Ekonomi cephesinde de dış politika alanında da içine girdiği darboğazdan çıkamayan Erdoğan, iktidarını sürdürebilmek için her yola başvururken, attığı adımlar giderek daha da trajikomik hale geliyor. Kitleleri oyalamak, umut vermek ve aldatmak için her şey yapılıyor. Son örnek Erdoğan’ın “müjde”sidir. İki gün boyunca gündemi meşgul eden “acaba nedir” sorusunun Karadeniz’de doğalgaz yatağı bulunmuş olduğu şeklindeki yanıtı, anlaşılıyor ki Erdoğan’ın açıklamasından önce bilinçli bir şekilde basına sızdırıldı. “Küresel aktör olacağız”, “gaz ihracatçısı olacağız”, “cari açık sorunu tarihe karışacak”, “yeni eksen kurulacak” vb. palavralar eşliğinde köpürtüldükçe köpürtülen bu bilgi sayesinde döviz kurları iki gün içinde yüzde 2’den fazla düşüş yaşadı, borsa yükseldi; ancak Erdoğan’ın Cuma günkü açıklamasını takiben “piyasalardaki coşku” yerini hayal kırıklığına bıraktı. 800 milyar metreküp diye basına sızdırılan rezervin, 320 milyar metreküp gibi cüzi bir miktar (Türkiye’nin ithal ederek kullandığı yıllık doğalgaz miktarının 50 milyar metreküp civarında olduğu düşünülürse abartının büyüklüğü de apaçık hale gelmektedir) olduğu ortaya çıktı. Üstelik bunun “kanıtlanmış rezerv” olup olmadığı, bunun ne kadarının “çıkarılabilir rezerv” olduğu, üretim maliyetinin ne olacağı gibi sayısız teknik sorunun da cevabı ortada yoktu.[*] Erdoğan’ın müjdesi, dağın fare doğurmasından farksız olduğundan, sonuç döviz kurlarının düşüş öncesi noktaya geri fırlayarak artmaya devam etmesi oldu. Merkez Bankasının Perşembe günkü faizi arttırmama kararının arkasından yaratılan beklentiyle fırlaması engellenen döviz kurları, iki günlük bir molanın ardından yükselişlerine devam etti. Erdoğan iktidarı iki gün kazanmış oldu; bu arada, olan bir kez daha Erdoğan’a inanıp döviz düşecek diyerek elindeki dövizi bozduran “hane halkı”na oldu. Dediğimiz gibi, aslında trajikomik bu durum, Erdoğan iktidarının ekonomik alanda ne denli sıkıştığının, palavralar ve manipülasyonlardan başka tutunacak dal bulamadığının son kanıtını oluşturuyor.
Ama hepsi bu da değil! Bu müjdenin Cuma günü açıklanmasının arkasında bir başka gerçeklik daha var: Cuma günü Erdoğan’ın desteklediği Libya’daki Sarrac hükümeti tek taraflı ateşkes ilan etti, Hafter de hemen kabul etti. Mısır, Rusya, AB ve Fransa memnuniyetlerini ifade ettiler. TC hükümetinden ses yok! Yani, Erdoğan ve Libya’daki ortağı Sarrac tükürdüklerini yalamak zorunda kalmış oldular. Cuma günkü gazlama şovuyla üstü örtülmek istenen şeylerden biri de işte Erdoğan’ın bu geri adımı idi. Yine de unutmamak lazım ateşkes ilanı ile bunun hayata geçmesi farklı şeylerdir. Bugüne dek Suriye’de ilan edilen nice ateşkesin akıbetini biliyoruz. Dolayısıyla bu ateşkesin hayata geçip geçmeyeceğini, Türkiye dahil çeşitli güçlerin takınacağı tutumlar belirleyecektir.
Bugüne dek Türkiye, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz’deki hamleleriyle gerilimi tırmandıran bir çizgi izledi; bir dizi alanda bir dizi geri adım atsa bile bu çizgiden vazgeçecek gibi görünmüyor. Zira Libya’da Trablus’u elinde tutan İhvancı Sarrac hükümetini destekleyen rejim, bu ülkenin petrol zenginliğinden ve aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarından büyük bir parça kopartmayı düşlüyor. Bu emperyalist emellerin üzeri ise “ülke savunusu”, “Mavi Vatan” gibi hamasi söylemlerle örtülüyor. Diğer taraftan bu aynı tutum, yandaş medya ve tarikatlar eliyle, Türkiye’nin zenginleşeceği, hakkını artık yedirtmeyeceği, sözü dinlenir bir ülke olacağı vb. söylemlerle propaganda ediliyor. Türkiye, kuzey Kıbrıs’taki konumu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaması, deniz hukukuyla ilgili kimi uluslararası anlaşmaların altına imza koymaması, Mısır ve İsrail dâhil birçok ülkeyle sorun yaşaması nedeniyle, Doğu Akdeniz’deki kaynakların paylaşımından dışlanmak istenmektedir. Ne ABD, ne Rusya, ne de AB Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin politikalarını desteklemektedir.
Yürüyen Ortadoğu savaşında Kürt meselesinden dolayı ABD’yle arası açılan Erdoğan iktidarı, ABD’yle Rusya arasındaki gerilimlerden yararlanarak Suriye’de kendine bir yol açmayı denediyse de, geçici ve kısmi görünen kazanımlar dışında bir şey elde edememiş, tersine, dış dünya nezdinde güvenilmez ve şantajcı bir iktidar algısı daha da pekişmiştir. Rusya’yla yakınlaşır görünerek istediklerini elde edemeyen egemenler, kürkçü dükkânına geri dönerek, bir kez daha ABD’ye (ve İngiltere’ye) yaltaklanma çabalarına hız vermiş durumdadırlar. Ne var ki, Rusya açısından olduğu gibi ABD açısından da Erdoğan iktidarı, henüz yakın geçmişte attığı adımların hesabını vermiş değildir.
ABD, kuşkusuz Türkiye’yi kullanarak, Rusya’nın Libya’daki etkinliğini sınırlamak amacındadır. Ne var ki bu doğrultuda son dönemde Türkiye’ye verdiği siyasal desteğin sınırsız olmadığı da gün gibi ortadadır. Zira TC’nin Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusundaki tutumları, ABD’nin genel çıkarlarıyla aynı doğrultuda olmadığı gibi onun diğer bölgesel müttefiklerinin (İsrail, Yunanistan, Mısır, Suudi Arabistan) çıkarlarıyla da taban tabana zıttır. Bu nedenle Amerikan emperyalizmi, yürüyen büyük savaşın bir cephesinde Türkiye’yle iş tutarken, diğer bir cephesinde ona sadece siyasal destek sunabilmekte, bir başka cephesinde ise sessiz kalabilmekte hatta karşı cephede yer alabilmektedir. Örneğin ABD, Türkiye-Yunanistan gerginliğinde tavşana kaç tazıya tut oyununu oynuyor. Bir taraftan Libya’da Türkiye’nin önünü kısmen açıp onu kendi emellerine aracı kılmaya çalışırken, bir yandan da Yunanistan’ı Mısır’daki Sisi diktatörlüğüyle deniz alanlarının paylaşımı konusunda bir anlaşma yapmaya teşvik ederek TC’nin planlarını baltalıyor.
Başlangıçta ABD’nin planları doğrultusunda hareket eden Türkiye, zaman içinde onun planlarında ciddi revizyonlara gitmesiyle yarı yolda kalmış, girdiği maceracı yoldan geri dönmesi de mümkün olmamıştır. TC egemenleri emperyal hedefler doğrultusunda boylarından büyük işlere kalkışmışlar, tökezledikçe daha da tutarsızlaşıp daha büyük zikzaklar yapmak zorunda kalmışlar, savaşın herhangi bir cephesinde kalıcı bir geri adım atarlarsa elini verenin kolunu kaptıracağı düşüncesiyle oynadıkları kumarda eli giderek daha da büyütmüşlerdir. TC’nin askeri kabiliyeti ve iktisadi gücü düşünüldüğünde, körükledikleri savaştan amaçlarına ulaşarak çıkmaları pek mümkün değildir. Bunun son örneğini Libya’da yaşanan gelişmelerde görmek mümkündür.
Libya’da aslında ABD ve İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda ve onların onayıyla kendine bir alan açan Türkiye, daha birkaç hafta öncesine kadar sağladığı askeri destekle Hafter karşısında üstünlük elde eden Sarrac hükümetini teşvik ederek Sirte ve Cufra’nın ele geçirilmesinin planlarını yapıyordu. Sarrac’ı Hafter’i tanımamak ve Libya’nın tamamında hak iddia etmek için teşvik ediyor; AB’den, Rusya’dan, Mısır’dan ve ABD’den gelen ateşkes çağrılarını boşa çıkartıyordu. Uluslararası anlaşmalar ve BM kararları hilafına Libya’daki Sarrac hükümetine silah yardımına devam ediyor, oraya kendi askerlerini gönderiyor, hava üssü kurmaya çalışıyor ve tüm bunlar uğruna Fransız donanmasıyla kafa kafaya gelerek NATO nezdinde bir uluslararası kriz çıkmasını bile göze alıyordu. Ama tüm bu afra tafraya rağmen, sonunda Rusya’nın, ABD’nin ve AB’nin istediği oldu. Önce sessiz sedasız Rusya’yla bir mutabakata varmak zorunda kaldılar, ardından da Sarrac hükümeti geçtiğimiz günlerde ateşkesi kabul etti. Böylelikle Sarrac, hem Libya’nın tamamı üzerindeki hak iddiasından, hem Hafter’in gayri meşru olduğu savından, hem de Sirte ve Cufra hedeflerinden (en azından şimdilik) vazgeçmek zorunda kaldı. Kuşkusuz bu geri adım esasen Türkiye’nin atmak zorunda kaldığı bir geri adımdı. Eğer bu ateşkes baltalanmazsa, Almanya’nın hemen öncesinde Sirte ve Cufra’nın tarafsız ve silahsız bölge ilan edilmesi çağrısında bulunduğunu göz önüne alırsak, Libya’nın büyük güçlerin nüfuz alanları temelinde bölünmesine giden yolda bir adım daha atıldığını söyleyebiliriz. Böylesi bir durumda TC egemenlerinin Suriye’den sonra Libya’da da iyi ihtimalle sınırlı bir kazanımla yetinmek zorunda kalacaklarını öngörmek güç değildir.
İzlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar nedeniyle Türkiye’nin “yalnız kaldığı” hususunda muhalefet cephesinde bir mutabakat sözkonusudur. Gerçekten de “komşularla sıfır sorun” denilerek girilen yolun sonunda tüm komşularıyla gırtlak gırtlağa gelinmesi anlamında bir yalıtılmışlık durumunun belirginleştiği doğrudur. Bu durum belirginleşmeye başladığında iktidar bunu dahi “değerli yalnızlık” olarak sunarak “yedi düvele karşı mücadele ettiği” söylemini güçlendirmek için kullanmıştı. Ama bir gerçeğin altını çizmekte yarar var: Türkiye yedi düvele karşı yapayalnız bir savaş yürütmüyor, yürüttüğü savaşın da haklı bir tarafı bulunmuyor. Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke konumunda olduğunu söylüyoruz ve biliyoruz ki bu konumdaki ülkeler emperyalistleşme niyetlerini diğer tüm büyük güçlerden bağımsız ve ayrı bir yol tutturarak gerçekleştiremezler. Alt-emperyalist bir güç ancak bir büyük emperyalist gücün şemsiyesi altında hareket ederek yol almaya çalışır. Türkiye açısından bu şemsiye, tarihsel ittifak anlamında, yaşadığı tüm sorunlara rağmen hâlihazırda ABD ve NATO şemsiyesidir. TC egemenlerinin niyetlerinin ABD emperyalizmininkiyle kimi noktalarda uyuşmazlık içinde oluşu bu gerçeği değiştirmez, yalnızca Türkiye’nin niyetlerinin çelişkilerini gösterir.
Suriye’de bir yandan Rusya’yla flörtleşip bunu ABD’ye karşı bir şantaj olarak kullanan Türkiye, aslında ABD’ye Kürtlerle değil kendisiyle iş tutması için baskı yapmaktadır. Irak’ta da ABD’yle zaman zaman işbirliği bazen de çekişme içindedir. Ama her iki ülkeye dönük olarak da, izlediği politikalar açısından “yalnız kaldığı” söylenemez. Bu durum Libya’da apaçık ortadadır. Bu ülkede kazandığı mevziler esasen ABD’nin onayıyla olmuştur ve orada ABD-İngiltere’nin yanı sıra İtalya’yla da işbirliği içerisindedir.
Ne var ki mesele Libya topraklarında Rusya’yı etkisizleştirme ve Libya petrollerinden pay alma meselesinden çıkıp deniz alanına uzandığında işin rengi değişiyor. Zira o noktada mesele Doğu Akdeniz hidrokarbonlarına bağlanıyor. Türkiye attığı adımlarla Libya’daki paylaşım savaşını, Doğu Akdeniz hidrokarbonlarının paylaşım kavgasıyla iç içe geçirmiştir. Bilindiği gibi geçen senenin Kasımında Libya’daki İhvancı hükümetle “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” adıyla bir anlaşma yapılmıştı. TC’nin, kabul edip onaylamadığı deniz hukukuyla ilgili bir uluslararası anlaşmaya dayanarak, üstelik de bölünmüş bir ülkeyle böylesi bir anlaşma ilan etmesinin uluslararası kamuoyu tarafından geçerli kabul edilmeyeceği bilinen bir gerçekti. Türkiye’nin gerçekten de yalnız olduğu alan işte burasıdır: Kıbrıs ve onun etrafındaki Doğu Akdeniz hidrokarbon yataklarının paylaşımı sorunu. Bu alanda oldum olası yalnız kalan TC egemenleri tek taraflı adımlarla kazançlı çıkmanın hayallerini kuruyorlar. Amaç bir oldubittiye getirerek hak sahibi olmadığı sularda hak iddia etmek ve Doğu Akdeniz hidrokarbonlarını Avrupa’ya taşıyacak boru hattının inşasını engellemektir.
Erdoğan ve ekibindekiler bir yandan “Doğu Akdeniz’de adil bir çözüm için tarafların masaya oturup bir formül bulması gerektiği” sözleriyle sanki müzakereden yanaymışlar gibi bir algı yaratmaya çalışırken, gerçekte fiili durumlar yaratıp gerilimi tırmandırıyorlar. Türkiye Kıbrıs etrafında uluslararası hukuku hiçe sayarak doğalgaz ve petrol arama faaliyetlerine devam ediyor; hem bölgenin zenginliklerinden hakkından fazlasını almaya hem de KKTC’yi meşrulaştırmaya çabalıyor. Bu doğrultuda bölgeye gönderdiği arama ve sondaj gemilerine savaş gemileri eşlik ediyor. Üstelik bu gemiler, Yunanistan’ın iddiasına göre Yunan kıta sahanlığı içerisinde faaliyet gösteriyorlar. Bu durum bölgedeki gerilimi ve askeri çatışma ihtimalini arttırıyor.
Son haftalarda yaşanan bir dizi gelişme bu ihtimalin hiç de yabana atılamayacağını göstermektedir. Yunan donanmasıyla Türk donanması karşı karşıya gelmiş, Türkiye birkaç alanı “tehlikeli bölge” ilan ederek sözümona askeri tatbikatlar gerçekleştirmiş, buna karşılık Yunanistan da Fransa’yla birlikte hemen komşu bölgelerde tatbikatlar yapmış, bölgeye Fransız gemileri ve Kıbrıs’a da Fransız savaş uçakları konuşlandırılmıştır. Gerilimin ve askeri yığınağın artmasının arkasında ise 6 Ağustosta Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşması yatıyor. Türkiye’nin Libya’yla yaptığının tersine, bu anlaşmanın uluslararası geçerliliği sözkonusu. Üstelik Türkiye’nin Libya’yla yaptığı anlaşma da böylelikle boşa çıkarılmış oluyor. İşte TC egemenlerini tedirgin eden ve gerilimi daha da arttırmaya zorlayan faktör budur.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki stratejisinin şekillenmesinde etkili kimi Ergenekoncu ve Avrasyacı eski subaylar, rejimin “fiili durum yaratma politikası”ndan geri adım atmamasını, olası bir çatışmanın Türkiye’nin elini güçlendireceğini iddia ediyorlar. Kuşku yok ki iki ülke arasında olası bir çatışma, Erdoğan rejiminin eline emekçi kitleleri oyalayacak ve zehirleyecek yeni araçlar verecektir. Hatırlatmakta fayda var, geçtiğimiz ay Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasının, Erdoğan’ın iç politik ihtiyaçlarının yanı sıra, Yunanistan’ı provoke etme ve gerilimi tırmandırma amacına da hizmet ettiğini vurgulamıştık. Gelinen noktada işin bu yönü daha da netlik kazanmıştır.
Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunların Ege adaları ve Kıbrıs sorunundan kaynaklandığı biliniyor. Gerçek şu ki her iki ülkenin egemen sınıfı da sözkonusu sorunlarda haksız konumdadırlar; karşılıklı olarak akla mantığa sığmayan iddia ve taleplerde bulunmakta, gerilimi körüklemekte ve bundan milliyetçiliği kışkırtarak iç politikada yararlanmaya çalışmaktadırlar. Esas olarak bu nedenle, her iki ülkenin egemen sınıfı da, bugüne kadar mevcut sorunları çözümsüz kılmak ve kilitlemek doğrultusunda hareket edegeldiler. Ama son yıllarda Doğu Akdeniz’de keşfedilen hidrokarbon yatakları, iki ülke arasındaki sorunları farklı bir boyuta taşımış ve çatışma riskini alabildiğine arttırmıştır.
Almanya ve ABD, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meselesinde Türkiye’nin iddialarını kabul etmiyorlar ve onun attığı tek taraflı adımları reddediyorlar. Ne var ki Yunan hükümetinin tüm çağrılarına rağmen, Almanya önderliğindeki AB kurumlarından da, ABD yönetiminden de bu hususlarda Türkiye’ye geri adım attıracak ciddi karar ve yaptırımlar çıkarmayı başaramıyorlar. Belli ki her iki büyük güç de ne şiş yansın ne kebap politikasıyla her iki ülkeyi de idare etmeye, gerilimi sınırlı bir düzeyde tutmaya çalışıyorlar. Ne de olsa büyük emperyalist güçler açısından bölgesel gerilimler hem yeni etki alanları kazanmak hem de gerilen taraflara yeni silahlar satmak için biçilmez kaftandırlar. Nitekim tam da bu süreçte Fransa Yunanistan’a iki savaş gemisi satıp Kıbrıs’ta bir üs kurmanın yolunu yapmışken, Almanya da Türkiye’ye altı denizaltı satmıştır. ABD’nin ise her iki ülkeye zaten silah satışları kesintisiz devam etmektedir.
Bu kontrollü gerilimi yükseltme politikasına emperyalistlerin angaje olmasının bir süre daha iş göreceğini düşünmek mümkün. Ancak Doğu Akdeniz hidrokarbonlarının üretimine başlamak ekonomik hale geldiğinde ve EastMed boru hattının inşası gündeme geldiğinde ya da Türkiye uluslararası burjuva hukuka aykırı şekilde yaptığı araştırmalardan olumlu bir sonuç aldığında işin renginin değişmesi, ciddiyetinin artması sözkonusu olacaktır. Böylesi bir durumda gerek AB ve ABD’nin gerekse de konunun tarafları olan diğer bölgesel güçlerin nasıl bir tutum takınacağı belirsizliğini korumaktadır.
İşler ciddiye bindiğinde, ABD ve AB emperyalizminin şu ya da bu çözümü taraflardan birine ya da ikisine birden dayatması ihtimallerden biridir. Ancak daha önce defalarca şahit olduğumuz gibi, Türkiye ve Yunanistan ister kendi aralarında anlaşarak ister dış zorlamayla bir paylaşıma razı gelseler bile bu ne bölge halkları için kalıcı barış ne de paylaşılan zenginliklerden onlar lehine bir pay çıkması anlamına gelir. Kapitalist ilişkiler devam ettiği sürece, bölgenin zenginliklerinden aslan payını büyük emperyalist tekeller almaya devam edecek, kalan küçük paylara da yerli burjuvalar el koyacaklardır, bölge emekçileri ise bu kapitalist sefahate ve sömürüye rıza gösterdikleri ölçüde en iyi ihtimalle kırıntılarla yetinmek zorunda kalacaklardır.
Oysa başka bir ihtimal daha vardır ve emekçilerin gerçek çıkarları tam da bu doğrultudadır; birleşerek kapitalist iktidarları yerle bir etmek! Ege ve Kıbrıs sorununun kalıcı, hakkaniyetli, adil ve demokratik çözümünün de, kalıcı barışı sağlamanın da, yoksulluktan ve sömürüden kurtulmanın da yegâne yolu budur. Bunun birçoklarına imkânsız bir hayal gibi geldiğini biliyoruz. Ama 2008’de Yunanistan’ı bir devrimin eşiğine getiren, Mısır’da Mübarek diktatörlüğünü deviren türde emekçi isyanları yakın zamana kadar Irak’ta ve Lübnan’da da yaşanmaktaydı. İran işçi sınıfı giderek hareketlenirken ve Mısır işçi sınıfı yeni bir atılım için güç toplarken bu dirilişe Türkiyeli ve Yunan işçilerinin dâhil oluşu bölgedeki tüm dengeleri değiştirme, Balkanlar’dan İran körfezine ve Süveyş kanalına uzanan bir coğrafyayı devrim ateşiyle özgürleştirme potansiyeli taşımaktadır. Bu gerçekleştiğinde tarihsel bir kriz içinde debelenen dünya kapitalizminin de büyük bir sarsıntı yaşayacağından ve dünya devrimi için güçlü bir kıvılcımın çakılmış olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın!
[*] Yeri gelmişken hatırlatalım: Kıbrıs etrafındaki gaz rezervleri, Erdoğan’ın Karadeniz’de bulduğunun 30 katından fazla olmasına rağmen, AB’li egemenler ve emperyalist petrol-gaz tekelleri bu gazı yeryüzüne çıkartmak için gerçekte hiç de acele etmiyorlar, zira o gazın üretilmesi şu anki dünya fiyatlarıyla ekonomik yani kârlı değildir. Aslında Erdoğan’ın tüm tek yanlı adımlarına, Kıbrıs ve Yunanistan’ın AB’ye bu hususta yaptırım uygulanmasına dönük biteviye çağrılarına rağmen, AB egemenlerinin işi ağırdan almasının iktisadi nedenlerinden biri de budur.
link: Oktay Baran, Emperyal Hayaller ve Gerçekler, 24 Ağustos 2020, https://marksist.net/node/7011
Köleci Roma’dan Kapitalizme: Çöküşün Anatomisi