Kırk beş yıldır totaliter ve baskıcı bir askeri cuntanın işbaşında olduğu Myanmar’da, Eylül ayında doruğa tırmanan protesto gösterileri azgın bir devlet saldırısıyla yüz yüze geldi. Myanmar’daki protestolar, 15 Ağustosta, petrol ve doğalgaz üreticisi olan bu ülkede petrol ürünlerinin fiyatına yüzde 100 ve doğalgaz fiyatına yüzde 500 zam yapılmasının ardından patlak vermişti. Zamların ardından ulaşım bedelleri ve temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları yüzde 35-50 arasında artmış ve 19 Ağustosta öğrencilerin örgütlediği küçük çaplı gösteriler Budist rahiplerin de katılımıyla birkaç haftada tüm ülkeye yayılmıştı. 26 Eylüle gelindiğinde, başkent Yangon’da (eski adı Rangoon) düzenlenen ve başını yönetime muhalif Budist rahiplerin çektiği gösterilere katılım 100 bini buluyordu. Nihayetinde protestoların kitleselleşerek yayılması, iktidarını tehdit altında gören askeri rejimi harekete geçirdi. Göstericilere vahşi bir biçimde saldıran askerler onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açarken, aralarında çok sayıda rahibin de bulunduğu yüzlerce insan tutuklandı. Cunta ülke dışına bilgi akışını engellemek için tüm yurtta internet ve telefon bağlantısını derhal kesti, fotoğraf çekilmesini yasakladı ve katı bir sansür uygulamasına gitti. Yine de, ölü sayısının 50’ye yakın olduğu, ölenlerin cenazelerinin ailelerine verilmediği, gözaltına alınanların işkenceden geçirildiği ve rahiplerin ülkenin farklı bölgelerine sürüldüğü gerçeğini tüm dünyanın duymasının önüne geçemedi.
Aslında Myanmarlılar bu kanlı tablonun hiç de yabancısı değiller. 1988 yılında, işçilerin, öğrencilerin, rahiplerin ve köylülerin katılımıyla tüm ülkeye yayılan ayaklanmayı büyük bir katliamla bastıran cunta yönetimi 3000 kişiyi öldürmüş ve aralarında muhalefet liderlerinin de bulunduğu binlerce insanı tutuklamıştı. 8 Ağustos 1988’de başladığı için 8888 Ayaklanması olarak anılan bu ayaklanmanın temel unsurunu, petrol başta olmak üzere, ulaşım, iletişim, posta gibi kilit sektörlerde kitlesel grevler başlatan işçiler oluşturuyordu. Bu ayaklanmanın devrimci Marksist bir proleter önderliğin bulunması halinde bir devrime dönüşmesi gayet mümkünken, hareket burjuva muhalefet güçlerinin askeri yönetimle yaptıkları pazarlık sonucunda bastırılmıştı. Şu anda ev hapsinde tutulan muhalefet lideri Aung San Suu Kyi ve partisi NLD (Ulusal Demokrasi Birliği) cuntanın seçim sözü vermesi üzerine protestoların sona erdirilmesini sağlamışlardı. Ne var ki bu söz yerine getirilmemiş ve 1962’deki darbenin ardından ilk kez 1990 yılında yapılan seçimlerde NLD yüzde 80’lik bir milletvekili çoğunluğu elde etmesine rağmen cunta seçimleri yok saymıştı. Bu seçimlerde askeri diktatörlüğün desteklediği Ulusal Birlik Partisi ise yüzde 2’den daha az oy alabilmişti.
Myanmar’da geçtiğimiz haftalarda yaşananlar 1988’deki gibi bir ayaklanmaya dönüşemediği gibi, işçi sınıfının damgasını basmadığı bu hareket, talepler bakımından da geçmişteki radikalliğine ulaşamadı. 1988’de doğrudan cunta rejimini hedef alan istemler yükseltilirken, son gösterilerde hareketin başını çeken 88 Kuşağı Öğrenciler ve Tüm Burma Rahipler İttifakı esas olarak üç taleple yetindiler. NLD’nin de hemfikir olduğu bu talepler, politik tutsakların serbest bırakılması, ulusal uzlaşma ve ekonomik iyileşme ile sınırlıydı.
Radikal talepler etrafında örgütlenmiş bir sınıf hareketinin önüne geçmek için her türlü çabayı sarf eden burjuva muhalefet odaklarının asıl sorununun, iktidarın hegemon unsuru olmak ve ülkeyi emperyalist sistemle tam entegrasyona yöneltmek olduğu son derece açıktır. NLD gibi burjuva muhalefet güçlerinin ABD’nin açık desteğini aldıkları da ortadadır. Ne var ki, yerli ve yabancı sermaye gruplarının çıkarları uğruna süngülerin önüne sürülenler, bu planlarda hiçbir gerçek çıkarı bulunmayan yoksul emekçi kitleler olmaktadır.
Burma’dan Birmanya ve Myanmar’a
Resmi isim değişiklikleri nedeniyle altmış yılda üç farklı adla anılan Myanmar’ın tarihine baktığımızda, ülkenin ulusal bağımsızlığını kazanmasından bu yana bir burjuva demokrasisi deneyimini bile neredeyse hiç yaşamadığını görüyoruz. Geçmişi oldukça eskilere giden Burma krallığı, uzun bir savaşlar döneminin ardından 1886’da tümüyle İngilizlerin egemenliğine girmiş ve Burma doğrudan Hindistan’daki sömürge yönetimine bağlı bir eyalete dönüştürülmüştü. İngiliz sömürgesi olma durumu korunarak 1937’de Hindistan’dan ayrılan Burma, yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda İngiltere’den bağımsızlığını kazandı. 4 Ocak 1948’de ilan edilen bağımsız devletin adı artık Birmanya Birliği idi. Ne var ki bu bağımsız devlet ne etnik azınlıkların haklarını tanıdı ne de toplumsal ve ekonomik sorunlara derman olabildi. Bu yüzden bağımsızlık sonrasında çeşitli etnik grupların ve komünistlerin silahlı mücadeleleri devam etti ve ülke bir iç savaş sürecine girdi. 1958’deki ilk askeri darbenin ardından 1960 yılında yapılan seçimler sonucunda görece olağan bir işleyişe geçilmişti. Ancak bu dönem de uzun sürmemiş ve ulusal kalkınmacı bir politika izleyen, çeşitli reformlara ve devletleştirmelere girişen U Nu hükümeti 1962’de yapılan askeri darbeyle alaşağı edilmişti.
Günümüze dek varlığını koruyan askeri rejimi başlatan bu darbenin ardından, her ülkenin kendine göre “sosyalizm” modelleri ürettiği o günün dünyasında, çeşniye eklenenlerden biri de “Burma sosyalizmi” olacaktı. Tüm alanlarda bedelli millileştirmelere ve devletleştirmelere gidildiği ülkede, askeri bürokrasinin egemenliğinde ve Çin’i model alan bir despotik bürokratik diktatörlük hâkim kılındı. 1964’te tüm partiler kapatılırken, askeri cuntanın (“Devrim Konseyi”) 1962 yılında kurduğu Birmanya Sosyalist Program Partisi (BSPP) tek parti haline geldi. 1973’te ise ülkenin adı resmen Birmanya Birliği Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Adı lâfzen “sosyalizm” olan bu devletin elbette sosyalizmle ya da bir işçi devletiyle en ufak bir alâkası yoktu; tıpkı Çin’de, Stalinist SSCB’de, Küba’da ve diğer bürokratik diktatörlüklerde de olmadığı gibi. Tepede despotik bürokratik bir devlet aygıtı ve ona egemen olan bürokrasi, aşağıda bu sınıf tarafından sömürülen işçiler ve köylüler! İşte “sosyalizm” denen şey buydu ve bu ucube, gerçekte sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum olan sosyalizme en az kapitalizmin olduğu kadar uzaktı.
Tıpkı diğer despotik bürokratik devletlerde olduğu gibi Birmanya’da da ülke kaynaklarının büyük bir bölümünü militarizasyona ve kendi çıkarlarına tahsis eden bürokratik sınıf, izlediği politikalar sonucunda emekçi kitleleri korkunç bir açlığa sürüklemişti. 1960’ta 670 dolar olan kişi başına milli gelir 1989’da 200 dolara gerilemiş, pirinç ve doğal kaynaklar bakımından son derece zengin olan Birmanya, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri haline gelmişti. Kuşkusuz bu durum toplumsal muhalefetin içten içe kızışmasına da ivme veriyordu. Ancak ABD başta olmak üzere uluslararası burjuvaziyle yakın ilişkiler içindeki muhalif güçlerin yoğun çabaları ve gerçek bir komünist önderliğin bulunmaması nedeniyle, yükselen halk muhalefeti ne yazık ki devrimci değil burjuva kanallara akacaktı. Burjuva muhalefet kanallarının en güçlüsü ise, 1947 yılında suikasta uğrayarak ölen bir generalin kızı olan Aung San Suu Kyi ve partisi NLD idi.
1960’ta annesinin Hindistan büyükelçiliğine atanması nedeniyle önce Hindistan’a, sonrasında da eğitim gördüğü Londra’ya yerleşen ve Birleşmiş Milletler’de de çalışan Aung San Suu Kyi, 1988 yılında “hasta annesiyle ilgilenmek üzere” ülkeye dönmeye karar verdi. Tesadüf o ki (!), bürokratik rejimi ciddi şekilde sarsan ünlü 8888 Ayaklanması da kısa bir süre sonra gerçekleşecek ve Budist rahiplerin de desteğini alan Kyi, ayaklanmanın daha fazla radikalleşmesinin önlenmesi ve bastırılmasında ciddi bir rol oynayacaktı.
Eski cuntanın başarısız kalması üzerine bir darbeyle iktidarı ele geçiren yeni askeri cuntanın kanlı bir şekilde bastırdığı bu ayaklanma, ülke tarihinde önemli bir dönemeç noktası teşkil ediyordu. Zira bu ayaklanmanın ardından, 1989’da ülkenin resmi adı Myanmar Birliği[1] olarak değiştirilmiş ve böylelikle “Burma sosyalizmi” maziye karışmıştı. Ne var ki, bu, sürecin burjuva demokrasisine doğru ilerlemesi anlamına gelmeyecekti. NLD 1990 yılında yapılan seçimlerde ezici bir çoğunluk elde etmesine rağmen, cunta iktidarı NLD’ye terk etmedi ve eskinin sömürücü bürokratlarının yeni burjuvalara (çoğu asker üniformalı) dönüştüğü totaliter bir kapitalist rejime geçildi. 1989 yılında tutuklanıp ev hapsine mahkûm edilen Aung San Suu Kyi[2] ise bir “demokrasi kahramanı”na dönüştü ve “diktatörlüğe karşı gösterdiği barışçıl çabalar” nedeniyle 1991’de Nobel Barış Ödülü aldı!
İlerleyen süreçte Myanmar’da, petrol, doğalgaz, kıymetli taşlar, ormancılık gibi kârlı sektörlerde devlet tekeli kırıldı. Ancak tüm bu özelleştirme uygulamalarında, Tatmadaw olarak bilinen Myanmar ordusunun doğrudan ya da dolaylı ortaklığı bulunuyor. Eski devlet aygıtının korunduğu ve askeri bürokrasinin egemenliğinde devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü Myanmar’da, mevcut durum olağan bir kapitalist işleyişe izin vermiyor. İşte yerli ve yabancı sermayeyi rahatsız eden şey esas olarak budur.
Myanmar halkı yoksullukla pençeleşiyor
Dünya yolsuzluk sıralamasında ilk başlarda yer alan Myanmar (nüfusu 55 milyon), 488 bin kişilik devasa bir orduya sahipken, bütçe giderlerinin yüzde 40’ına yakınını “savunma” yani ordu harcamaları oluşturuyor. Gayri safi milli hasıladan eğitim ve sağlığa ayrılan pay ise yüzde 1’i geçmiyor. Afyon üretiminde dünya ikincisi olan Myanmar’da, askeri yönetim, uyuşturucu ticaretinden elde edilen devasa gelirle de ihya oluyor.
Doğalgaz, petrol, yakut, tikağacı[3] gibi pek çok zengin kaynağa sahip olan ülkeyi askeri elitin başını çektiği yerli burjuvazi ve uluslararası sermaye iliğine dek sömürürken, Myanmar halkı dünyanın en yoksul halkları arasında ilk sıralarda yer alıyor. Egemen sınıfla emekçi sınıflar arasında muazzam bir gelir uçurumunun bulunduğu ülkede kişi başına milli gelir kâğıt üzerinde 1800 dolar görünürken, nüfusun yüzde 90’ının yıllık geliri 300 doları geçmiyor. 1998 verilerine göre, en zengin yüzde 10’luk dilim ulusal gelirin yüzde 32,5’ini alırken, en yoksul yüzde 10’luk dilim sadece yüzde 2,8’ini alabiliyor. Ama askeri yönetim IMF ve Dünya Bankasına avuç açmamakla övünebiliyor!
Üretimin büyük ölçüde tarıma dayandığı ve sanayileşmenin son derece cılız olduğu Myanmar’da, çalışanların yüzde 70’e yakını tarım sektöründe istihdam ediliyor. İşsizliğin yüzde 10’u geçtiği ülkede ücretler son derece düşük. Çocuklarda had safhada beslenme yetersizliği görülürken, sıtma, ishal, hepatit, tifo gibi salgın hastalıklardan dolayı yaşam kaybı oranı da oldukça yüksek. Sadece sıtmadan ölenlerin sayısı her yıl 30 bine yaklaşırken, şu anda 600-700 bin civarında AİDS’li insanın bulunduğu tahmin ediliyor.
Aslına bakılacak olursa, 55 milyon nüfuslu ülkede, yaşamlarını manastırlarda ve halkın bağışlarıyla sürdüren 500 bin Budist rahibin bulunması bile yoksulluğun ulaştığı boyutun yeterince çarpıcı bir göstergesi. İnsanlar, dinsel inançlarının çok ötesinde, rahipliği bir kurtuluş yolu olarak görüyorlar. Zira manastırlar yoksul ailelerin çocukları için karınlarının doyacağı bir yuva işlevi görüyor aynı zamanda. Bunun yanı sıra, yoksulluğun artması hayatlarını halkın bağışlarıyla devam ettiren rahipleri de doğrudan etkiliyor ve daha fazla sefalete sürüklüyor. Bu yüzden, askeri rejimin baskılarının yanı sıra bu sefalet durumundaki artış da, onları muhalefet saflarının önemli bir unsuru haline getiriyor.
Batılı emperyalistlerin çıkar mücadelesi
Myanmar’daki askeri rejimin halk düşmanlığı, bizler için tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık bir olgudur. Ne var ki, Batılı emperyalistlerin bu rejime olumsuz yaklaşmalarını, burjuva medya tarafından pompalandığı üzere “demokrasi” ve “insan hakları” merakı değil, maddi çıkarlar belirlemektedir. Ellerinden ezilen halkların kanı damlayan, Irak’ta yüz binlerce insanı katleden, işkenceyi kendi ülkeleri de dâhil her yerde sıradan bir uygulama haline getiren emperyalistlerin demokrasi ve insan hakları havarisi kesilmeleri emperyalist ikiyüzlülüğün çiğ bir göstergesidir. Kendi beslemeleri pek çok ülkede (bu arada tabii ki Türkiye’de de) binlerce insanı işkenceden geçirirken, on binlercesini yıllar boyu hapislerde tutup binlercesini katlederken “demokrasi”yi ve “insan hakları”nı aklına getirmeyen ABD, söz konusu olan Myanmar gibi ülkeler olduğunda bu konularda pek hassastır!
Şurası çok açık ki, Myanmar’daki askeri diktatörlük, gerçekte insan hakları ihlalleriyle değil izlediği ekonomik politikayla, Batılı emperyalist güçlerin büyük tepkisini çekiyor. Ekonominin devlet güdümünde olması, devletin ve ordunun pek çok sektörde pay sahibi olması, dışa kapalılık gibi unsurlar bu ülkenin emperyalist sisteme entegrasyonunun önünde ciddi engel teşkil ediyor. Bunun yanı sıra Myanmar; Hindistan, Rusya, ama özellikle de Çin’le yakın ekonomik, politik ve askeri ilişkiler içinde. Çin Myanmar ordusuna silah yardımında bulunurken, diplomatik alanda da güçlü bir destek sağlıyor. Örneğin ABD’nin BM’ye dayattığı yaptırım tasarıları Çin vetosu sayesinde kolayına kabul edilemiyor. Bunun karşılığında Çin, Myanmar limanlarından ve askeri üslerinden yararlanma hakkına sahipken, önemli miktarda petrol ve doğalgaz rezervine sahip olan bu ülkenin söz konusu sektörlerinde de hâkim durumda bulunuyor. İşte bu yüzden de Çin, başta Fransa (Total) ve ABD (Chevron) olmak üzere Myanmar petrol sektöründe yatırımları olan ülkelerin en büyük rakibi durumunda. Myanmar ithalatının yüzde 35’ini Çin’den karşılarken, iki ülkenin ticaret hacmi her geçen yıl daha da artıyor. Myanmar’ın Rusya ve Hindistan’la da yakın ilişkileri var ve silah alımlarının bir bölümünü de Çin’in yanı sıra bu ülkelerden yapıyor. Ayrıca gaz sektöründe özellikle Hindistan Çin’in başlıca rakibi konumunda.
Sonuç olarak, Güney Asya’da stratejik bir mevzide bulunan böylesi bir ülkenin, emperyalist kapışmanın ilerleyen aşamalarında yeni bir blok oluşturma potansiyeli taşıyan Çin, Rusya ve Hindistan üçlüsüne kaptırılmasının Batılı emperyalistleri son derece rahatsız ettiği ortadadır. İnsan hakları ihlalleri ve demokrasi eksikliği ise teferruattan ve bahaneden ibarettir. Emperyalistlerin, müdahale etmeyi kafalarına koydukları ülkelerdeki “demokrasi”yi pek bir önemserken, dost ve müttefik kanlı diktatörlükleri savunmak için her türlü çabayı gösterdikleri artık herkesin malûmu.
Burjuva çözümler kurtuluş getiremez
Demokratik hakları gasp edilmiş olan ve en temel ihtiyaçlarından mahrum bırakılan Myanmarlı işçi ve emekçiler yoksulluktan kırılırken, yerli ve yabancı sermayenin esas derdi, kendisi için demokrasi, kendisi için serbest siyaset yapma hakkı, kendi önündeki engellerin kaldırılması ve böylelikle daha fazla kârdır. Emperyalistler, Myanmarlı yoksullar için, insan hakları için, demokrasi için sözde gözyaşı döküyorlar; sanki bu ülkedeki işçileri kölelik koşullarında çalıştıranlar arasında kendileri de bulunmuyormuş gibi.[4] Uluslararası alanda ekonomik ve siyasi yaptırımların daha da sertleştirilmesi çağrısında bulunuyorlar; sanki bu ülkede doğrudan ve dolaylı yatırımları yokmuş gibi.
Myanmar halkı onyıllar boyunca İngiliz sömürgeciliğinden çekmiş, ne var ki bağımsızlığa kavuşmakla dertleri sona ermemiştir. Myanmarlı işçiler ve emekçiler yerli sömürücü sınıfların yanı sıra emperyalistlerin sömürüsünden ve zulmünden de kurtulamamışlardır. Zulme dur diyerek seslerini yükselttiklerinde ise ne yazık ki kendi bağımsız örgütlerinden alacakları güçten yoksun olduklarından yine bir başka sistem gücünün peşine takılmışlardır. Oysa kurtarıcı belledikleri Aung San Suu Kyi gibi burjuva muhalefet liderleri, ayağa kalkan kitleleri bastırmak için generallerle işbirliği yapmakta bir an bile tereddüt etmemişler ve binlerce ölünün ardından kitlelerin sessiz sedasız evlerine çekilmelerini sağlamışlardır. Sonuçta baskı, şiddet, açlık ve yoksulluk artarak devam ederken, birileri de barış ödülleriyle kutsanıp demokrasi kahramanı haline getirilmiştir.
Myanmar’daki askeri rejimin bu şekilde uzun süre varlığını koruyamayacağı aşikârdır. Ancak, onun ortadan kalkması hiç de güllük gülistanlık bir Maynmar’a kapının aralanması anlamına gelmiyor. Myanmarlı işçi ve emekçilerin baskılar ülkesinden özgürlükler ülkesine geçmek ve daha iyi bir yaşama kavuşmak için tek seçenekleri var: Örgütlü bir güç olarak kendi bağımsız seslerini yükseltmek ve cuntayla birlikte yerli ve yabancı sermayeyi başlarından def etmek! Bu seçenek aynı zamanda tüm dünya işçilerinin de kurtuluş yolundaki tek gerçek seçenekleridir.
[1] Bu değişiklik Birleşmiş Milletler tarafından kabul gördüğü halde ABD, Kanada, İngiltere, Avustralya ve İrlanda tarafından kabul edilmemiştir. Amerikan ve İngiliz medyasının egemenliğinde dünyaya pompalanan haberlerde ülkenin adının halen Burma olarak geçmesinin nedeni budur. Bu kaynaklardan beslenen Türk medyasında Burma/Birmanya/Myanmar karışıklığının hüküm sürmesi de aynı nedenden kaynaklanmaktadır.
[2] Aung San Suu Kyi ülkeyi terk etmesi halinde bir daha geri dönmesine izin verilmeyeceği belirtilerek ve politik faaliyetten men edilerek 1995 yılında serbest bırakıldı. Ancak 2000 yılında tekrar ev hapsine mahkûm edildi ve bir süre serbest bırakılsa da yeniden tutuklandı. Kyi bugün ev hapsinde tutulmaya devam ediliyor.
[3] Anavatanı Güney Asya olan ve Myanmar’ın en büyük yetiştirici konumunda bulunduğu bu ağaç, dış hava koşullarına dayanıklılığıyla ünlü. Gemi ve vagon yapımında, açık alan mobilyalarında vs. kullanılan tikağacı oldukça değerli bir ağaç.
[4] Örneğin Total, 1990’larda bu şirketin Myanmar’daki petrol boru hattı şantiyelerinde çalışan dört Myanmarlı işçinin açtığı dava üzerine Belçika’da yargılanmaya devam ediyor. İşçiler, Total’in askeri diktatörlükle el ele vererek kendilerini kölelik koşullarında ve zorla çalıştırdığını, işkenceye maruz bırakıldıklarını ifade ederek şikâyetçi olmuşlardı.
link: İlkay Meriç, Myanmar ve Emperyalizmin İkiyüzlülüğü, 3 Kasım 2007, https://marksist.net/node/7168
Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası
Çocuk Çarkı