Kâr oranının düşme eğilimi yasası
Ekonomik krizlerin kapitalist işleyişe içsel olduğu gerçeğinden kaçmaya çalışan burjuva iktisadı, krizlerin tamamen tesadüfi olduğunu ve ücret ya da fiyat dalgalanmaları gibi faktörlerden kaynaklandığını iddia edegelmiştir. Oysa bu dalgalanmalar boom-kriz sarmalının nedeni değil sonucudur ve ücretler ya da fiyatlar genelde ekonomik gidişata bağımlı değişkenlerdir. Kapitalizm kendini aşırı-üretim biçiminde açığa vuran kriz olasılığını her an içinde taşır. Krizin bir olasılık olmaktan çıkıp gerçekliğe dönüşmesinde bazı arızi faktörler değil, kapitalizme özgü bazı temel yasalar rol oynar. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalist krizlerin ortaya çıkışında merkezi bir öneme sahip bulunmaktadır. Marx, bu eğilimin, “modern iktisadın en önemli ve en karışık ilişkilerinin kavranması için hayati nitelikteki yasası” olduğunu belirtir ve “tarihi perspektiften en önemli yasadır” der.[1] Sermaye birikim sürecinde kâr oranlarının düşüş eğilimi kapitalistler arasındaki rekabeti kızıştıran ve dolayısıyla krizleri mayalayan bir faktördür.
Kâr oranlarının düşüşüne değinen görüşler ilk kez Marx tarafından gündeme getirilmemiştir. A. Smith ve D. Ricardo gibi klasik iktisatçılar bu konuya el atmışlar fakat doğru bir açıklama getirememişlerdir. Bu klasik iktisatçıların temel yanılgısı, düşüş eğilimini emeğin daha az üretken hale gelmesine bağlamak istemeleridir. Marx, tam tersine emeğin üretkenliğinin artması nedeniyle kâr oranının düşüş eğilimi sergilediğini ortaya koymuştur. Aslında artı-değer oranındaki, sermayenin organik bileşimindeki ve sermayenin devir hızındaki dalgalanmalar kâr oranını belirleyen başlıca faktörlerdir. Marx, kâr oranını ücret dalgalanmalarının doğrusal bir fonksiyonu olarak gören Ricardo’yu eleştirmiştir. Ricardo’nun değerlendirmesinin tersine, gerçek ücretler yükselirken kâr oranı da yükselebilir; gerçek ücretler düşerken kâr oranı da düşebilir.
Marx, Ricardo’nun gözünde kâr oranı ve artı-değer oranının özdeş terimler olduğuna dikkat çeker. Oysa artı-değer oranı, işgününde işçinin kapitalist için çalıştığı bölümün (artı-emek) kendisi için çalıştığı bölüme (gerekli-emek) oranıdır. Kâr oranı ise işçiden sızdırılan artı-değerin toplam sermayeye oranıdır. Bu nedenle, artı-değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile, emeğin üretkenliğinin yükselmesini sağlayan makineleşmeyle birlikte toplam sermaye artar ve dolayısıyla kâr oranı düşer. “Kâr oranının böyle düşüşü, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği içindir. İşçi daha az sömürüldüğü için değil, ama daha çok sömürüldüğü içindir.”[2] O halde emeğin üretkenliğini arttırarak artı-değerin kitlesini yükselten gelişim, aynı zamanda kâr oranındaki düşme eğiliminin de nedenidir. Çünkü artı-değerin kitlesi yükselse bile, bu değerin daha da büyük ölçüde artmış bulunan toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilecek kâr oranı düşecektir.[3]
Kapitalist kârın kaynağı olan artı-değer üretimini arttırmanın iki yolu bulunmaktadır. İşgününün, yani çalışma saatlerinin uzatılmasıyla artı-değerin çoğaltılmasına artı-değerin mutlak artışı denir. Aynı çalışma süresi içinde, işçinin ücretinin eşdeğerini ürettiği gerekli-emek zamanının azaltılması sayesinde artı-değerin arttırılmasına ise nispi artış denir. Ancak hemen belirtelim ki, kapitalist üretim tarzı altında emeğin üretkenliğinin arttırılabilmesinin bizzat sistemin özelliğinden kaynaklanan sınırları bulunmaktadır. Çünkü artan makineleşme sayesinde gerekli-emek zamanını alabildiğine kısaltmak genel anlamda cazip gibi görünse de, kapitalizmin varlık nedeni canlı emeğin sömürüsüdür. Dolayısıyla üretim sürecinde canlı emeğin varlığını neredeyse ortadan kaldıracak bir makineleşme düzeyi, yani robotlaşma kapitalizmin temel karakteriyle tamamen çelişmektedir.
Bu nedenle kapitalist sistem çalışma saatlerini hiç de umulduğu gibi kısaltmazken, sistemin mantığının izin verdiği sınırlar içinde artı-değerde nispi artış sağlayacak yöntemleri yürürlüğe koyar. Kapitalist gelişme artan makineleşmeyle emeğin üretken gücünü yükseltmektedir. Böylece aynı süre içinde aynı miktarda canlı emeğin, giderek artan büyüklükte bir değişmeyen sermayeyi (üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler, iş aletleri) işlemesini, yeni değerlere katabilmesini mümkün kılmaktadır. Bunun sonucunda hem değişmeyen sermaye giderleri artmakta hem de değişmeyen sermayenin değişen sermayeye (işgücüne tahsis edilen sermaye) oranı yükselmektedir. Sermayenin organik bileşimini gösteren bu oranın artması kapitalizmin yasasıdır ve kapitalist üretim tarzı sermayenin organik bileşiminde sürekli bir yükselme yaratır. Fakat değişen sermayeye ilişkin azalma da mutlak tarzda bir azalma olarak yorumlanmamalıdır, bu nispi bir azalmadır. Aslında toplumsal sermaye tarafından harekete geçirilen sömürülen emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla artı-emeğin mutlak kitlesi pekâlâ büyüyebilir; bireysel kapitalistlerin denetimindeki sermayeler gitgide büyüyen bir artı-emek miktarına el koyuyor olabilirler.
Kapitalist işleyişin gerçekliği Marx tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi, ürettiği artı-değerin kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir. Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[4] Demek ki büyüyen kâr kitlesine karşın, kapitalist işleyiş yasası, değişmeyen sermayenin değerini sermayenin canlı emeğe yatırılmış bulunan kısmına göre daha da büyük bir hızla arttıracak ve kâr oranı düşme eğilimi sergileyecektir.
Kâr oranının düşmesi sermaye açısından olumsuz bir duruma işaret eder; çünkü bu oran sermayenin kendini hangi düzeyde yeniden değerlendirebildiğini ifade etmektedir. Sermaye birikimini artı-değer oranı değil, ama artı-değerin toplam sermaye harcamalarına oranı, yani kâr oranı ve toplam kâr miktarı motive etmektedir. Kâr oranı kapitalist üretimin itici gücüdür. Metalar kapitalistler için kârlı oldukları sürece üretilirler. Yeni bir üretim yöntemi ne denli üretken olursa olsun, kârlılığı düşürdüğü sürece hiçbir kapitalist tarafından gönüllü olarak uygulamaya konmaz. Üretkenlikteki gelişme, kapitalisti, bir malın üretimi için gereken toplumsal emek-zamanını azalttığı için değil, kârını yükselttiği için ilgilendirir. Kapitalistler hesaplarını soyut formüller üzerinden değil, elde ettikleri somut kâr oranı ve kâr kitlesi gibi rakamlar üzerinden yürütürler. Bu nedenle yeni üretim yöntemleri ancak sermaye faktörlerinin fiyatlarını ucuzlatıp kârlılığı arttırdığı zaman çok sayıda kapitaliste cazip görünebilir.
Toplumun üretken gelişimi ile varolan üretim ilişkileri arasında artan uyumsuzluğun kendini keskin çelişkiler, bunalımlar ve kramplar biçiminde ortaya koyduğu açıktır. Giderek sıklaşan devresel krizlerle bir bölüm sermayenin yıkıma uğraması sayesinde kâr oranının geçici olarak kendini yeniden toparlama imkânına kavuşması, fakat her şeye karşın kâr oranındaki düşüş eğiliminin devam etmesi, kapitalist üretim tarzının sınırlarına işaret eder. Krizlerdeki sermaye yıkımının anlamını şu sözlerle açıklar Marx: “Sermayenin, kendi dışındaki ilişkiler tarafından değil, bizat kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak zorla tahrip edilmesi, pılını pırtını toplayıp yerini toplumsal üretimin daha yüksek bir aşamasına bırakması için kendisine verilen işaretlerin en çarpıcısıdır.”[5] Açıktır ki, sermayenin tarihi gelişimi içinde üretici güçlerde sağladığı gelişim, belli bir noktadan sonra sermayenin değerlenme sürecini ilerletecek yerde, onu yıkıma uğratmaya başlamaktadır. Böylece üretici güçlerin daha da gelişmesi sermaye için bir ayakbağı haline gelmeye başladığı gibi, sermaye ilişkisi de emeğin üretici güçlerinin gelişmesi için bir ayakbağına dönüşmektedir.
Kâr oranının düşme eğilimi yasası gibi karmaşık bir konunun basite indirgenip çarpıtılmaması için önemle vurgulayalım ki, bu yasayla kastedilen kâr oranında düzenli bir biçimde gerçekleşen mutlak bir düşüş değildir. Söz konusu yasayla açıklanan düşüş, yalnızca tarihsel bir eğilimi ifade etmektedir. Çünkü somut kapitalist işleyişte, bazı zıt yönlü etkiler mutlak anlamda düşüşü frenlerler. Bu nedenle yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelir. Kâr oranındaki düşüşü frenleyen faktörler bağlamında şunları sıralar Marx: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış; 2. Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi; 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması ve sanayileşmiş kapitalist ülkelerdeki sermayenin, bazı sanayi dallarında sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu ülkelere kayması; 4. Nispi aşırı-nüfus; 5. Dış ticaret; 6. Hisse senetli sermayenin artışı. Hemen belirtelim ki bu faktörler yasanın varlığını ortadan kaldırmamakta, fakat etkisini azaltmakta ve ona kendine özgü bir eğilim niteliği kazandırmaktadırlar. Sermaye birikim sürecinin içerdiği zıt yönlü etmenlerin çatışmasının bunalımlarda açığa çıktığını vurgular Marx. Ortalama kâr oranları sınai çevrimlerin boom ve kriz evrelerindeki yükseliş ve düşüşlerle dalgalanır. Ne var ki kâr oranındaki düşüşü frenleyen etkenler uzun dönemde zayıflamakta, kapitalist sistem 1929 örneğinde olduğu gibi ciddi bir durgunluk tehdidiyle yüz yüze gelebilmektedir.
Kâr oranlarındaki düşüş, sadece ulusal düzeyde değil uluslararası ölçekte de rekabeti yoğunlaştırır. Güçlü tekellerin dünya arenasında sivrilmesine, çokuluslu sermaye evliliklerine ve böylece sermayenin merkezileşmesine yol açar. Kapitalist gelişimin bu yoğunlaşması, artan sermaye ihracı ve genişleyen dünya ticareti, giderek çok daha büyük miktarlarda kredi kullanımını da kaçınılmaz hale getirir. Kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin bu temelde hızlanması, sermaye birikim sürecinin önüne dikilen ulus-devlet engelinin aşılmasında olumlu bir rol oynamaktadır. Fakat aynı gelişme diğer taraftan, kapitalist bunalımların geçmiş dönemlere oranla çok daha fazlasıyla bir dünya bunalımı biçiminde patlak vermesinin de zeminini döşemektedir.
Krizin şiddetlenmesinde kredi mekanizmasının rolü
Bankacılık sisteminin oluşması ve yaygınlaşmasıyla, sermayenin bölüştürülmesi işi bireysel kapitalistlerle tefecilerin elinden alınarak devasa ölçeklerde büyüyen bankaların elinde toplanmıştır. Böylece bankacılık ve kredi mekanizması, kapitalist üretimi bizzat kendi sınırlarının ötesine itmede en güçlü manivela halini almıştır. Emperyalizm çağında sermayenin alabildiğine yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bankaların muazzam ölçeklerde büyümesi ve mali sermayenin egemenliğiyle birlikte kredi sistemi de kapitalist işleyişte merkezi bir önem kazanmıştır. Kapitalist üretimin ve ticaretin yalnızca ulusal sınırlar dahilinde değil, uluslararası düzeyde devasa gelişmesi borç paraya duyulan ihtiyacı inanılmaz boyutlarda büyütmüştür.
Kapitalizmin gelişim tarihi içinde kredi çok önemli bir yere sahiptir. Marx, kapitalist üretim ve birikimin gelişmesi ölçüsünde, merkezileşmenin en güçlü iki mekanizması olan rekabet ve kredinin de geliştiğine dikkat çeker. İlk aşamalarında birikimin alçakgönüllü bir yardımcısı olarak hiç sezdirmeden işin içine giren kredi sistemi, giderek büyük ya da küçük miktarlar halinde toplum yüzeyine dağılmış bulunan para kaynaklarını, görünmeyen iplerle, tek ya da ortaklık halindeki kapitalistlerin ellerine çekmektedir. “Ama çok geçmeden” der Marx, “rekabet savaşında yeni ve müthiş bir silah halini alır ve nihayet sermayenin merkezileşmesi için, dev bir toplumsal mekanizmaya dönüşür”.[6] Kapitalizmin emperyalist aşaması, aşırı-üretimle kitlelerin sınırlı alım gücü arasındaki çelişkinin kapitalist pazara getirdiği kaçınılmaz engellerin kredi sistemi sayesinde aşılmaya çalışıldığını gözler önüne serer. Fakat kredi kapitalist krizlerin kaynağını ortadan kaldırmamıştır. Tam tersine, krizlerin bu mekanizma sayesinde geciktirilmeye ve hafifletilmeye çalışılması daha büyüklerinin yolunu döşemiştir.
Kredi sistemi sayesinde daha büyük çaplı yatırımların yapılabilmesi sermayenin organik bileşimini yükseltirken, böylece kâr haddinin de azalmasına neden olur. Kapitalistler devasa üretim araçlarını daha büyük ölçeklerde işletmek ve bütün bellibaşlı kredi kaynaklarını bu amaca yöneltmek zorunda kaldıkça, sınai depremlerin gitgide çoğalacağını belirtmiştir Marx. Çünkü pazarların gelişmesi, devasa ölçeklerde büyüyen üretimin gerisinde kalmaktadır. Bu noktada bazı yanlış anlamaların önüne geçmek gerekir. Pazarlar sorunu bir zamanlar Rusya’da Narodniklerin iddia ettiği gibi, kapitalist gelişmenin eskiye oranla pazarları daraltmasından kaynaklanmaz. Narodniklerin bu tür yanlış görüşleriyle mücadele eden Lenin’in de işaret ettiği gibi, aslında kapitalist gelişme pazarı genişletir. Fakat bu genişleme üretici güçlerdeki katlamalı büyümenin daima gerisinde kalır.
Kapitalist gelişmeyle birlikte üretim yığını ve bunun sonucu olarak da daha geniş pazarlara duyulan ihtiyaç büyümektedir. Böylece her bir bunalım sonucunda, kapitalist sistem, o zamana dek ele geçirilmemiş ya da yalnızca yüzeysel olarak sömürülen bir pazarı sisteme katmaya çalışarak yol almaktadır. Ve dolayısıyla kapitalist sistem olgunlaştıkça, ferahlatıcı potansiyeller azalmaktadır. Marx’ın deyişiyle, bu nedenle “dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır”.[7] İşte bu çelişki nedeniyle de bunalımlar daha sıklaşmakta ve şiddetlenmektedir. Sonuçta kapitalist dünya sisteminin olgunlaşmasına, yeni pazarlar yaratmak ve varolanları emperyalist güçler arasında yeniden paylaşmak amacıyla çıkartılan emperyalist savaşlar eşlik etmektedir.
Kredi sistemi kapitalist yeniden üretim sürecini hızlandıran ve dolayısıyla aşırı-üretim sorununu ve spekülasyonu da katmerleyen bir unsurdur. Marx, kredi sisteminin, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırdığını açıklar. Kapitalist üretim tarzının maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, bizzat kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Fakat aynı zamanda kapitalist bunalımları da hızlandıran kredi mekanizması, aslında eski üretim biçimini çözüp dağıtacak öğeleri oluşturmaktadır. Böylece bir anlamda kendi kendini inkâr edercesine, yeni bir üretim tarzına geçişin temellerini döşemektedir. Marx, kredi sisteminin özünde yatan iki özelliği şu sözlerle açıklar: “Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek, ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.”[8]
Kredi sistemi sanayinin çeşitli sektörlerine yatırım yapmak isteyen kapitalistlerin kaynak sıkıntısını gidererek üretimin önünü açar. Ayrıca geniş kitlelerin borçla satın almasını yaygınlaştırıp tüketimi arttırır. Böylece bir yandan kapitalizmin bunalımlarını azdırırken bir yandan da sanki bunalımlara bir çözüm getirirmiş gibi görünür. Fakat ister yatırımcı ve isterse tüketici kredisi biçiminde ele alınsın, gerçekte kredi musluklarını sürekli açık tutmanın olanağı yoktur. Bankaların ve kredi kuruluşlarının kredi sistemini ayakta tutabilmeleri için, verilen kredi tutarlarının faiziyle birlikte geri ödenmesi gerekir. Geri ödemelerde sorunlar biriktikçe kredi genişlemesi duracak, kredi muslukları kısılacaktır. Yeniden üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir sistemde, kredi musluklarının birdenbire kısılmasıyla birlikte bir bunalımın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zaten bu nedenle, gerçekte aşırı-üretim biçiminde mayalanan kapitalist kriz, ilk bakışta bir para ve kredi bunalımı gibi görünür. Kâr haddinin düşmesine karşılık faiz haddinin yükselmesi nedeniyle borsada hızlanan spekülasyon, böylesi dönemlerde önemli miktarda para sermayeyi kendine çeker. Fakat işin gerçeğinde, borsadaki “aşırı” kârın kaynağı üretim sürecindeki genişlemeden kaynaklanmayan spekülatif bir kârdır. Ve borsada bunalımın patlak vermesiyle birlikte ani biçimde çöker.
Bunalımla birlikte kredi sisteminde de büyük bir çöküntü yaşanır: “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[9] Kapitalist üretim sürecini özel mülkiyet engelinin ve ulusal sınırların ötesine itme bakımından bir manivela hizmeti gören kredi sistemi, bir yandan kapitalizmin dünya ölçeğinde yayılmasını hızlandırır, diğer yandan çeşitli ülkelerde patlak veren krizlerin giderek çok daha derin biçimde bir dünya krizine büyümesinin temelini oluşturur. Kapitalizmin yayılması işin gerçeğinde aşırı-ticaret, aşırı-üretim ve aşırı-kredi anlamına gelmektedir. Bir kez bunalım patlak verdi mi, “o zaman bütün bu ulusların aynı zamanda aşırı-ihracat yaptıkları (yani aşırı-üretimde bulundukları) ve aşırı-ithalat yaptıkları (yani, aşırı-ticaret yaptıkları), hepsinde fiyatların şiştiği ve kredinin gereğinden fazla yayıldığı ortaya çıkar. Ve hepsinde aynı çöküş olur”.[10]
Çok açıktır ki II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan uzun dönemli ekonomik yükselişin motor gücü Amerika olmuştur. Toplam dünya üretimi içinde tek başına beşte birden fazla yer tutan Amerika’da, sınai çevrimlerin gelgitlerine rağmen pazarı canlı kılan temel faktör kredi mekanizmasıdır. Bu nedenle Amerikan ekonomisi şirketlere ve tüketicilere verilen borç miktarı bakımından birinci sırayı işgal etmiştir. 90’lı yıllarda yaşanan boom’un ve onun umulandan biraz daha fazla sürdürülebilmesinin altında yatan gerçek de kredi mekanizmasıdır. Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde tüketici kredilerinin yükselişinde büyük sıçramaların yaşandığı bu yıllar boyunca, gerçekte satın alma güçleri son derece sınırlı olan işçi ve emekçi kitlelerin harcama kapasitesi kredi mekanizmasıyla şişirilmiştir. Geniş kitleler bizzat kapitalist sistem tarafından yaratılan “tüketim çılgınlığı” yıllarında, bu kredilerin faiziyle birlikte geri ödeneceği gerçeğini hatırlamak istemeksizin, kapitalist ekonomiyi uzun bir süre boyunca canlı tutmuşlardır.
Fakat tatlı hayallere dalıp doğa yasalarından kurtulmak nasıl mümkün değilse, kapitalizmin iç yasalarının yaratacağı felâketlerden uzak durabilmek de asla mümkün olamaz. Bu yasaların koyduğu kaçınılmaz engeller karşısında, ekonomik büyüme kredi pompasıyla ilanihaye sürdürülemez. Piyasalardaki durgunluğun, devlet harcamalarının arttırılması ve kredilerin şişirilmesiyle ertelenmeye çalışılmasının bir sınırı vardır. Bir dönem için ertelenmiş gibi görünen sorunlar, gerçekte uluslararası banka sistemini tehdit eden zincirleme bir iflâs ve çöküş tehlikesinin kaynağıdır. Geri ödenmeyen borçların muazzam miktarlara ulaşmasıyla birlikte işler tamamen terse döner. Bir yandan artık yeni kredi açılamazken öte yandan biriken faizlerle birlikte kartopu gibi büyüyen borç rakamları geniş kitleleri yıkıma sürükler. Bu da talepte ani ve sıçramalı daralmalarla sonuçlanır. Bu durum kontrol altına alınamayan ve belirtilen faktörlerin birbirini daha da olumsuz yönde etkilemesi sonucunda derinleşen bir depresyon eğilimidir. Nitekim uzun süredir Japonya’nın yaşadığı bu “felâket”, sonunda Amerika’nın da başına gelmiş ve dünya ekonomisinin bu motor gücü kendi sarsıntılarıyla birlikte bir bütün olarak kapitalist sistemi de çalkantılı bir dönemin içine sokmuştur.
Krizler kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanır
Ekonomik çöküş ve bunalımlar en çok borsada yaygınlaşan istikrarsızlık ve ani düşüşlerle kendini hissettirmektedir. Zaten iktisatçılar da patlak veren krizleri borsadaki spekülasyona bağlamaya pek meraklıdırlar. Oysa borsa son tahlilde yalnızca kapitalist ekonominin bir boy aynasıdır. Borsadaki spekülatif hareketler kapitalist canlanmanın asıl nedeni olmadığı gibi, borsadaki çöküşler de ekonomik krizin yaratıcısı değil, olsa olsa sonucudurlar. Bilindiği gibi para oyunları, kumar, yalnızca verili servetin kişiler arasındaki dağılımını değiştirebilir, toplam servet miktarını arttıramaz. Engels, 1893’te Bebel’e mektubunda şöyle diyordu: “Borsa, burjuvazinin, işçileri değil, birbirini sömürdüğü bir kurumdur. Borsada el değiştiren artı-değer, zaten varolmuş artı-değerdir; emeğin geçmişteki sömürülüşünün ürünüdür. Ancak bu süreç tamamlandıktan sonra, artı-değer, borsa dolandırıcılığının amaçlarına hizmet eder.”[11] Kapitalizmde toplam değer miktarının arttırılabilmesi sadece ve sadece işçi sınıfının yaratacağı artı-değere bağlıdır. Borsadaki spekülasyon bazen gerçekler dünyasına meydan okurcasına salt birtakım kâğıt parçalarıyla yeni servetler yaratırmış gibi görünse de, bu yalnızca bir halüsinasyondur. Para politikaları ya da borsadaki hareketlenmeler temelinde şişirilmiş ekonomik balonlar er geç patlamaya ve hayali rakamlar, açığa çıkan krizle birlikte gerçekler dünyasına doğru sönümlenmeye yazgılıdır.
İktisatçıların krizlerin kapitalizmin doğasına içkin olduğu gerçeğini gizleyebilmek amacıyla ileri sürdükleri boş gerekçeler ve sözde tahliller yıllar boyunca birbirini tekrar edip duruyor. Onların işi, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz sonuçları hükümetlerin yanlış mali uygulamalarına, hatalı para politikalarına bağlayarak bilinç bulandırmak ve böylece sistemi ayakta tutmaya çalışmaktır. Her seferinde krizin nedeni ya da krize çözüm olarak ele aldıkları unsurlar, faiz oranları gibi aslında ekonomik duruma bağımlı olan parametrelerdir. İktisatçıların faiz oranlarıyla oynanmasını bunalımın çözümü gibi göstermek istemelerine karşın, gerçeklik hiç de böyle değildir. Marx’ın dediği gibi, “hatalı banka yasaları bu para bunalımını daha da yoğunlaştırabilir. Ama hiçbir banka yasası bu bunalımı önleyemez”.[12] Çünkü kapitalist krizler dolaşım alanında ortaya çıkan arızi problemlerden değil, bizzat kapitalist üretim tarzının doğasından kaynaklanmaktadır.
Marksizmin kanıtladığı üzere iktisat bir bilim dalı olmayıp burjuvazinin ideolojisidir, politik ekonomidir. Marksist iktisat diye bir şey de yoktur. Marx’ın kapitalist ekonomi üzerine tüm çözümlemeleri, bu politik ekonominin eleştirisidir. Bu politik ekonomide gerçeklik burjuva ideolojisinin hizmetinde ters yüz edilmiştir, ileri sürülen tahliller olanı değil, sermaye sınıfının olmasını istediklerini gösterir. Oysa dünya pazarının bunalımları, burjuva üretimin çelişkilerini ve karşıtlıklarını çok çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Fakat bu gerçekleri kabul etmekten kaçan politik ekonomi, bunalım gerçeğiyle yüzyüze gelindiğinde çeşitli bahaneler icat etmeye çalışır. “Minareye kılıf arayanlar” der Marx, “felâketlerle patlak veren karşıt etmenlerin doğasını araştıracak yerde, felâketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelenmeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle yetindiler”.[13]
Burjuva yorumcuların kapitalist ekonominin spazmlarını rastlantısal olaylar gibi göstermek istemelerine karşın, Marksizm kapitalizmin krizlere yazgılı doğasını kusursuzca teşhir etmiştir. Ekonomik krizleri kaçınılmaz kılan temel neden, son tahlilde, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel-kapitalist biçimi arasındaki çelişkidir. Bu çelişki kendisini üretim ile tüketim arasındaki uyumsuzlukta ve çeşitli alanlardaki oransızlıklarda ortaya koyar. Devresel olarak patlak veren aşırı-üretim krizleri kapitalist ekonominin derinlerinde yatan sorunların dışavurumudur.
Her şeyden önce kapitalist üretim tarzı çeşitli alanlarda oransızlıklar içerir ve çeşitli faktörler arasında kurulan denge geçici ve rastlantısaldır. Marx bu konuda şöyle der: “emekçi insanlar tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine göre, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre, tüketim daha başından engellenmiştir”. Ve devam eder: “Ayrıca, tüm dengelemeler rastlantısaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranları sürüp giden bir süreçle her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde, sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir, ki bu oransızlık sürekli olarak ve sık sık da şiddetle düzeltilir.”[14]
Kapitalizmde sömürünün koşulları ve sömürünün realizasyonu özdeş olgular değildir. Birinci olgu, yani işçi sınıfından daha çok artı-değer sızdırılması toplumun üretken gücüyle sınırlıyken, ikincisi yani artı-değerin gerçekleşmesi toplumun bir bütün olarak tüketim gücüyle sınırlanmıştır. Bu nedenle üretilen artı-değerin gerçekleşmesindeki tıkanıklıklar kaçınılmaz olarak aşırı-üretim bunalımlarına yol açmaktadır. İşçi sınıfının sınırlı tüketim gücü burada önemli bir faktördür, fakat bu faktör de tek yanlı ve yanlış biçimde yorumlanmamalıdır. Zira kapitalist üretim tarzı, yaratılan artı-değerin bir bütün olarak onun yaratıcısı olan işçiler tarafından tüketilmesine dayanmaz. İşçinin ücreti zaten yarattığı toplam değerin, artı-değer dışında kalan kısmıdır ve son tahlilde işçi sınıfının satın alma gücü toplam ücretle sınırlıdır. Gerçekte artı-değerin bir kısmı kapitalistlerin lüks harcamalarına, kapitalist devletin idamesi için gerekli görülen idari, güvenlik ve silahlanma harcamalarına tahsis edilir. Fakat esas olarak da yaratılan artı-değerin önemli bir bölümü yeniden yatırımlara dönüşür, aksi halde kapitalizm genişletilmiş yeniden üretim süreci olmazdı. Ne var ki yeni yatırımlar üretkenliği, yani sömürüyü arttırma çabası içinde gerçekleştiğinden, kapitalist işleyiş işçilerin üretim kapasitesi ile tüketim gücü arasındaki uçurumu daha da derinleştirmektedir. Bu durum kapitalist üretim tarzının kaçıp kurtulamayacağı iç çelişkisidir.
Kapitalist sistemin boynuna astığı madalyonun bir yüzünde aşırı-üretim sorunu yer alırken, diğer yüzüne kitlelerin yoksulluğunun ifadesi olan sınırlı tüketim gerçekliği kazınmıştır. Marx, “Bütün gerçek bunalımların son nedeni … kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir” der.[15] Bu olgunun önemi, kapitalist krizleri yaratan diğer faktörlerin –örneğin kâr oranlarındaki düşüş eğilimi, çeşitli oransızlıklar vb.– gözardı edilmesini ve bunalımın nedeninin yalnızca eksik tüketime bağlanmasını gerektirmez. Fakat sermaye birikim sürecindeki tıkanıklıkların temelinde, diğer faktörlerle birlikte ve onlarla diyalektik bir ilişki içinde eksik tüketim gerçeği de yer alır. Kaldı ki, Marx’ın eksik tüketim tartışmaları çerçevesinde karşı çıktığı husus yanlış anlaşılmamalıdır. Marx, aşırı-üretim olgusunu görmezden gelerek krizlere tek yanlı olarak işçi sınıfının eksik-tüketiminin neden olduğunu iddia eden görüşleri eleştirmiştir. Örneğin Marx’ın eleştirilerine hedef olan Rodbertus, ticari bunalımları işçi sınıfının düşük ücretler nedeniyle yeterince tüketememesine bağlar. Bu tür bir yaklaşım tamamen yanlıştır, zira işçi sınıfının ücretleri yükselir yükselmez sanki bunalıma bir çare bulunabileceği anlamına gelir. Oysa bunalımlar tam tersine ücretlerin genellikle yükseldiği dönemlerde oluşmaktadır. Kısacası, işçi sınıfının ücretleri artsa ve işçiler hiç tasarrufta bulunmayıp tüm ücretlerini tüketim mallarına harcasalar bile, yine de bir aşırı-üretim krizi ortaya çıkacaktır.
Engels, sömürülen kitlelerin eksik tüketiminin tüm sömürülü toplumlarda yer aldığını, o yüzden bu olgunun tek başına kapitalist krizlerin nedenini açıklamayacağını, fakat eksik tüketimin kapitalist krizlerin ön koşulu olduğunu belirtmiştir. Kapitalist üretim tarzına özgü olan husus aşırı-üretim gerçeğidir. Hızla gelişen üretimin bir ayda ürettiğini piyasa bir yılda zor emebilmekte, üretim ve dolaşım süreci arasında büyük bir kopukluk oluşmakta ve kapitalist işleyişe özgü diğer problemlerle birlikte kriz olasılığı kesinleşmektedir. Bir başka deyişle, kapitalist krizin önkoşulları olgunlaştığında sermaye birikim sürecini kesintiye uğratan bir aşırı-üretim bunalımı gelişmektedir.
Geniş kitlelerin en zorunlu ihtiyaç maddelerini satın almaya gücü yetmezken, üretimin kâr beklentisiyle bir aşırı-üretime dönüştüğü kaotik bir sistemdir kapitalizm. Marx, kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı çelişkisine değinirken, “kapitalist üretimin bütün gücünü harcadığı dönemler her zaman aşırı üretim dönemleri olmaktadır” der ve devam eder: “ama, metaların satışı, meta-sermayenin ve dolayısıyla artı-değerin gerçekleşmesi, yalnız, genellikle toplumun tüketim gereksinmeleri ile değil, aynı zamanda, büyük çoğunluğu daima yoksul olan ve daima da yoksul kalması gereken bir toplumun tüketim gereksinmeleri ile de sınırlıdır.”[16] Demek ki kapitalist aşırı-üretim, toplumun tüm ihtiyaçlarının dengeli bir biçimde karşılanmasına rağmen ortaya çıkan bir aşırılık değildir. Aksine, bu anlamda aslında ortada çok büyük bir açık vardır. “Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin doğru dürüst ve insanca karşılanması için pek az üretim yapılmıştır.”[17]
Teknik ne denli gelişirse gelişsin, yeni teknoloji siparişlerin takibine, stok kontrolüne ve kesimsel üretim planlarına ne kadar olanak sağlarsa sağlasın, kapitalizm kitlelerin ihtiyacı için üretim yapan planlı bir ekonomi değildir ve olamaz. Çünkü bu sistem, tekellerin, büyük holdinglerin, çokuluslu kartellerin daha çok kâr elde etmek için birbiriyle rekabet ettiği ve dolayısıyla birbirlerinin planlarını baltalamaya çalıştığı anarşik bir yapıya sahiptir. Kimi iktisatçıların, yeni teknolojiler sayesinde aşırı-üretim sorununun pekâlâ çözülebileceği yolundaki iddiaları tamamen dayanaksızdır. Kapitalist üretim tarzı sermayenin kendini sürekli genişletmesi gereği üzerinde yükselir. Kapitalizmin, üretimi talebe ya da ihtiyaçlara göre planlayıp kısması onun kendi doğasını inkâr etmesi anlamına gelir. Marx şöyle der: “Kapitalist üretimin kitle halinde yarattığı metalar miktarı, üretimin boyutlarına ve bu üretimi devamlı genişletme gereksinmesine bağlıdır, yoksa önceden belirlenen arz talep alanına, karşılanması zorunlu gereksinmelere değil.”[18]
Engels’in kapitalist krizlerin anlamını çok güzel bir şekilde özetleyen ifadesiyle, kapitalizmin anarşik doğasının sonucu kronik bir aşırı-üretim, düşük fiyatlar, düşen ve hatta büsbütün yok olan kârlardır. “Kısacası, göklere çıkartılan rekabet özgürlüğü, artık sabrının son noktasına ulaşmıştır ve kendi apaçık, rezilce iflâsını kendi ağzıyla ilân etmek zorundadır.”[19] Kapitalizmin bunalımları büyük sanayicilerin üretimin düzenlenmesi için kartel halinde birleşmesini zorlamış, yani bizzat rekabet tekeli doğurmuştur. Tekelci birliklerin gelişmesi ve yaygınlaşması bunalımları nispeten kontrol etme fırsatı doğuracakmış gibi görünse de, bu kez tekeller arasında bir üst düzeyde kızışan rekabet daha da yıkıcı bunalımların yolunu döşemiştir. Fakat en şiddetlisi bile olsa, bunalım, kapitalist üretim tarzının mutlak anlamda tıkandığı, kendini yeniden üretme olanaklarını hepten yitirdiği anlamına gelmez. Kapitalist bunalım bu üretim tarzının tüm yapısal zaaflarını, çelişkilerini gözler önüne serer; ama kapitalizm bunalımlarına bağlı olarak otomatikman çökmez. İşçi sınıfının devrimci mücadelesiyle köşeye sıkıştırılmadığı sürece, kriz dönemleri kapitalist ekonominin yeniden görece bir dengeye kavuşabilmesinin yolunu açar ve kapitalist devran böylece döner. Unutmayalım, Marx, bunalımların mevcut çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümleri olduğunu belirtir ve “bunlar, bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır” der.[20]
[1] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.682
[2] Marx, Artı-Değer Teorileri, c.2, Sol Yay., Ankara 1999, s.419
[3] Burada kastedilen kar, toplam artı-değerin ayrıca sanayici kârı, faiz ve rant şeklinde bölüşülmesinden bağımsız olarak bizzat kendisine eşittir.
[4] Marx, Kapital, c.3, s.193-194
[5] Marx, Grundrisse, s. 683
[6] Marx, Kapital, c.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.664
[7] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.61
[8] Marx, Kapital, c.3, s.390
[9] Marx, Kapital, c.3, s.225
[10] Marx, Kapital, c.3, s.436
[11] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.2, Sol Yay., Ekim 1996, s.281
[12] Marx, Kapital, c.3, s.434
[13] Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci Kitap, s.481
[14] Marx, Artı-Değer Teorileri, İkinci Kitap, s.473
[15] Marx, Kapital, c.3, s.429
[16] Marx, Kapital, c.2, s.357
[17] Marx, Kapital, c.3, s.228
[18] Marx, Kapital, c.2, s.90
[19] Engels, Kapital, c.3 içinde, s.387
[20] Marx, Kapital, c.3, s.221
link: Elif Çağlı, Kriz Kapitalist İşleyişin Kaçınılmaz Ürünüdür /2, 27 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6905