Tüm dünyanın merakla takip ettiği ABD’deki seçim süreci, bazı eyaletlerde sayımlar sürse ve resmî sonuçlar henüz açıklanmış olmasa da büyük ölçüde tamamlandı. Son açıklamalara göre Demokrat Partinin adayı Joe Biden başkanlık için gerekli olan 270 delege sayısını aşmış durumda. Biden seçimi kazandığını ve başkanlığını ilan ederken Trump seçim sonuçlarını mahkemeye taşıyacağını açıkladı ve işin peşini bırakmayacağını da net bir şekilde söylüyor. Trump’ın itirazları nedeniyle kesin sonuçların açıklanmasının gecikmesi mümkün. Trump’ın itirazda bulunduğu eyaletlerden ikisinde yerel mahkemeler bu itirazları reddettiler. Fakat Anayasa Mahkemesinde çoğunluğu elinde bulunduran Trump’ın itirazlarını buraya taşıması ve seçim sonuçlarına müdahale etmeye çalışması olasılık dahilinde.
Bu seçimde sadece başkan değil Senato ve Temsilciler Meclisi üyeleri de seçildi. Buna göre Senatonun toplam 100 sandalyesinden 35’i yenileniyor. Bunların 23’ü Cumhuriyetçilerin, 12’si de Demokratların elindeydi. Şu ana kadar gelen sonuçlara göreyse, Cumhuriyetçilerle Demokratlar başa baş gidiyorlar. Temsilciler Meclisinde ise Demokratlar az farkla önde görünüyor. Senatoda çoğunluk için 51, Temsilciler Meclisinde ise çoğunluk için 218 sandalye gerekiyor. Valilik seçimlerinde ise Demokratlar 23 (1 vali kaybettiler), Cumhuriyetçiler 27 (1 vali kazandılar) vali elde ettiler.
Bu sonuçlar eşliğinde ABD’deki durum hakkında şunları söyleyebiliriz:
1. Seçim tablosunun çıplak bir şekilde ve bir kez daha ortaya koyduğu temel gerçek, ABD egemen sınıfı içindeki yarılma ve bunun toplumu da belirlemesi olmuştur. Trump’ın daha seçimler başlamadan haftalar önce sonuçları kabullenmeyebileceği yönündeki açıklaması, ABD tarihinde görülmemiş bir tartışmayı başlattı. Bu tutum, aslında egemen sınıf içindeki yarılmanın derinliğinin ve gerek dünyadaki gerekse de ABD’deki durumun olağandışılığının dışavurumuydu. Trump’ın seçim sonuçlarına yönelik yaptığı itirazlar ve sunduğu gerekçeler, ABD “demokrasisinin” ne durumda olduğunu ve salt bir seçim yarışından çok daha fazlasının yaşandığını ortaya koydu. Seçimler siyasi düzlemde bir netleşmeyi ve sonrasında istikrarı sağlamaktan çok uzak. Belirsizliğin ve hatta kaotik bir havanın epeyce bir süre devam edeceği söylenebilir.
2. Bu siyasi atmosfere, süregelen protestoları, egemenlerin izlediği kutuplaştırma siyasetinden ötürü neredeyse iki büyük kampa bölünmüş farklı toplum kesimleri arasındaki olası çatışmaları, Trump’ın ve Cumhuriyetçilerin körükleyebileceği faşist terörü de eklemek gerekiyor. Nitekim bu faşist terör, George Floyd’un polis tarafından katledilmesinin ardından patlak veren, aylar boyunca devam eden ve koronavirüs yasaklarına, polis ve Ulusal Muhafız saldırılarına rağmen bastırılamayan eylemler sırasında da, seçim sandıklarının başında da kendini ortaya koydu. Trump’ın desteğini arkasına alan faşist çeteler sokaklarda can aldı. Birçok yorumcunun da ifade ettiği gibi, Trump öncesinde de ülkede bir siyasi yarılma vardı ama Trump kendi başkanlık döneminde bunu olağanüstü düzeyde arttırdı ve şiddetlendirdi. Dolayısıyla Trump sonrasında da bu yarılma ve gerilim devam edecek. Tam da bu yüzden kimi burjuva yorumcular ABD tarihindeki en büyük anayasal ve siyasi krizin yaşanmakta olduğunu ifade ediyorlar. Çok açık ki, Trump kaybetmiş olsa da Cumhuriyetçi Parti içinde cisimleşen ırkçı-faşist cephe varlığını korumaya ve etkinliğini arttırmaya devam edecek.
3. Dünyada uluslararası kamuoyu tarafından bu kadar yakından takip edilen bir seçime az rastlandığını da eklemek gerekiyor. Bunun temel sebebi, hiç kuşkusuz, ABD seçimlerinin küresel düzeydeki kapışmanın, hegemonya mücadelesinin, tarihsel krizle körüklenen “büyük resetçi/küreselci” sermaye kesimleriyle ulus-devlet eksenli tutum alan sermaye kesimlerinin çekişmesinin parçası haline gelmiş olmasıdır. Bunun yanı sıra, küresel düzeyde otoriter/totaliter eğilimli liderler ve bu liderlerin başında bulunduğu ülkeler genel olarak Trump’ı desteklerken, diğerleri Biden’ın kazanmasını arzuluyorlar. Bu bağlamda örneğin Rusya, Türkiye, Brezilya, Hindistan, Filipinler, Macaristan gibi ülkeler ve liderleri tercihlerini açıkça Trump’tan yana koyarken, AB ülkeleri Biden’ı desteklediler.
4. ABD’de seçim sisteminin ne denli anti-demokratik olduğu sır değil. Dolayısıyla seçimlerin gösterdiği ikinci büyük temel olgu şudur: Kitleler bu adaletsizliğe ve anti-demokratikliğe tepkilerini, aynı zamanda oy kullanmalarını zorlaştıran bu sisteme rağmen seçimlere yoğun olarak katılmakla, bunu tepkilerini ortaya koymanın bir aracı haline getirmeye çalışmakla ortaya koymuşlardır. “Demokrasinin beşiği” denilen bir ülkede demokratik haklarını kullanabilmek için, yaratılan kutuplaşmanın gölgesinde tercihlerini sandığa yansıtabilmek için adeta seferber olmuşlardır. Yoksul emekçiler, siyahlar, göçmenler ve dışlanan kesimler pek çok bölgede sandığa faşist çetelerin silahlarının gölgesi altında gitmiştir. Bu durum 21. yüzyılda, çürüyen kapitalizmin kitlelere sunabileceği demokrasinin durumunu, güdükleşmenin geldiği boyutları bir kez daha ortaya koymaktadır.
Mevcut seçim sistemine göre, Demokrat veya Cumhuriyetçi Parti haricinde yarışa giren bir adayın hiçbir şansı olmadığı gibi, aslında başkanı da halk seçmemektedir. Oy kullanma hakkına sahip olan “şanslı” vatandaşlar, adına Seçiciler Kurulu denen ve 538 delegeden oluşan bir kurulun üyelerini seçmekte, başkanı da bu kurul belirlemektedir. Her eyaletin nüfusuna göre delege sayısı önceden belirlenmiştir. Örneğin en yüksek nüfusa sahip California’nın 55, ikinci sırada gelen Texas’ın 38 ve New York’un 29 delegesi bulunmaktadır. Tabii ki Seçiciler Kurulunda delege olacak kişiler de Demokrat veya Cumhuriyetçi Partinin kodamanları, yani partinin tepe yönetimi tarafından belirlenmektedir. Bu kurulda 270 delegeyi kazanan aday başkanlığı garantilemiş olmaktadır. Bu seçim sistemine göre, iki eyalet hariç geriye kalan tüm eyaletlerde oyların çoğunluğunu alan aday, o eyaletin tüm delegelerini kazanmış kabul edilmektedir. Böylece kaybeden aday lehine oy kullanmış olan on milyonlarca insanın tercihi hiçbir biçimde ülke yönetimine yansımamaktadır.
Üstelik birçok eyalette siyahların veya Latin kökenlilerin oy kullanmasını engelleyecek ciddi yasal ve fiili engeller söz konusudur. O kadar ki, özellikle siyahlardan ve Latin kökenlilerden oluşan milyonlarca ABD vatandaşı için oy kullanabiliyor olmak bile fiilen bir mücadele konusu haline gelmiştir. Toplam nüfusun yaklaşık 328 milyon olduğu ABD’de seçmen sayısı 250 milyon civarındadır ama bu engellerden dolayı milyonlarca insan oy kullanamamaktadır. Örneğin pek çok eyalette halen “herhangi bir suçtan hüküm giymiş bir vatandaş”ın oy kullanma hakkını gasp eden yasal düzenlemeler mevcuttur. Yahut bazı eyaletlerde vergi borcu bulunan vatandaşlar oy kullanamamaktadırlar. Özellikle siyah veya Hispanik nüfusun yoğun olduğu semtlere kasıtlı olarak çok az sayıda seçim sandığı konulmakta ve insanlar 4-5 saat kuyrukta beklemek zorunda bırakılmaktadır. Bu nedenle, posta yoluyla oy kullanma özellikle Trump karşıtı kesimler açısından son derece önemlidir ve oy kullanma oranının ciddi biçimde artmasını sağlamıştır.
5. Açıktır ki, bu son derece adaletsiz ve anti-demokratik seçim sistemine rağmen Biden’ın Demokrat Parti tarihindeki en yüksek oy sayısına ulaşmış olması, halkın önemli bir bölümünün Trump’tan ve onun temsil ettiği değerlerden, politikalardan ne kadar nefret ettiğini ortaya koyuyor. Pandemi sürecinde ayyuka çıkan toplumsal sıkıntılarla birleşen ve görülmemiş seviyelere ulaşan işsizlik, yoksulluk ve ırkçı şiddet kitlelerin seçimdeki tercihinin belirlenmesinde de önemli rol oynamıştır. Bu sebeplerle, yaşanan seçim son 120 yılın en yüksek katılımlı seçimi olmuştur. ABD’de seçimlere ortalama katılım oranı %50’nin biraz üzerinde seyrederken, 1900’deki seçimde yüzde 73,7 katılım oranına ulaşılmıştı. 2020 seçimindeki veriler ise yüzde 67’lik bir orana işaret ediyor. Özellikle siyahların ve Latin kökenli vatandaşların seçimlere katılımındaki artış belirleyici olmuştur.
6. Ancak yine de Demokrat Partinin ve başkan adayı Biden’ın, beklenenden daha kötü bir performans sergilediğini söylemek mümkündür. Bu bağlamda anket-araştırma şirketleri de seçimlerin kaybedenlerinden olmuştur. Trump, birçok eyalette seçim öncesi yapılan anketlerde tahmin edilenden daha iyi performans sergilemiştir. Ayrıca Trump, geleneksel olarak Demokratlara oy veren Latin kökenlilerden ve siyahlardan aldığı oy oranını da %2-4 arasında arttırmış görünmektedir. En önemlisi de özellikle beyaz işçilerin yoğun olduğu sanayi kentlerinde ve genel olarak da beyaz işçi sınıfı içinde Trump’ın halen ciddi bir desteğe sahip olmasıdır. Bunun temel nedeni de Biden’ın kitlelerin değişim isteğine yanıt verememesi, ekonomik sorunlara yönelik çözüm önerileri ortaya koyamamasıdır.
Seçim sürecinin başında, henüz partiler aday adaylarını belirlerken Demokrat Partide son iki seçimdir yaşanan Sanders fırtınası, aslında kitlelerin ne denli ciddi bir değişim istediğini ortaya koyuyordu. Bu köklü değişim isteği Obama seçilirken de vardı ama kitleler Obama yönetiminde umduklarını bulamamışlardı. Bu sebeple de Trump’ın önü açılmış ama onun olağandışı yönetimi tepkiyi/öfkeyi daha da arttırmış, her iki uçta da radikalleşmeyi beslemişti. Fakat Demokratlar kitlelerin değişim isteğinin yarattığı dinamizmi harcamak pahasına Sanders’in kaybetmesini sağladılar. Seçim sürecinde Biden Amerikan müesses nizamına uygun, “orta sınıf”ı temsil eden, geleneksel burjuva siyasetinin normlarına ve diplomasisine uyan bir çizgi izledi. Ama bu çizgisi, Trump’ın saldırgan, faşizan ve geleneksel burjuva siyaset kalıplarının dışına çıkan tavırları karşısında ona bir miktar oy kaybettirdi. Dolayısıyla da son derece yıpranmış olmasına rağmen Trump beklenenden daha fazla oy almayı başardı.
Ayrıca Sanders’ta cisimleşen sol dalganın seçim sürecine etkisini gözardı etmek mümkün değildir. Sanders Demokrat Partinin başkan adayı olamasa da parti içindeki sol kanadın etkisinin arttığı aşikârdır. Bu, seçimlerde de kendini göstermiştir. Örneğin bir zamanlar evsiz olan ve ırkçılık-faşizm karşıtı bir mücadele yürüten solcu aktivist Cori Bush, oyların yaklaşık yüzde 79’unu alarak orta Amerika eyaletlerinden Missouri’yi Kongrede temsil eden ilk siyah kadın oldu. Bu eyalet, 18 yaşındaki siyah Michael Brown’ın polis tarafından vurulmasının ardından 2014 yılında büyük protestoların gerçekleştiği St. Louis ve Ferguson şehirlerini de kapsıyor. Benzer şekilde pek çok solcu aday da Demokrat Partiden seçilerek Temsilciler Meclisine girdi. Seçim sürecinin ırkçı polis şiddetine karşı tüm ülkeyi kapsayan ve sarsan protestolara sahne olması, bu protestoların ağır ekonomik krizin ve pandemi koşullarının beslediği yüksek işsizlik ve yoksulluk karşıtı bir içerik de taşıması, hiç kuşkusuz seçim atmosferinin temel belirleyenlerindendi. Ancak Demokrat Partinin burjuva kodamanları, bu kitlesel tepkiyi kendi seçim hedefleri için kullanmakla yetindiler ve protestoların Trump’ı yıpratmaktan öteye gitmesini engellediler. Hatta ağırlıklı olarak kendilerini destekleyecek siyahların ve Latin kökenlilerin oy kullanmalarını zorlaştıran yasal ve fiili engellerle bile yeterince mücadele etmediler.
7. İşte bu nedenlerden dolayı, seçim sonuçlarından bağımsız olarak ABD’deki durum aslında sınıf mücadelesinin sertleşeceğine işaret etmektedir. Milyonlarca insan işsiz, yoksul ve geleceksizdir; toplumsal çelişkiler giderek derinleşmektedir. Toplumun yüzde 1’i 34 trilyonluk bir servete hükmederken, toplumun yarısının toplam zenginliği yalnızca 2 trilyon dolardır. Dolayısıyla Trump gidip Biden geldiğinde de toplumsal eşitsizlikler ve artan sorunlar yerinde durmaya devam edecektir. Kitlelerin tepkisini yumuşatmaya dönük kimi hamlelerin (kimi alanlarda kamu yatırımlarının vb.) ne denli çözüm olacağı belirsizdir. Egemenler açısından ABD bir daha dikensiz gül bahçesi olmayacaktır. Toplumsal muhalefet canlanmış, özellikle genç kuşaklar sokaklarda yerlerini almışlardır. Gençliğin önemli bir bölümü, 30 yaşın altındakiler, ne anladıklarından öte sosyalizmi olumlu bulmakta ve kapitalizmi eleştirmektedirler.
8. Şunu da belirtmeliyiz ki, tüm olumsuzluklarına rağmen, Biden’ın da Trump’tan hiç farkı yok demek doğru değildir. Trump’ın zaferinin hem ABD’de hem de dünyada faşizmin siyaseten daha da güç kazanması anlamına geldiği açıktır. Trumpizmin özünü WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) üstünlüğü anlayışı, ırkçılık, şovenizm, Evanjelizmde cisimleşen dinsel gericilik, vahşi kapitalizm, Amerikan emperyalizmi ve katıksız işçi sınıfı düşmanlığı oluşturmaktadır. Üstelik Trump, sadece ABD’de değil tüm dünyada faşist güçlerin hamiliğine soyunan bir ekibin temsilcisidir.
9. Dünya ağır ve tarihsel bir krizden geçmektedir. Bu kriz kapitalizmin tarihsel olarak tıkandığı, tarihsel miadını doldurduğu, kapitalizmin küreselleştiği ve dünya ekonomisinin üst düzeylerde organik bir bütün oluşturduğu, dünya nüfusunun tamamının derinden etkilendiği bir dönemde yaşanıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerden geri olanlara kadar, tüm dünyada emekçi kitlelerin yaşam standardı daha kötüye gidiyor, yüz milyonlarca insan mutlak yoksulluğun çukuruna itiliyor. Kriz, tırmanan işsizlik ve derinleşip kalıcılaşan yoksulluk, sağlık hizmetlerinin çökmesi ve kitlelerin büyüyen umutsuzluğu, sermayenin uluslararası sözcülerine alarm zilleri çaldırıyor. Ancak ne Biden ne de Trump böylesi köklü sorunlara çözüm üretecek kapasiteye sahiptir. Amerikan işçi sınıfının da dünya işçi sınıfının da kurtuluşu bir bütün olarak burjuvaziye karşı yürütecekleri mücadeleye bağlıdır.
link: Kerem Dağlı, ABD Seçimleri Ne Anlatıyor?, 8 Kasım 2020, https://marksist.net/node/7106
Ekim’den Bugüne, Geçmişten Geleceğe
Rejimin Sorunları Büyüyor