerdeki Komünist Partilere de bu politikaya uygun olarak kendi devletleriyle aralarını hoş tutma görevi dayatılmıştı. Rusya’da 1928’de tamamlanan bürokratik karşı-devrim süreciyle birlikte egemen bir sınıfa dönüşen bürokrasi için önemli olan dünya devriminin çıkarları değil, tersine kendi iktidarının bekası için bunun engellenmesiydi. Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabında vurguladığı gibi, Stalinist bürokrasi, egemenliğini koruyup pekiştirebilmek için içte kazandığı zaferi dünya ölçeğinde de garanti altına almak zorundaydı.[1] Fakat üçüncü dönem politikaları nasıl felâketle sonuçlandıysa, halk cephesi politikası da pek çok ülkede işçi sınıfının devrimci hareketi açısından benzer felâketlerle sonuçlanacaktı.
Günümüzde de pek çok örneği görüldüğü üzere, Stalin döneminin olay ve olgularını değerlendirirken her türlü çarpıtmaya başvurmak, yaşanan ihanetlerin gerçek sorumlularını es geçmek ya da özürcü gerekçelere sarılmak, sosyalist hareketin Stalinist kesiminde sıkça rastlanan bir tutumdur. 1930’larda ve sonrasında Komünist Partilerin izledikleri politikaların sınıf hareketindeki yıkıcı sonuçlarına değinen yazılarda bile, bu partileri SSCB’den bağımsız politikalar izleyen örgütler olarak resmedip suçlu ilan ederken Komintern’in ve Stalin’in adını bir kez bile anmamak bu tutumun tipik örneklerindendir. Oysa Stalin döneminde Komintern’in ve SSCB’nin resmi politikasının dışına çıkan hiçbir KP önderliği olmadığı gibi, ortada açık bir yanlış varsa günah keçileri bulup onları aforoz etmek ve kendisini bu şekilde aklamak Stalin’in ve Stalinist bürokrasinin genel davranış biçimi olmuştur. Komintern’in 1935’te gerçekleştirilen Yedinci Kongresinin sonuç bildirgesinde yer alan aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir. O zamana dek başta Alman partisi olmak üzere tüm KP’lere en sekter politikaları dayatan ve faşizmin işçi sınıfı açısından ölümcül bir tehlike oluşturduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açan bizzat Stalin ve onun egemenliğindeki Komintern değilmiş gibi, bu kongre sekterliği “müzmin bir sakatlık” olarak değerlendirip şu tespitlerde bulunmuştur:
“Kitlelerin devrimcileşme derecesini abartan, faşist hareket yükselişini sürdürürken faşizmin yolunu tıkamanın başarılmış olduğu yanılsamasını yaratan bu sekterlik aslında faşizme karşı pasifliği besledi. Reformist sendikalarda ve faşist kitle örgütlerinde çalışmayı reddederek ve her bir ülkedeki somut durumun özel niteliklerini dikkate almaksızın tüm ülkeler için şablonlaşmış taktikleri ve sloganları benimseyerek, pratikte, kitlelere önderlik etme yöntemlerinin yerine dar bir parti grubuna önderlik etme yöntemlerini geçirdi, bir kitle politikasının yerine soyut propagandayı ve sol doktrinerliği ikame etti. Bu sekterlik komünist partilerin büyümesini büyük ölçüde geciktirdi, gerçek bir kitle politikasının yürütülmesini zorlaştırdı. Bu partilerin sınıf düşmanının içine düştüğü zor durumdan devrimci hareketi güçlendirmek için yararlanmasını engelledi, komünist partilerin proletaryanın geniş kitlelerini kazanması davasına engel oldu.”[2]
Bu satırları okurken akla “tüm bunlar olurken Komintern ne yapıyordu” sorusunun gelmesi doğaldır. Fakat o sorunun yanıtı gayet nettir: Söz konusu politikaları tüm KP’lere dayatmak ve eleştiren komünist kadroları “Troçkist sapma”yla vb. suçlayarak tasfiye etmek! Nitekim yeni dönemde de tüm KP’lerde eski politikaların günahlarının üzerlerine yıkıldığı kadrolar “sol sekter” olarak suçlanıp tasfiye edilmiş ve böylece sınıf işbirlikçi “halk cephesi” politikalarına geçiş yapılmıştır.
Stalin döneminde Komintern üç kongre düzenlemişti: Beşinci Kongre 1924’te, Altıncı Kongre 1928’de ve Yedinci Kongre 1935’te toplanmıştı. Görüldüğü gibi, Lenin döneminde her yıl toplanan kongrelerin arası giderek açılmış ve son iki kongrenin arasına tam yedi yıl girmişti. Üstelik bu uzun ara, dünyanın o zamana dek görülen en yıkıcı kapitalist krizle sarsıldığı, bunun ekonomik, sosyal ve siyasal alanda çok ciddi sonuçlar doğurduğu ve faşizmin adım adım iktidara yürüdüğü çok kritik bir tarihsel dönemde verilmişti. 1935 kongresi, halk cephesi politikasının resmiyet kazandığı kongreydi. Burada yapılan konuşmalara, alınan kararlara, her zamanki gibi tam bir eklektizm damgasını basacaktı. Ölümcül sonuçlara yol açan eski dönem politikaları bir yandan “sol sekterlik”le suçlanırken, bir yandan da tam tersi bir tutumla aklanabiliyordu. Ama en önemlisi de, pratiğe geçirilişi tümüyle sınıf işbirlikçiliği temelinde gerçekleşecek olan politikalar devrimci lafazanlıkla kamufle ediliyordu.
Söylemde halk cephesi, faşizme karşı mücadelede proletaryanın emekçi köylülük ve kent küçük-burjuvazisiyle kurduğu ittifaka dayanıyordu. Farklı emekçi sınıfları birleştiren ortak bir mücadelenin ancak asgari talepler temelinde yürütülebileceği gerekçesiyle bu birliktelik asgari programla çerçevelendirilmişti. Ne var ki bu gerekçelendirme, hedeflenen gerçek ittifakı gizleyen bir örtüydü. Dimitrov’un şu sözleri asıl niyeti gösteriyordu:
“Anti-faşist halk cephesinin yaratılması açısından, emekçi köylülüğü ve kent küçük-burjuvazisinin asıl büyük yığınlarının önemli bir bölümünü içlerinde barındıran örgüt ve partilere doğru tarzda yaklaşmanın önemi büyüktür… Belli koşullar altında, bu partileri ve örgütleri veya bunların bazı kesimlerini, burjuva yönetimlerine rağmen anti-faşist halk cephesi için kazanmaya çabalarımızı yöneltebiliriz ve yöneltmeliyiz. Şu anda örneğin Fransa’da Radikal Parti ile durum böyle. … Görüyorsunuz ki, bu açıdan, pratiğimizde pek de ender karşılaşmadığımız, köylülüğün, zanaatçıların ve kent küçük-burjuva yığınlarının çeşitli örgüt ve partilerinin görmezlikten gelinmesi, küçümsenmesi (gibi davranışları –ç.) yolumuzdan temizlememiz gerekmektedir.”[3]
Burjuvaziyle ittifakın süslenip örtülenmiş formülasyonu işte buydu. İşçi sınıfının faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı militan kitle grevleriyle ayağa kalktığı bir dönemde, yüz binlerce üyeye sahip olan ve milyonlarca işçinin oyunu alan, milyonluk sendikaların yönetimini ellerinde tutan Komünist Parti ve Sosyalist Parti, anti-faşist, ulusal, ilerici vb. sıfatlarıyla payelendirilen burjuvaziyle ittifaka kanalize ediliyordu. Parlamentarist, pasifist hayalleri besleyen bu politikayla sonuçta işçi sınıfının devrimci mücadelesi iktidara değil düzenin restorasyonuna yönlendirilecekti. İşte halk cephesi pratikte bu ihanetin adı olacaktı. Günümüz Stalinistlerinin bile ikiyüzlüce ve oportünistçe de olsa (Stalin’in ve Komintern’in adını ağza almayarak, ilgili pasajların öncesinde ve sonrasına bu politikayı meşrulaştırıcı sözde mazeretler sıralayarak ve alâkasız da olsa Troçki’ye laf sokuşturarak Stalinist savunma kalkanlarını sağlamlaştırıp) ikrar etmekten kaçınamadıkları gerçeklik budur. Aşağıdaki satırlar bunun tipik bir örneğidir:
“1930’lar dünyasında cephe politikası Bulgaristan’dan Çin’e, İspanya’dan Yunanistan’a komünist hareket için çok çeşitli kazanımlar ortaya çıkmasını da kolaylaştırır. Ama cephe, sonrasına da birçok arıza devreder: Birincisi, işçi sınıfı devriminin güncelliği ve olası olması geleceğe ertelenir. İkincisi, karşı-devrim sürecinin temel sürükleyicisinin farklı katmanlarına rağmen bir bütün olarak sermaye sınıfı olduğu belirsizleşir. Bu belirsizleşme sermaye sınıfına hareket serbestliği tanır. Üçüncüsü, köylülüğe ve küçük burjuvaziye ait ideolojiler (milliyetçilik, devrimci demokratlık, dini yönelimler) sosyalizm mücadelesinin değerleriymişçesine uzun süre yerleşiklik kazanır. Dördüncüsü, cephe fikri sosyalizmin aşamalandırılması ve araya bir demokrasi geçişi konması için kullanılmıştır. Bu yaklaşım örneğin Portekiz, İspanya, Yunanistan’da ve hatta Türkiye’de 1970’ler boyunca düzenin temellerinin sarsılmadan sermaye iktidarının biçim değiştirmesine olanak sağlamıştır. Hatta tüm bu geçişler «büyük devrimci başarılar» olarak selamlanmıştır. Beşincisi, birleşik cephe solun anti-komünist formlarının baskınlık kazanmasına ve sürekli olarak yeniden üretilmeyi gerektiren formların (örn. Bolşevizm) rafa kaldırılmasına olanak sağlamıştır. Altıncısı, komünist hareketi zorlu ve çetrefilli bir süreç olarak genel sol siyaset üstünde hegemonya kurma zorunluluğundan kurtarmıştır. Yedincisi, cephe politikasının teorik sonuçları da olmuştur: sınıf unutulmuş, 1960’lardan günümüze ittifaklardan koalisyonlara, oradan da radikal sol projelere geçiş oldukça kolay olmuştur.”[4] (abç)
Sayılan tüm olgularla birlikte devrime ihanetin adına “arıza” denip geçilmesine burada girmeyelim. Ama sözü edilen “arızalar”ın, öyle çok “sonrasına”, yani 60’lara, 70’lere kalmadan, halk cephesi politikasının hayata geçirildiği ilk günlerden itibaren boy vermeye başladığını belirtmeden de geçmeyelim. Nitekim atılan adımların mantıki sonucu olarak Komintern 1935’ten sonra bir daha kongre toplamamıştır.
Bu dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük bir “temizlik” harekâtının başlatılması da tesadüf değildir. 1936-38 yılları arasında kurulan Moskova mahkemelerinde Stalin’in muhalifleri, Bolşevik-Leninist geleneğin takipçileri, düzmece suçlamalarla katledilmişlerdir. “Stalinist diktatörlük tarafından 1936’dan 1939’a kadar 1,5 milyondan fazla parti üyesi hapsedilmiş –yaklaşık tüm üyelerin yarıya yakını– ve 1936 yılından itibaren 10 milyondan fazla Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da çalışma kamplarında ölmüştür.”[5] Aynı süreçte Komintern üyesi tüm KP’lere de “Troçkizme karşı mücadele” birincil görev olarak dayatılmıştır.
Komintern 1943’te bizzat Stalin tarafından kapatılmıştır. Böylece bu ihanet politikalarının tartışılıp mahkûm edileceği en yüksek politik platform da söz konusu riskle birlikte ortadan kaldırılmıştır. 1936’da Anayasası Sovyetler Birliği’nin “sosyalizme” geçtiğini duyururken, bu ilan aslında dünya devriminin tümüyle gündemden çıkarıldığının tescili olmuştur. Bundan böyle işçi sınıfı ve SSCB, devrim mücadelesini yükseltmek yerine burjuvaziyle ve burjuva devletlerle “barış içinde bir arada” yaşamaya çalışacaktır!
Halk cephesinin ilk pratiği: Fransa
1930’ların ortalarında Avrupa’nın pek çok ülkesi grevlerle, fabrika işgalleriyle, köylülerin toprak işgalleriyle ve faşizme karşı direniş hareketlerinin silahlı eylemleriyle çalkalanıyordu. Yüz binlerce komünist, sosyalist, anarşist, faşizmi durdurmanın yolunun işçi devriminden geçtiğini düşünüyor, bu doğrultuda savaşıyordu. Ne var ki tam da böylesi bir dönemde halk cephesi politikasını gündeme getiren Komintern, tüm KP’lere faşizmi durdurmanın yolunun SSCB’yi ve müttefik devletleri savunmaktan geçtiğini vaaz etmeye girişti. Bu politikanın pratikteki sonucu, giderek daha da militanlaşan sınıf hareketini dizginleyip düzen sınırları içine hapsetmek olacaktı.
Halk cephesinin hayata geçirildiği ilk ülke Fransa’ydı. 1934 Şubatında Paris’te kırk bin faşistin sokağa dökülüp terör estirmesi ve milyonlarca işçinin bu saldırıyı eylemlerle ve genel grevle püskürtmesi Sosyalist ve Komünist Partiyi ortak mücadele yönünde harekete geçmek zorunda bırakmıştı. 1934 Temmuzunda iki parti arasında “savaşa ve faşizme karşı ortak eylem” temelinde bir anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmayla inşa edilen “birleşik cephe”, bir yıl sonra kurulacak halk cephesinin ilk adımı olacaktı.
Sınıf hareketinin militanlaştığı, küçük-burjuvazinin büyük sermayeye tepkisinin bilendiği böylesi bir dönemde Komünist Parti, kitle eylemliliğini arttırmak yerine düzenin bekasında ortaklaşılan tepeden birliklere odaklanmıştı. Sosyalist Partiyle gerçekleştirilen ittifakın hedefi, kapitalizmi yıkmak değil burjuva demokrasisini savunmaktı. “Aşırılıktan hoşlanmayan küçük-burjuvaziyi devrimle korkutmamak lazım” diyen Komünist Parti, işçi sınıfını legalizm ve pasifizm çukuruna hapsediyordu. Aslında korkutulmak istenmeyen sınıf küçük-burjuvazi değil burjuvaziydi. İşçi kitleler bu partilerden çok daha soldaydılar ve kapitalizmin yıkıma uğrattığı küçük-burjuvazi öfkesini mücadeleye yönlendirecek bir önderlik arayışı içindeydi. Evet, iktidarın fethedilmesi için olduğu kadar faşizme karşı mücadelenin başarıya ulaşması için de kent ve kır emekçilerinin belirleyici bir kesimini proletaryanın saflarına çekmek zorunluydu. Ama bunun için öncelikle bu kesimlerin içinde bulundukları durum doğru değerlendirilmeliydi. Şöyle diyordu Troçki 9 Kasım 1934 tarihli “Fransa Nereye” makalesinde:
“Özellikle de kritik dönemlerde, siyasette hiçbir şey toplumsal içeriklerini irdelemeksizin genel formülleri tekrar etmekten daha tehlikeli değildir. … Doğal olarak küçük mülk sahibi, işler yolunda gittiği ve yarının bugünden daha iyi olacağını umut ettiği sürece düzenden yanadır. Ancak bu umut kaybolduğunda, kolaylıkla çileden çıkar ve en aşırı önlemleri kabul etmeye hazır olur. Aksi takdirde, İtalya ve Almanya’da demokratik devleti yıkıp faşizmi iktidara getirebilir miydi? Umutsuzluk içindeki küçük-burjuvazi faşizmde her şeyden önce büyük sermayeye karşı savaşan bir gücü görür ve inanır ki sırf konuşan işçi sınıfı partilerinin aksine faşizm daha fazla «adalet» tesis etmek için güç kullanacaktır. Anlar ki, güç kullanmaktan feragat edilemez.”
Faşist paramiliter güçlerin burjuvazi eliyle palazlandırılıp sokağa salındığı, hatta Şubattaki kalkışmada görüldüğü gibi silahlarla ve bıçaklarla parlamentoyu basmaya kalkıştığı bir dönemde, birleşik cephe sloganının faşizme karşı mücadele yöntemlerinin pratiğe geçirilmesiyle tamamlanması zorunluydu. Faşizme karşı mücadele için yeni araçlar icat etmeye gerek olmadığını belirten Troçki, dünya işçi sınıfı hareketinin tüm tarihinin gösterdiği bu yöntemlere şöyle işaret ediyordu:
“İşçi sınıfı basınında sürekli olarak aynı noktaya vuran odaklanmış bir kampanya; parlamento kürsüsünden evcilleşmiş vekillerce değil halkın liderlerince yapılacak gerçek sosyalist konuşmalar; insanların yalnızca konuşmacıları dinlemek için değil günün sloganlarını ve talimatlarını almak için gelecekleri yinelenen toplantı ve mitingler; işçi milisinin oluşturulması ve güçlendirilmesi; gerici çeteleri sokaklardan silip süpürecek iyi organize edilmiş gösteriler; protesto grevleri; yürekli bir sınıf mücadelesi bayrağı altında sendika saflarının birleşmesi ve büyümesi için açık bir kampanya; orduyu halkın davasına kazanmak için inatçı, dikkatlice hesaplanmış bir faaliyet; yaygınlaşan grevler; daha güçlü gösteriler; kent ve kır emekçilerinin genel grevi; Bonapartist hükümete karşı işçi ve köylü iktidarı için genel bir saldırı.”[6]
“Birleşik Cephe her şeyden önce yerel savunma komitelerinin oluşturulması için gereklidir. Savunma komiteleri, işçi milisi müfrezelerinin kurulması ve birleştirilmesi için gereklidir. Bu müfrezeler daha baştan silah aramalı ve bulmalıdır. Öz-savunma müfrezeleri proletaryanın silahlandırılması konusunda sadece bir basamaktır. Genel olarak devrim başka bir yol tanımaz.”[7]
Fakat ne KP-SP ortaklığındaki birleşik cephe, ne de bir yıl sonra inşa edilen halk cephesi böylesi bir devrimci anlayışa sahipti. 28 Haziran 1935’te kurulan halk cephesi, Komünist Parti, Sosyalist Parti ve Radikal Parti ittifakından oluşuyordu. Radikal Cumhuriyetçi gelenekten gelen Radikal Parti, özel mülkiyeti, sosyal adaleti ve sekülarizmi savunan bir merkez sol partiydi. Şubat ayındaki faşist kalkışma esnasında hükümetin başında bu partinin lideri olan Daladier bulunuyordu ve ertesi gün istifa etmişti.
Komintern güdümündeki Fransız Komünist Partisinin halk cephesine yönel(til)mesi kuşkusuz SSCB’nin o anki dış politikasıyla doğrudan bağlantılıydı. Nitekim iki ay önce (2 Mayıs 1935’te) Fransa’yla Sovyetler Birliği arasında bir savunma ve işbirliği antlaşması imzalanmıştı. SSCB için Almanya’nın saldırganlığı karşısında Fransa’nın ve İngiltere’nin desteğini almak çok önemliydi. Ama bu emperyalist devletlerle savunma antlaşması imzalarken aynı zamanda bu ülkelerde sınıf savaşını körüklemek mümkün olamazdı! Aksine, Komünist Parti tüm burjuva partilerle demokratik temellerde en geniş ittifakı oluşturmalıydı! Bu amaçla inşa edilen halk cephesinin programı da bekleneceği üzere son derece sınırlı taleplerle şekillendirilmişti. Demokratik özgürlüklerin korunması, barış, tüm faşist örgütlerin silahsızlandırılıp tasfiye edilmesi, artan oranlı servet vergisinin getirilmesi, emekçilerin ekonomik durumunu iyileştirecek tedbirler alınması, iş haftasının 40 saate indirilmesi vb.
1936 Mayısında yapılan seçimlere bu vaatlerle giren Halk Cephesi, parlamentoda üçte ikilik çoğunluk elde edecek kadar yüksek bir oy almayı başaracaktı. Komünist Parti, 4 Haziranda Sosyalist Parti lideri Leon Blum’un başbakanlığında kurulan Halk Cephesi hükümetine dışarıdan destek verme kararı almıştı. Bundan böyle Fransız Komünist Partisi “faşizme karşı mücadele” adına emperyalist Fransız devletini savunacak, parlamentoda savaş bütçelerini onaylayacak, sömürge politikalarına destek verecekti. Henüz hükümet kurulmadan patlak veren kitlesel grev dalgası ise ittifakın ilk test sahası olacaktı.
Grevler Mayısın son haftasında 35 bin Renault işçisinin iş durdurup fabrikayı işgal etmesiyle başlamış ve kısa sürede binlerce işyerine yayılmıştı. Metal işçilerinden tekstil işçilerine, lokantacılardan terzilere 2 milyona yakın işçi ayağa kalkmıştı. Halk Cephesi hükümetinin kurulacak olması ve iki partinin hâkimiyetindeki sendikaların (CGT ve CGTU) birleşmesinin gündeme gelmesi, kriz ve kapitalist saldırılar nedeniyle büyük hak kayıplarına uğrayan işçi sınıfına büyük bir cesaret vermişti. Burjuvazi ise yüz binlerce işçiyi kapsayan bu grevlere ve işgal eylemlerine ateş püskürüyordu. “Bu bir isyan” diye haykırıyordu ve bu tespitte yanılmıyordu. Fransa, tarihinin en kitlesel grevleriyle sarsılıyordu ve bu grevler milyonları içine alarak toplumsal bir başkaldırıya dönüşmüştü. Peki KP ve SP bu duruma nasıl bir reaksiyon göstermişti? Grevler ve işgaller sırasında alabildiğine yayılan işçi komitelerinin işçi konseylerine, yani iktidar organlarına evrilmesine çalışmak ne kelime, her iki parti de hareketin radikalleşmesinin önüne geçmeye koyulmuştu:
“Büyük hareketin pilot sektörünü oluşturan metal işkolunda, yedi yüz fabrikadan gelen delegeler 10 Haziran’da bir ultimatom yayınladılar. İşverenler taleplerini kabul etmezlerse, işyerlerinin kamulaştırılması için çağrıda bulunacaklardı. Bu durumda fabrikaları teknisyenler ve işçiler çalıştıracaklardı. 11 Haziran’da, metal işçilerinin fabrikalardan ayrılarak birleşen kollar halinde Paris merkezine doğru yürüyüşe geçtikleri şeklinde söylentiler yayıldı. Aynı gün Thorez Paris bölgesi Komünistlerini toplayarak, greve son verilmesi için bütün güçlerini kullanmalarını emretti. «Ekonomik talepler uğruna bir hareketi başlatmak elbette önemlidir,» diyordu, «ama aynı zamanda buna nasıl son verileceğini bilmek de gerekir. Şu anda iktidarı ele geçirme sorunu yok. Herkes biliyor ki, amacımız, değişmez bir biçimde, işçi, köylü ve askerlerden oluşan bir Fransız konseyler cumhuriyeti kurmaktır. Ama bu gece veya yarın sabah olacak bir şey değil bu.»”[8]
Ateş bacayı sarmıştı ve Halk Cephesi hükümeti itfaiyeci rolüyle devreye girmişti. Blum’un arabuluculuğunda bir araya gelen CGT ile Fransız İşverenler Federasyonu arasında 7 Haziranda bir anlaşma imzalanacaktı. Anlaşma maddelerinin birkaç saat içinde Meclisten geçirilerek yasalaştırılmasıyla iş haftası ücret kaybı olmaksızın 40 saate indiriliyor, işçilere iki hafta ücretli tatil hakkı, toplu sözleşme hakkı ve çeşitli sosyal haklar tanınıyordu. Anlaşmayla ücret artışı da sağlanmıştı. Ama grevci işçilerin bir bölümü bunu yetersiz bularak greve devam edeceklerdi. Bu arada Komünist Parti içinden çıkan sol sesler bastırılmış, genel sekreter Maurice Thorez işçi sınıfını “doğru yola” kanalize etmeye soyunmuştu. Ne de olsa burjuvaziyle ilişkileri tehlikeye atmamak lazımdı!
“Halk Cephesi devrim değildir” diyen Komünist Parti işçilere işbaşı yapma çağrısında bulunsa da grevler Eylül ayına kadar sürdü. Mücadele sayesinde elde edilen kazanımlar sendikaların sıçramalı bir şekilde büyümesinin önünü açtı ve üç ay içinde sendikalı işçi sayısı 1 milyondan 2,5 milyona çıktı. Bir yıl sonra ise sadece CGT’nin üye sayısı 5,5 milyona yaklaşacaktı. Ne var ki, devrimci bir fırsat heba edilirken, işçi sınıfının sermaye karşısındaki savunma hatlarının zayıf bırakılması nedeniyle, elde edilen kazanımların pek çoğu kısa bir süre sonra kaybedilecekti.
Burjuvazinin işyeri işgalleri ve grevler karşısında önlemler almak ve Halk Cephesini zayıflatmak üzere faaliyetlerini yoğunlaştırması, devrimci bir çizgi izlemekten uzak duran Komünist Partinin etkinliğinin azalmasını da beraberinde getirecekti. Nihayetinde 1938’de Halk Cephesinin çökmesinin ardından Radikal Partili Daladier’in başbakanlığında yeni bir hükümet kurulacak ve bu hükümet burjuvazinin saldırılarına kapıyı sonuna kadar açacaktı.
Böylece militan grevler sayesinde artan işçi ücretleri bir süre sonra enflasyon ve arttırılan vergiler sonucunda eriyecek, fiyat kontrolleri sona erdirilecek, sosyal hizmetler kısılacak, 40 saatlik iş haftası 45 saate çıkarılacak, işçiler haftasonu izinlerinden feragat etmeye zorlanacaklardı. Tüm bunları işçi sınıfına yönelik yeni saldırılar takip edecekti. 1938 Kasımında yeniden patlak veren grevler ve fabrika işgalleri ise vahşi bir şekilde bastırılacak, binlerce işçi işten atılacak, toplu sözleşmeleri geçersiz sayılan yüz binlerce işçiye bireysel sözleşmeler dayatılacaktı. Bu, sendikaların da altının boşaltılması anlamına geliyordu. Burjuvaziyle zıtlaşmamak üzere izlenen pasifist ve uzlaşmacı çizgi çok geçmeden Komünist Partinin ağır bir saldırıya uğrayıp yasadışı ilan edilmesine de yol açacaktı.
Eğer devrimci proletarya iktidarı almazsa, faşizm kaçınılmaz olarak onu alacaktır, diyordu Troçki. Nitekim KP ve SP’nin işçi sınıfını düzen sınırlarına hapseden pasifist politikaları yüzünden faşist yapılanmalar adım adım güç kazanacak ve nihayetinde Nazilerin bunlarla işbirliği halinde Fransa’yı işgal etmesinin önüne geçilemeyecekti. 1940 Haziranında Nazi ordusunun işgaline uğrayan Fransa’da burjuvazi Hitler’le anlaşmaya gittiğinde, ülkenin bir bölümü Alman askerlerinin işgaline uğrarken bir bölümü de işbirlikçi Vichy hükümetinin yönetiminde kaldı. Solun ve sendikaların tümüyle ezildiği, işçi sınıfının tüm yasal haklarının ortadan kalktığı bu dönemde, 1,5 milyona yakın işçi de çalışmak üzere Almanya’daki fabrikalara gönderildi. Halk Cephesi politikasının Fransa’daki hazin sonu işte buydu! Ama bu hazin son sadece Fransa’yla sınırlı kalmamıştı. O günlerde İspanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesi aynı kâbusla karşı karşıya kalacaktı.
(devam edecek)
[1] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay., 1. baskı, s.119
[2] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), Belge Yay., 1979, s.243 (çeviri elden geçirilmiştir)
[3] III. Enternasyonal – Belgeler (1919-1943), s.241-42
[5] Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, s.137-39
[7] Troçki, Savaş ve Dördüncü Enternasyonal (Haziran 1934), marksist.com
[8] Fernando Claudin, Komintern’den Kominform’a, c.1, Belge Yay., 1990, s.263
link: İlkay Meriç, Komintern Döneminde Cephe Taktikleri ve Pratikleri /2, 23 Şubat 2022, https://marksist.net/node/7580