İşçi sınıfının ve emekçilerin ekonomik durumu hızla kötüye gidiyor. İşsizlik, yoksullaşma ve güvencesizleşme görülmemiş boyutlara ulaşmış durumda. Tüm sorunlar yumağının odağına yerleşmiş olan ve adeta hepsinin özetlenmesi haline gelen şey ise hayat pahalılığı. Son dönemde hayat pahalılığı gerçek anlamda bir ateş topu gibi emekçilerin hanelerini kavuruyor. Enflasyon devletin düzmece verilerine göre bile yüzde 20 düzeyinde; gerçekte ise yüzde 40-50’ler düzeyinde. TL’nin alım gücü yokuş aşağı yuvarlanıyor, döviz rekor üstüne rekor kırıyor. Bu kur hareketliliği dolayısıyla sadece Eylül başından bugüne %35 fakirleşme yaşanmış durumda. Sene başından alırsak fakirleşme yüzde 50 düzeyinde. Üstelik önümüzdeki kış döneminde daha büyük adımlarla gelmekte olan zamlar var. Dünya ekonomisindeki krizin kimi güncel somut boyutlarını oluşturan enerji fiyatlarının aşırı yükselmesi ve tedarik zincirlerindeki kopmalar, kaymalar ve muhtelif aksamalar nedeniyle birçok metada daha çok fiyat artışı beklenmekte.
Kapitalist dünya ekonomisinin yaşadığı çok yönlü kriz sadece Türkiye’de değil dünya genelinde işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırdı. Pandeminin kontrol altına alınmaya başladığı ya da krizden çıkışın başladığı, hatta ekonominin gürül gürül büyümeye başladığı yolundaki söylemler aldatıcıdır. Kriz devam etmektedir. Kriz değişik görünümler alarak devam etmektedir. İşçi ve emekçilerin koşullarındaki kötüleşmenin telafisi söz konusu değildir. Diğer taraftan, Türkiye’de dünya genelinin ötesinde bir kötüleşme var işçi sınıfı açısından. Yukarıda kısaca birkaç görünümünden söz ettiğimiz ekonomik yıkım tablosuyla Türkiye dünya liginde bir şampiyonluğa doğru ilerliyor denebilir. Örneğin yılbaşından bu yana Türkiye’nin de içinde sınıflandırıldığı “gelişmekte olan” kategorisindeki ülkelerin hemen hepsinde ulusal para birimleri dolar ve euro karşısında değer kaybediyorlar. Yani bu ülkelerin emekçileri gelişmiş ülke emekçilerine nazaran göreli olarak da fakirleşiyorlar. Ama bu ülkeler içinde Türkiye, ulusal para biriminin değer kaybı (ki doğrudan fakirleşme anlamına gelmektedir) açısından yüzde 35 ile açık ara önde yer almaktadır. İkinci sıradaki Arjantin için bile bu rakam yüzde 16 düzeyindedir.
Türkiye’deki ekonomik kötüleşmeyi doğru yerine oturtmak gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının devrimci perspektifinden bakıldığında görülmesi gereken şeyle burjuva siyasetçilerin, iktisatçıların ve yazarların yazıp çizip söyledikleri arasında temel farklar vardır. Sermaye dünya çapında işçi sınıfına saldırmaktadır ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarındaki kötüleşme genel bir eğilimdir. Türkiye’de ise mevcut rejim ve iktidarın izlediği iktisat politikaları, durumu dünya genelinin ötesinde, deyim yerindeyse fazladan kötüleştirmektedir. Bunun bir yönüne yukarıda değindik.
Söz konusu burjuva iktisatçıları ve diğerlerinin en büyük meşguliyetlerinden birisi faiz konusudur. Mevcut faşist rejimin son yıllarda izlediği faiz politikalarının yarattığı yıkıcı sonuçlar elbette bu iktisatçıların konuyu ağırlıklı olarak ele almalarının başlıca nedeni. Ancak faiz tartışmaları işçi sınıfı açısından giderek yanıltıcı bir konuya dönüşmekte ve ekonomideki kötüleşmenin sorumlusu olarak faizin indirilmesine ya da çıkarılmasına odaklanılması yaygınlaşmaktadır. Bir kısım emekçi kısmen İslami öğretinin de etkisiyle faizlerin indirilmesinde hayırlar görürken, diğer bir kısım emekçi tüm ekonomik kötüleşmenin rejimin zorlama biçimde faizleri düşürmeye çalışmasından kaynaklandığını düşünmeye meyletmektedir. Faizlerin inmesinin ya da artmasının işçi sınıfının ekonomik durumuna hiç kuşkusuz etkileri vardır ve kimi zaman bu etkiler dramatik boyutlarda olabilir. Ama ekonomiyi faiz/para politikaları ekseninden değerlendirmek başta Erdoğan olmak üzere burjuva siyasetçilerin ve iktisatçıların tuzağına düşmektir.
Öte yandan faiz konusunda sermayenin farklı kesimlerinin savundukları zıt politikaların hangi çıkarları ifade ettiği kuşkusuz önemlidir ve işçi sınıfı tarafından bilinmelidir. Bu, hem ekonomik hem de siyasal gelişmeleri doğru okumak için gereklidir. Tıpkı vaktiyle Marx’ın İngiltere’de burjuvazinin bir kesiminin korumacı ekonomi politikasını savunurken bir diğer kesimin serbest ticareti savunmasının ardındaki çıkarları teşhir etmesinde olduğu gibi. Bugün faiz/para politikaları konusunda Türkiye’de çeşitli sermaye kesimleri arasında farklılık olduğu alenen ortadadır. Erdoğan’ın son grup toplantısındaki konuşması bu faklılığın sadece yeni bir dile getirilişinden ibarettir: “Biz işadamlarına diyoruz ki, sen düşük faizle kredi istiyordun. Al, niye almıyorsun? Bu işadamlarını da anlamıyorum. TÜSİAD’ı vesairesi yüksek faizden bahsediyor. Siz nasıl insansınız. Sen işadamıysan yatırımdan yanaysan işte size kredi. Alın krediyi ve yatırımı yapın. Ben sizden yatırım, istihdam, üretim, ihracat istiyorum. O zaman kaçıyorlar. Bunlar nasıl işadamı? Sonra bize sallıyorlar. İstediğiniz kadar sallayın tutmaz.”
İktidarı gasp etmiş ve faşist bir rejim kurmuş olan Erdoğan liderliğindeki sermaye fraksiyonu günümüzde ısrarla faizleri düşürmeye çalışıyor. Şu an rejimin iktisadi politikası tümüyle kendi varlığını korumaya odaklıdır. İktidar gaspçısı sermaye fraksiyonu Türkiye kapitalizminin genel çıkarlarını ya da sermayenin genel çıkarlarını tümüyle bir kenara bırakmış görünmektedir. Dolarizasyonu çok yüksek olan bir ekonomide ve enflasyon ile faizlerin dünya genelinde yükselmekte olduğu bir dönemde faiz düşürmeye kalkmanın hâkim kapitalist mantığa uymadığı açıktır. Bunun en temel düzeydeki izahı kamu bankaları eliyle iktidardaki sermaye fraksiyonuna ucuz kredi pompalamak, böylece, başta vergi biçiminde olmak üzere emekçilerin cebinden devletçe çekilip alınan kaynağı öncelikli olarak ilgili fraksiyona transfer etmek, inşaatçıların elindeki satılmamış konut stokunu ucuzlayan kredilerle eritmeye ve kısa vadede özellikle ucuz ihracata dayalı sektörleri destekleyip canlandırarak işsizlik verilerindeki kötüleşmeyi sınırlamaya çalışmaktır.
Devlet olanaklarına çok daha fazla yaslanan, bu olanakları alabildiğine istismar eden Erdoğancı sermaye fraksiyonu, kaynakların içeride devlet üzerinden kayırıcı dağıtımına en muhtaç fraksiyon aynı zamanda. Pandemi süreciyle de iç içe geçen dünya ekonomik krizi bu fraksiyonun kırılganlığını daha fazla arttırdı. Bu durum iktidarın ekonomik politikalarının ve davranışlarının sert dönüşler, zikzaklar yapmasına yol açmaktadır.
Faşist iktidarın içte ve dışta büyük bir sıkışma içinde olduğunu zaten nicedir ortaya koymaktayız. Bu tespit ve analiz artık genel bir kabul görmektedir. Rejim bu sıkışma içinde varlığını sürdürebilmek için bir yandan çıkarlarını ifade ettiği sermaye fraksiyonunun dayanaklarını sağlamlaştırmaya, onları ayakta tutmaya, bir yandan da kitle desteğindeki hızlanan erimeyi durdurmaya ve geri çevirmeye çabalamaktadır. Sermayenin diğer kesimlerinin faiz konusunda aksi yönde bir politikayı istemelerinin de altında yatan şey işçi-emekçilerin çıkarlarının gözetilmesi değildir. Onlar yatırım planlaması ve kararlarını sekteye uğratan kontrolsüz enflasyon artışı, ülkenin dış yatırım çekmesi bakımından önem taşıyan risk priminin yükselmesi, bunun dolar cinsinden borçlanmayı pahalı hale getirmesi, aşırı yükselen kurla kendi sermaye varlıklarının değersizleşmesi ve el değiştirmesi riskinin doğması, ihracat ürünleri için girdi oluşturan ithal maddelerin yükselen maliyetleri ve içeride alım gücünün aşırı ölçüde düşmesi, kamu kaynaklarının hesapsızca eritilmiş olması gibi kaygılarla hareket etmektedirler. Burada alttan alta iki farklı sermaye fraksiyonu arasındaki şöylesi bir fark da önemli bir rol oynamaktadır: Muhalif geleneksel büyük sermaye kesimi düşük maliyetli küresel kredi kaynaklarına erişimi çok daha güçlü olan ve bu temelde yüksek TL faizine karşı çok daha dayanıklı bir kesim iken, iktidar fraksiyonu daha ziyade TL cinsinden borçlanabilmektedir ve bu anlamda yerli kredi olanaklarına bağımlılığı çok daha yüksektir. Bu da bu kesim için düşük TL faizini hayati bir ihtiyaç haline getirmektedir.
İş tümüyle sermaye sınıfı içindeki bir mesele olarak kalsaydı bu elbette işçi sınıfı açısından önemli bir konu olmazdı. Ama iktidardaki Erdoğancı sermaye fraksiyonunun politikaları öncelikle işçi sınıfına ağır bedeller ödetilmesi anlamına geliyor. Sermaye içi tepişmede “doğru iktisat politikası” ya da “yanlış iktisat politikası” diye saflaşmak işçi sınıfının işi değildir. Ancak izlenen somut politikaların işçi sınıfına ne yönden ve nasıl zarar verdiği, ona ne tür bir saldırı anlamına geldiği açıklıkla ortaya konmalıdır. Örneğin, gerçek enflasyon düzeyinin altında bir faiz politikasının emekçi kitlelerin soyulması anlamına geldiği açıktır. Diğer yönleri bir yana, bu soygun iki olguda somutlanmaktadır. Birincisi büyük oranda emekçilerin cebinden çekilenlerle oluşturulmuş olan mevcut Hazine kaynaklarının tüketilmesi, ikincisi ise işçi-emekçilerin sırtına bindirilen vergi yükünün daha da artacak olması. Bir yanda işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar için kullanılan kamu kaynaklarının azaltılması biçiminde uğranılan kayıp, diğer yanda ise gelirin artan bir bölümünün vergi kılığı altında burjuva devletçe gaspı ve sermayeye aktarılması.
Rejim neyi hedefliyor?
Rejimin adeta dünyaya meydan okurcasına izlediği “çılgın” faiz politikasının dövizin uçuşa geçmesine yol açtığı, emekçilerin gelirlerini hızla erittiği ve bu nedenle iktidara öfkelerini arttırdığı açık olduğu halde neden bu politika izleniyor sorusu elbette yanıtı en çok merak edilen sorulardan. Yukarıda bunun altında yatan temel dürtüyü belirtmiş bulunuyoruz. Ancak bu politikayla iktidarın içinde bulunduğu sıkışıklıktan nasıl bir çıkış umduğu konusu kalem sahiplerini meşgul etmekte. Bu da bizi faşist iktidarın sıkışmışlıktan çıkış bağlamında somut hedef ve niyetlerinin ne olduğu sorusuna getiriyor.
Şunu baştan belirtmek gerekir ki, iktidar kapitalist ekonominin olağan işleyiş mekanizmaları çerçevesinde hangi politikayı izlerse izlesin bir hasar alacağını fark etmiş durumdadır. Bu durum onu ekonomide bir tür kriz yönetimi moduna geçirmiştir. Hastanın hayatını kaybetmemesi (iktidardan düşmemek diye okuyunuz) için mevcut “tedavi” seçenekleri içinden kendince ehvenişer gördüğü bir yol seçmiştir. Bu yol esasen gelgitli biçimde 2018 yılından beri izleniyor demek yanlış olmaz. 2018 seçimleri öncesinde ve 2019 belediye seçimleri öncesinde faiz düşürüp piyasaya ucuz kredi pompalayarak geçici bir ferahlama duygusu yaratma hamleleri, seçimlerde belli ölçülerde sonuç almasına yaramıştı. Ama bu hamleler geride sorunların vahim ölçüde birikmesine yol açtı. O süreçler ve sonrasında, izlenen politikanın dövizi daha da fırlatmaması için de eldeki Merkez Bankası ve Hazine döviz rezervleri çılgınca kullanıldı. Sonuç, “ihtiyat akçesi” addedilen rezervlerin bile suyunu çekmesi oldu.
Şimdi çaresizlik içinde benzer bir politika izlenmekte, ama bu kez dövizi kısmen de olsa baskı altında tutma işlevi görecek rezervler olmaksızın bu yapılmakta. Haliyle döviz de roket hızıyla uzaya doğru yükselmekte. Bu riskli politikayı elbette kendi içlerinde rasyonalize etmeye çalışıyorlar. Bunu açıkça ve iddialı bir reçete şeklinde ileri sürmekten kaçınsalar da bölük pörçük birçok değerlendirme ve işaretten görülebilen gerekçelendirme kabaca şöyle görünmektedir: Dövizin yükselmesi, yüksek oranda ithal girdiye dayanan üretimin maliyetlerini çok yükselteceği için üreticilerin yerli girdiye yönelmesi yönünde zorlayıcı bir eğilim yaratacaktır. Bu da, kısa vadede olmasa bile sonrasında hem enflasyonu düşürecektir hem istihdamı arttıracaktır hem de bir sanayileşme atılımı gerçekleşecektir vs… Ancak bunun epeyce hayalci bir “hesap” olduğu ortadadır. Enflasyon sözde düşene kadar faizi düşürme politikasının sürdürülebilmesi, açık yaranın uzun süre her türlü enfeksiyona maruz kalacağı anlamına gelecektir. Küreselleşmiş dünya ekonomisinin bugünkü şartlarında böylesi “deneysel” politikaların büyük çöküntüler ve yıkımlar yaratması çok daha büyük olasılıktır. 1960’ların dünyasında mümkün olabilen ithal ikameciliğin yeni bir türünün günümüz şartlarında tutması pek mümkün değildir. Ne sanayicilik açısından ne de tüketiciler açısından. Üstelik rejimin şefi ve etrafındaki çekirdek kadro devlet gücüne onca hâkim olmalarına rağmen son yıllarda böylesi bir politikayı yürütmekte zorlandılar. Merkez Bankasındaki 128 milyar dolar buhar edildi, ekonomi yönetimi tarumar edildi. Bir gün söylenen ertesi gün yalanlandı. Küresel sermayenin güvenini epeyce azaltan zikzaklar çizildi ve sonuçta Türkiye’nin risk primi hayli yükseldi. Günümüz dünyasında ekonomide yerli ve millilikten söz etmek gülünçtür.
Faşist iktidarın çaresizlik içinde yürütmeye çalıştığı faiz politikası tercihlerinin ne İslami doktrinle ne de Erdoğan’ın alay konusu “faiz sebep enflasyon netice” teorisinin uygulanması gayretkeşliğiyle ilgisi vardır. Erdoğan’ın sözde teorisi sadece söz konusu sermaye fraksiyonunun güncel mecburiyetlerinin İslami hassasiyetleri de gıdıklayacak şekilde dile getirilişidir. Gerçek şu ki, ortada böylesi bir teori ve bunu uygulamaya yeminli doktrin adamları filan yoktur. Rejimin sahipleri zikzaklar, çalkantılar içinde bir ileri bir geri bu noktaya gelmişlerdir. Hatta bu politikayı izleyebilmek için iktidar kendi içinde ve yüksek bürokraside tasfiyelere bile gitmek zorunda kalmıştır. Ekonomi yönetimindeki kelle uçurmaların artık takibi zorlaşmıştır. Onca çalkantıdan sonra göreve getirilen şu anki ekonomi bakanının bile sallantıda olduğu açıkça görülüyor.
Faşist iktidarın izlediği politikanın bir anlamı kurun ve enflasyonun boşlanmasıdır. Elbette iktidar bunu kendi aklınca geçici olarak yapmaktadır. Yine de dövizde ve enflasyonda hasarı kısıtlamak için birtakım yan yollarla bazı girişimlerde bulunduğunu da kaydetmek gerekiyor. Örneğin, bu politikanın dövize akın yaratacağı açık olduğundan, bunu kısıtlamak için döviz alış-verişine çeşitli kısıtlamalar getirmektedir. En son döviz bürolarının çalışmasını kısıtlayan, döviz almak isteyenleri kimlik bilgisi vermeye mecbur bırakan baskı tebliği bunun bir örneğidir. Ayrıca zaten son dönemlerde dövize gidişi zorlaştırmak ve döviz sahiplerini TL’ye dönmeye zorlamak için döviz mevduatlarının hem mudilere hem de bankalara olan maliyetini arttırıcı baskı önlemleri uygulamaya devam etmektedir. Ancak tüm bu zorlamalara rağmen halen Türkiye’deki döviz mevduatları toplam mevduatın yüzde 60 gibi yüksek bir oranını temsil etmektedir.
Enflasyon cephesine gelecek olursak, yükselen enflasyonun emekçilerde yarattığı öfkeyi teskin etmek için şimdi göstermelik biçimde perakende sektörüne dönük denetimleri, yüksek cezalarla yaratılan fiyat baskısını ve bir de asgari ücret gibi Türkiye’de ciddi önemi olan bir konuda enflasyondan yüksek bir zam söylentisinin gündeme getirildiğini görüyoruz. Her ne yapacaklarsa bunu da büyük bir lütuf, büyük bir fedakârlık gibi sunacaklar. Gerçekleşmesi durumunda bile bunun bir göz boyama anlamına geleceği konusunda uzun boylu söz etmenin gereği yoktur. Devletin resmi enflasyon verilerinin hiçbir şekilde güvenilir olmadığı ortadadır. Şimdilerde bazı bağımsız iktisatçıların yürüttükleri araştırmalar gerçek enflasyonun yüzde 40-50’ler düzeyinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu konuda dile getirilmesi gereken bir diğer nokta, iktidarın bir yandan asgari ücreti güya yükseltirken diğer yandan bu asgari ücreti bile işçiye vermeye yanaşmayan patronların çok daha düşük ücretlerle kayıtdışı işçi çalıştırmasına bilinçli olarak göz yumduğudur. Bunun özellikle hoyrat bir biçimi ise göçmen emeğinin azgınca sömürülmesidir. Çeşitli sanayi kollarında ve bölgelerde göçmen işçilerin tam bir güvencesizlik içinde alabildiğine sömürüldüğünü biliyoruz ve pek muhtemelen yeni gelecek asgari ücret zammı bu durumun daha da yaygınlaşmasına yol açacaktır. Çeşitli illerdeki sanayi odaları temsilcilerinin ve rejim yanlılarının “göçmen emeği olmasa bazı sektörler çöker” diye açıklamalar yapmaları boşuna değildir.
Döviz ve enflasyon sorunundan bağımsız olarak, rejimin ekonomik açıdan kendisini korumak üzere güttüğü bir üçüncü yaklaşımı da kaydetmeden geçmemek gerekir. Son dönemde birbiri ardına çıkarılan yasa, yönetmelik, kararnamelerle kamu arazilerinde yeni bir yağma ve talan dalgası hazırlanmaktadır. Erdoğancı sermaye fraksiyonu, iktidarının temellerinin zayıflaması nedeniyle tam bir yangından mal kaçırma havası içinde hareket ediyor görüntüsü içindedir. Bu tabloda devlet adeta elindeki tüm Hazine arsalarını satmaya hevesli gözü dönmüş bir emlâkçıyı andırmaktadır.
Diğer taraftan tüm bunların bir parçası ve ek olarak yeni bir para basma döneminin açılmakta olduğu da söylenebilir. Emekçilerin gözünü boyamak ve rejimin kitle desteğindeki erimeyi sınırlamak için, para basmak suretiyle yapay bir para bolluğu ve geçici bir rahatlama hissi yaratma hevesi sezinlenebiliyor. Bunun enflasyonu daha da azdıracağı ve yoksullaşmayı daha da boyutlandıracağı ise elbette tartışmasızdır. Bu şartlar altında ve çeşitli küresel faktörlerin de etkisiyle metaların zamlanmasının önümüzdeki günlerde de süreceği görülüyor. Asgari ücrete yapılacak zam ne olursa olsun, ürün ve hizmetlerin alacağı yeni zamlarla çabucak bertaraf edilecektir.
Kurun yükselmesiyle dış borçların durduğu yerde sıçrama yaptığı ve bunun yükünün de önümüzdeki dönemde işçi sınıfının sırtına yıkılacağını düşündüğümüzde faşist rejimin işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına saldırıyı daha da yükselttiği ortadadır. Hızla artan hayat pahalılığı dev bir alev topuna dönüşerek işçi hanelerini yakarken işçi sınıfındaki hoşnutsuzluk ve öfkenin arttığı aşikârdır. İşçi sınıfının özellikle örgütlü kesimlerinin artan hayat pahalılığına karşı mücadele sahasına çıkması bu noktada çok önemlidir. Örneğin DİSK’in İzmir’de başlattığı eylemlerin arkası gelirse mücadele önemli bir ivme kazanabilir. Böylesi bir mücadele dinamiğinin salt ekonomik boyutla sınırlı kalamayacağı kendiliğinden bellidir. Rejimin güç yitimi yaşadığı ve çeşitli temel alanlarda sıkıştığı bir dönemde burjuva muhalefet seçim stratejisi üzerinden çıkış çareleri ararken, işçi sınıfı açısından bu rejimden anlamlı bir demokratik çıkış ancak alttan gelen kitlesel bir emekçi dinamiği ile mümkün olabilir.
link: Levent Toprak, Rejimin Ekonomi Politikaları ve İşçi Sınıfı, 21 Kasım 2021, https://marksist.net/node/7512
“Marx’ın Kapital’ini Okumak” Üzerine
Egemenlerin Raporu, İnsanlığın Dramı: Gıda Krizi!