Günümüzdeki kriz ve boşa çıkan hayaller
Gelişme sürecinin diyalektiği gereği, ekonomik bakımdan işlerin iyi gittiği dönemler bir yandan kapitalistlerin ve onların ideologlarının kendilerine olan güvenlerini tazelerken, aynı zamanda bir sonraki dönemin hayal kırıklığını yaratacak sorunların mayalandığı süreçlerdir. Somut bir örnek son dönemde yaşanan krizden verilebilir. Son büyük ekonomik krizin patlak vermesinden önce yaşanan boom dönemi boyunca burjuva ekonomistleri, kapitalizmin artık kesintisiz bir büyümeyi sağlayacak yeni bir döneme girdiğini ilân ettiler. Özellikle 90’lı yıllara damgasını basan bu ideolojik propaganda dönemini geçmiş dönemlerden ayırdeden iki önemli husus öne çıkartıldı. Birincisi, Sovyetler Birliği ve benzeri rejimlerin çöküşüydü. Burjuva ideologları bu durumu kapitalist sistemin üstünlüğü ve ölümsüzlüğü doğrultusunda kitlelerin beynini yıkayan bir araca dönüştürdüler. İkincisi ise, yeni teknolojik buluşlar sayesinde kapitalizmin artık krizlerini denetim altına alabilecek mekanizmaları yarattığı yolundaydı.
İnternet, bilgisayar, cep telefonları gibi yeni teknolojilerde somutlanan buluşların yaygınlaştırılması sayesinde 90’ların başından itibaren özellikle ABD’de ekonomik yükseliş sürdürülebildi. Bu durum, kapitalist ekonominin 70’li yıllardan itibaren görece bir durgunluk eğilimi içine sürüklendiği yolundaki değerlendirmelerin doğru çıkmadığı ve aslında yeni teknolojik devrim sayesinde kapitalist çevrimlerin doğasının değiştiği şeklinde sunuldu. Kapitalizmin boom’ları takiben kaçınılmaz olarak içine düşülen krizler eşliğinde yol aldığını açıklayan Marksist çözümlemenin artık çağdışı olduğu ilân edildi. Çünkü örneğin yeni teknoloji sayesinde piyasadaki talebi tam olarak belirlemek, stokları istenildiği biçimde kontrol altına almak ve bu suretle aşırı-üretim eğiliminin önüne geçmek pekâlâ mümkün olacaktı!
Burjuva propagandasını güçlendiren unsurlardan bir diğeri de, bu dönem boyunca dünya ticaretindeki muazzam genişleme ve gelişmekte olan ülkelerin kapitalist sisteme entegrasyonunun artan hızı, kısacası küreselleşme olarak adlandırılan gelişmelerdi. Kapitalizmin kelimenin gerçek anlamında tek bir dünya sistemi boyutuna ulaşması, sanki geçmişte yaşanan çelişkileri ortadan kaldıracak sihirli bir değişim yaratacaktı. Küreselleşmenin kapitalist çıkarlara uydurulmuş propagandası, teknolojide kaydedilecek devrimci atılımların kapitalizmi adeta bir gençlik iksiriyle güçlendireceği doğrultusundaki yanlış kavrayışlara zemin döşedi. Yürürlükte olan ekonomik sistemin tarihsel olarak derinleşen çelişkilerine ve yaşlanmışlığına rağmen salt teknolojinin bu olumsuzlukları yok edebileceği vehmine kapılmak, özellikle genç kuşaklar arasında yeniden bir kapitalizm tapınmasına yol açtı.
Oysa teknoloji tek başına insanlığın gidişatını belirleyemez; asıl belirleyici unsur onun hangi egemen güçler tarafından ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanıldığı ve yönetildiğidir. Kapitalizm altında teknolojik gelişmeler işçi sınıfının üretkenliğini arttırmanın, üretim için gerekli emek-zamanı azaltarak üretken sınıftan sağılacak artı-değeri, dolayısıyla kârı yükseltmenin aracından başka bir şey olmadı ve olamaz. Ayrıca da kapitalizmin tarihinde her zaman olduğu gibi, yeni teknolojiler önce muazzam kârların sağlanmasına fırsat verse bile, gerçekleşen teknolojik devrim yaygınlaştıkça kâr oranları kaçınılmaz olarak düşecektir. Kapitalist sisteme yükseliş ivmesi veren koşullar bir süre sonra tersine dönerek bu kez bir inişe yol açacaktır. Kaldı ki günümüzdeki yeni teknikler bizlere ne denli çarpıcı görünürse görünsün, bir teknolojik devrimin kapitalizme sağlayacağı gelişme potansiyeli tarihsel akış içinde son tahlilde görelidir.
Kapitalizmin tarihinde önemli teknolojik buluşların birbirini izlediği ve giderek daha yaygın bir biçimde uygulamaya sokulduğu, bu temelde yeni, canlı ve bereketli pazarların yaratıldığı atılım dönemleri olmuştur. 18. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle, önce tek bir motorla hareket ettirilen basit makinelerin kullanımından, bunların bir araya getirilmesiyle elde edilen daha karmaşık makinelere geçildi. Bu sayede manüfaktürden sabit sermayenin sınai üretimine yükseliş kaydedildi. Özetle, kapitalizme muazzam bir sıçrama imkânı yaratan faktör yalnızca birtakım teknolojik yenilikler sorunu değil, sanayi devrimi örneğinde olduğu gibi üretimin örgütlenmesinde devrim yaratacak tarihsel yenilikler çağıdır.
90’lı yıllarda peşpeşe uygulamaya giren yeni teknolojilerin de kapitalizmde benzer bir atılım dönemini başlatacağı iddia edilmiştir. Fakat bu iddia neticede burjuvazinin gerçekliğe dönüşemeyen boş bir propagandası düzeyinde kaldı. Çünkü kapitalizmin gençlik yıllarında gözlemlenen parlak gelişme dönemleri, birbirini karşılıklı olarak etkileyen çeşitli yenilikler sayesinde pek çok sektörde zincirleme biçimde kaydedilen sıçramalara, bu gelişmelerin dünyadaki bakir alanlara taşınmasına, yeni pazarların çok büyük ölçeklerde yaratılmasına bağlıydı. Keza geçmiş dönemlerde gerçekleşen teknolojik devrimler, emek-yoğun eski teknolojilerin yerini emek-zamandan büyük tasarruflar sağlayan yeni üretim tekniklerinin alması sayesinde artı-değer üretimini muazzam ölçeklerde arttırıcı özelliklere sahipti. Kapitalizm bu türden bir gelişme potansiyeli taşıdığı gençlik dönemlerini çoktan geride bırakmıştır. Günümüzde metaların üretimi için gerekli emek-zamanı daha da kısaltacak teknik buluşlar gerçekleşse bile, bunların seri halde ve çok yaygın biçimde uygulamaya sokulması kapitalist üretim tarzının karakteriyle hiç mi hiç bağdaşmamaktadır.
Yeni teknolojik devrim olarak adlandırılan buluşlar teknik bakımdan ne denli cazip olursa olsun, kapitalistleri ilgilendiren, işin teknik mucize boyutu değildir. Onlar bu buluşların son derece karlı, yeni ve yaygın pazar alanları yaratıp yaratmadığına bakarlar. Ne var ki kapitalist sistemin içerdiği çelişkiler kapitalistlerin kaçıp kurtulamayacağı doğa yasaları gibidir. Bu sistem, kapitalistlerin doymak bilmez kâr arzusu ve bu temelde güdülenmiş yatırım coşkusuyla, geniş kitlelerin sınırlı tüketim gücü arasındaki çelişki temelinde yol almaya mahkûmdur. Döneme eşlik eden teknolojik yeniliklere rağmen, pek çok kapitalist olumlu beklentilerle aynı yönde davranacağı için belirli bir süre sonra kârlılığın düşmesi, piyasanın yeni ürünlere doyması ve bir aşırı-üretim bunalımının patlak vermesi kaçınılmazdır. Kaldı ki, yeni teknolojinin yarattığı pazar olanakları dünya kapitalist sistemindeki büyük eşitsizlikler nedeniyle kısıtlıdır. Bu nedenle kısa sürede çok ciddi bir aşırı-üretim krizi yaratan yeni teknoloji, kapitalizmin içsel yasalarını fazlasıyla kanıtlamış bulunmaktadır. İnsan toplumunun ihtiyaçlarının karşılanması bakımından çok büyük bir anlam ifade edebilecek olan yeni teknolojiler, kâra bağımlı kapitalist düzen açısından yeni sorunların kaynağıdır.
Ancak kapitalizm teknik temelini sürekli olarak devrimcileştirmeden de varlığını sürdüremez. Kapitalistler metaların üretim maliyetlerini düşürebilmek için üretkenliği arttırmak, daha çok makineleşmek zorundadırlar. Salt teknik açıdan düşünüldüğünde bu ilerleyişin mutlak anlamda sınırları olmasa da, uzun dönemde kapitalist üretimin niteliğiyle giderek bağdaşmayan bir karakteri vardır. Üretim sürecinde mekanizasyonun yoğunlaşması, canlı emeğin ölü emek karşısında gerilemesi demektir. Bu durum üretici güçlerin gelişmesi bakımından bir ilerleme anlamına gelse de, kapitalist işleyişte sermayenin organik bileşimini yükselterek kâr oranlarını düşürür. Ayrıca, yeni teknik buluşlarla çalışma saatlerini en asgari düzeylere çekme olanağı, artı-değer üretme sürecinin özsel niteliğiyle çelişir. Birincisi, makineler artı-değer yaratmaz ve dolayısıyla robotların işçi sınıfının yerini aldığı bir kapitalizm düşünülemez. İkincisi, kapitalizm altında çalışma saatlerinin düşürülmesine rağmen artı-değer üretimini yükseltmek mümkün görünüyorsa da, bunun da tarihsel bir sınırı vardır. Çünkü işçi sınıfının düşen çalışma saatlerine karşın aynı ölçekte yükseltilemeyen toplumsal satın alma gücü, bu kez de yaratılan artı-değerin gerçekleşme sorununu çok daha büyük bir ölçekte gündeme getirecektir. Sermayenin kendini artan biçimde değerlendirebilmesi yalnızca daha çok canlı emeği sömürebilmesine değil, üretim sürecinde el konan artı-değeri piyasada kâra dönüştürebilmesine de bağlıdır. İşte bu nedenle üretici güçlerdeki gelişme giderek çok daha şiddetli biçimde kapitalist üretim tarzının öz niteliğiyle bağdaşmaz hale gelmektedir.
Günümüzde uygulamaya sokulan teknolojik yenilikler görece olarak ekonomiyi canlandırıcı özellikler taşısa bile, kapitalizm artık tarihsel olarak yaşlanmıştır. Çok daha büyük engellerle yüz yüze gelerek ve daha derin krizlere sürüklenerek ilerleme eğilimi içine girmiştir. Örneğin 90’lı yıllarda enformasyon teknolojisinde sağlanan sıçramalar dünyada eşzamanlı ve yaygın bir uygulama alanına kavuşamadı. Kaldı ki bu yenilikler, bir dönem bu sayede canlanan ABD ekonomisinde bile çeşitli sektörleri kucaklayan uzun vadeli ve istikrarlı bir yükselişin zeminini döşeyemedi. Aslında geçtiğimiz dönem boyunca yaşanan boom, son derece istikrarsız seyreden ve borsa oyunları, kredi mekanizması sayesinde şişirilen bir karaktere bürünerek gelişti.
İşte tüm bu gerçekler, 90’lı yıllarda yeni teknolojiler temelinde kaydedilen ekonomik büyümenin yanı sıra gerçekleşen somut gelişmelerde yansımasını buldu. Örneğin bilgisayar teknolojisinde kaydedilen yenilikler aslında çalışma saatlerinin düşürülmesine olanak sağlarken, ABD dahil tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının daha uzun saatler boyunca çalıştırılması yaygınlaştı. Sınıfın ücret düzeyine ve kazanılmış sosyal haklarına büyük bir saldırı yürütüldü, geniş kitlelerin satın alma gücü düşürüldü. Yeni üretim sektörlerindeki ekonomik gelişme, diğer sektörleri peşi sıra sürükleyemediği ve dünyada yeterli bir pazar alanı bulamadığı için çok daha kısa sürede bir aşırı-üretim bunalımına dönüştü. Varolan pazarların yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması ve emilmesi açısından yetersizliği, teknik buluşlara rağmen üretkenliği arttırma hızını frenledi. Böylece bir yanda dünyada milyonlarca insan doğru dürüst yiyecek ekmek ve içecek su bulamazken, diğer yanda yeni teknoloji ürünlerinin çok kısa sürede hurdaya çıkartılan ya da satılamayan çeşitlemelerinden devasa stoklar yükselmeye başladı.
21. yüzyılın eşiğinde ve yeni milenyumun ilk döneminde kapitalist ülkelerde peşpeşe patlak veren ve bir sistem krizi olarak gelişen ekonomik kriz, dünya ticaretindeki ani düşüşlerle de kendini ortaya koymuştur. Pazar olanaklarının daraldığı koşullarda emperyalist güçler arasında kızışan rekabet, bu güçlerin öncelikle kendi çıkarlarını koruma güdüsüyle harekete geçmelerini zorunlu kılar. Aslında globalleşen kapitalizmin özelliğine ters düşen korumacılık önlemleri bu nedenle yeniden arttırılmıştır. Fakat hemen belirtmeliyiz ki, bu tür gelişmeler konjonktüreldir; kapitalistlerin çıkarı dünya ticareti önündeki tıkanıklıkların bir an önce aşılabilmesini gerektirir. Emperyalist güçler için aslolan içe kapanma değil, tam tersine canlı bir dünya ticareti ve ondan en büyük payı kapabilmektir.
Kapitalist sistemin yükseliş kaydettiği konjonktürlerde görece daha sarsıntısız ve ılımlı biçimde yürüyüp giden rekabetin niteliği, koşulların değişmesiyle birlikte dönüşüme uğrar. Kapitalist sistemi sarsan derin krizlerin yaşandığı tüm dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de emperyalist güçler arasında giderek artan gerilim şimdi yeni saflaşmaları ve hesaplaşmaları gündeme getirmiştir. Bunun en çarpıcı göstergesi ABD ve AB arasında tırmanan çekişmelerdir. Böylece 21. yüzyılın ilk dönemine damgasını basan olgu görece istikrar değil, her alanda tam bir istikrarsızlıktır. II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist yükseliş dönemine özgü dengeler artık tamamen altüst olmuştur ve kapitalist sistem sarsıcı krizlerle, büyük çalkantılarla karakterize olan kaotik bir dönemin içine girmiştir.
Kapitalizm sınai çevrimler temelinde yol alır
Kapitalizm bilindiği gibi genelleşmiş meta ekonomisidir. Bu üretim tarzının temel özelliği, yalnızca değerin değil, aynı zamanda artı-değerin üretildiği bir üretim süreci olmasıdır. Fakat ekonominin yolunda gidebilmesi için, daha çok artı-değerin üretilmesi yeterli olmayıp, bir de bunun piyasada realize olması gerekir. Böylece gerçekleşen kârın önemli bir bölümü kapitalist sınıf tarafından yeni yatırımların gerçekleştirilmesi için kullanılacak ve kapitalist üretim süreci bir genişletilmiş yeniden üretim süreci olarak somutlanacaktır. Genişletilmiş yeniden üretim süreci, üretim alanıyla dolaşım alanının bütünlüğünden oluşur. Fakat bu bütünlük, eşzamanlı ve uyum içinde hareket edemeyen (örneğin üretim ve tüketim arasındaki, satış ve ödeme zamanı arasındaki kopukluklar gibi) iki alanın çelişkili birlikteliğidir.
Kapitalizm genişletilmiş yeniden üretimi sürdürebilmek için toplumsal emek üretkenliğini arttırmak zorundadır. Ne var ki bu devinim, sermaye birikimindeki duraklama ya da tıkanıklıklarla kesintiye uğrar. Kapitalizm, ortaya çıkacak tıkanıklıkları hesaba katmaksızın üretimi arttırma yönünde bir eğilim taşıdığı için, kârlılığı yükseltmede veya kârı gerçekleştirmede sorunlar çıktığında, sermaye birikimi sürecinde çeşitli spazmlar hasıl olur. Kapitalizmin devresel aşırı-üretim krizlerini oluşturan temel faktör, işte bizzat sürecin bu karakteridir. Dolayısıyla Marx’ta sermaye birikimi sürecinin incelenmesi dışında ayrı bir bunalım teorisi yoktur. Çünkü kapitalist sistemin temel hareket yasaları sermaye birikiminin yasalarıdır. Sermayenin kendini sürekli geliştirme arzusuyla, bizzat kapitalist işleyişin çıkardığı engeller arasında patlak veren çatışma kapitalist bunalımların kaynağıdır. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.
O halde, ekonomik gelişmeyi kesintisiz ve doğrusal bir süreç olarak algılamamak gerekir. Devinim halindeki tüm süreçleri incelediğimizde görürüz ki, yukarı doğru tırmanışı yaratan çeşitli faktörler süreci bir tepe noktasına taşıdıktan sonra kendi karşıtlarına dönüşür ve böylece ani düşüşlere, çöküntülere neden olurlar. Kapitalist ekonomik işleyişte de her yükselişin bir düşüşü vardır ve bu olgu sistemin bir hareket yasasıdır. Bu nedenle, arızi nedenlerle patlak veren bazı mali krizler bir yana, incelememize konu olan devresel ekonomik krizler tesadüfi olaylar değildir. Egemen kapitalist güçlerin sistemin bu krizlerinden kaçıp kurtulabilmelerinin bir yolu yoktur.
Kapitalist sistemin tarihini incelediğimizde, ekonominin birbirini izleyen sınai çevrimler temelinde yol aldığını görürüz. Bu çevrimler esasen sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı tarafından güdülenmektedir. Sınai çevrimler tıpkı bir insanın soluk alıp vermesinde olduğu gibi daralma ve genişleme fazlarını, kriz ve boom evrelerini içerir. Marx, bir çevrim sırasında işlerin, birbirini izleyen durgunluk, canlanma (orta derecede faaliyet), hızlanma (yükseliş, boom) ve bunalım (kriz, çöküntü)[1] dönemlerinden geçtiğini açıklar. Kriz sınai çevrimin en önemli evresidir ve birbirini izleyen çevrimleri ayırdetmeyi mümkün kılar. Fakat kapitalist ekonominin bu periyodik salınımlarını zamansal ve kuvvetsel olarak eşdeğer çevrimler olarak algılamak son derece yanlış olacaktır. Çevrimlerin içerdiği yükseliş ve çöküntülerin ekonomik büyüklükleri kadar bizzat bu çevrimlerin süresi de değişkendir. Örneğin Marx döneminde ortalama olarak on yılda bir tekrarlandığı söylenen sınai çevrimlerin, ilerleyen yıllar içinde daha kısa süreler itibarıyla sıralandığı bilinmektedir.
Sınai çevrimler konusuna Marx, yatırılan sermayenin toplam devrini incelerken değinir. Yatırılan sermaye-değerin bir çevrimden geçmek zorunda olduğunu, örneğin on yıllık bir çevrim süresinin, kullanılan sabit sermayenin ömrü, yani yeniden üretim ya da devir zamanı tarafından belirlendiğini söyler.[2] Hatırlanacağı gibi döner sermaye (işçilere ödenen değişen sermayeyle, değişmeyen sermayenin hammadde, yardımcı madde gibi kısa sürede tüketilen kısmının toplamı) üretim sürecine girdiğinde bütün değerini ürüne aktarır. Oysa sabit sermaye (değişmeyen sermayenin bina, makine, teçhizat gibi üretim faktörlerine ayrılan kısmı), girdiği üretim sürecinde değerinin ancak bir kısmını (aşınan ve yıpranan kısmını) ürüne aktarır ve takip eden üretim süreçlerinde de işlev görmeye devam eder. Sabit sermayenin çeşitli unsurlarının dayanıklılık süresi de farklı olacağından, Marx, yatırılmış bulunan toplam sabit sermayenin ömrünü tamamlayıp (ürün ve değer yaratıcı işlevi son bulup) yenilenmesi gerekene kadar ortalama olarak, örneğin on yılın geçtiğini varsaymıştır. Ancak burada kesin rakamların söz konusu olamayacağını da eklemiştir. Çünkü pek çok değişken vardır. Örneğin sürekli teknik yenilikler daha dayanıklı malların üretimini mümkün kılıp sabit sermayenin fiziksel ömrünü uzatır; fakat öte yandan daha onlar fiziki ömürlerini tüketmeden çok önce yenilenmelerini zorunlu kılar, yani manevi değer kaybına neden olurlar.
Kapitalist ekonominin durgunluktan çıkıp canlanma dönemine geçişi işgücünün daha üretken biçimde kullanılmasını -daha çok artı-değer elde edilmesini- mümkün kılan yeni üretim tekniklerine bağlıdır. Her zaman daha çok kâr peşinde olan sermaye, işgücünün verimini arttıran yeni tekniklerin uygulamaya sokulduğu ve kârlılığın yüksek olduğu yatırım alanlarına kaymaya başlar. Kontrol ettikleri sermayenin gücüne güvenen ya da risk almaktan çekinmeyen kapitalistler erken davranarak, ekonomik canlanmanın ilk dönemlerinde ortalamanın üzerinde kâr elde edebilirler. Çünkü yeni bir üretim tekniğini devreye sokarak emek üretkenliğini yükselten ve böylece maliyeti düşüren kapitalist, henüz diğer kapitalistler harekete geçmemişken ürünleri eski değerlerine dayanan daha yüksek bir fiyattan satabilir. Ve böylece diğerlerine oranla aşırı bir kâr elde edebilir, fakat bu aşırı kâr gerçekte diğer kapitalistlerin payından sızdırılmıştır. Yeni tekniklerin uygulanması yaygınlaştıkça ürün artık daha ucuza malolan yeni değerinden satılmaya başlanacak ve başlangıçta aşırı kâr elde edenler de ortalamaya doğru çekileceklerdir.
Kapitalist ekonominin canlanma dönemlerinde talep genelde yükselişe geçer ve bir önceki dönemin uzantısı olan birikmiş stoklar eritilmeye başlanır. Bunalım döneminde kullanılmayan atıl kapasite değerlendirilir, kapanmış fabrikaların bir bölümü açılır, yatırımlar canlanır. İşsizlikte azalma, genelde ücretlerde bir yükselme gözlenir. Tüketim, fiyatlar ve ortalama kâr oranı artmaktadır. Dolaşımdaki para miktarı yeterlidir ve paranın geriye akışı sanayi kapitalistlerini zora sokmayacak şekilde yumuşak ve düzenlidir. Dolayısıyla bu tür dönemler, kredinin en esnek ve kolay biçimde geri ödenebildiği dönemlerdir. Kullanılan kredi miktarı artar, piyasa genişler, borsa canlanır. Ekonomide spekülatif kızışmanın ya da kredi sisteminde ciddi bir tıkanıklığın henüz oluşmadığı bütün bir canlanma dönemi boyunca faiz oranlarıyla ilgili bir sorun da yoktur. Faiz oranları durgunluk dönemindeki gibi en alt düzeyde olmasa da, genelde yatırımları cesaretlendirici biçimde düşük seyreder.
Ekonomideki bu canlanma belirtileri piyasadaki iyimserliği alabildiğine körükler ve kârlılıktaki yükseliş nedeniyle yatırımlar büyük bir hızla genişler. İşsizlik daha da azalır, fiyatlar artmaya devam eder, kredi kullanımı alabildiğine büyür. İşlerin iyi gittiği süre boyunca bu faktörler karşılıklı olarak birbirlerini etkileyerek ekonominin yukarıya doğru çıkışını mümkün kılarlar. Böylece ekonomik canlanma tepe noktasına doğru tırmanır ve bir boom dönemi yaşanır. Boom, ekonominin ateşinin arttığı, pek çok yeni yatırımcının piyasaya dalmasıyla kredi mekanizmasının şiştiği, faiz oranlarının yükselişe geçtiği bir dönemdir. Yüksek bir kâr beklentisiyle ekonominin çeşitli sektörlerine giderek daha fazla sermayenin akması sonucunda bir aşırı-üretim eğilimi ortaya çıkar. Kâr oranları düşmeye başlar ve böylece yeni bir kriz mayalanır.
Devresel bunalımların mayalandığı boom sürecine eşlik eden diğer bir olgu da başını alıp giden spekülasyon eğilimidir. Çünkü kapitalist rekabetin amacı daha fazla kâr elde edebilmektir. Kapitalistler sanayi alanında daha çok ürün elde edip üne kavuştukları için değil, daha çok kâr elde ettikleri için mutlu olurlar. Bu bakımdan Marx, modern kapitalizmde sınai görünümlü yarışmanın bile son tahlilde ticari bir yarışma olduğuna değinir. Onun belirttiği gibi, modern ulusların ekonomik yaşamlarında, herkesin üretim yapmaksızın kâr elde etme çılgınlığına kapıldığı evreler bile vardır. Ancak üretim yapmadan toplam kâr miktarını yükseltebilecek sihirli bir formül yoktur. O nedenle spekülasyona dayanan çılgınlık nöbetleri, üretim sürecinde yaratılmış bulunan toplam artı-değerden daha büyük bir pay kapma yarışından ibarettir.
Süreç dikkatle incelenirse, gerçekte bütün bir boom dönemi boyunca pompalanan daha fazla yatırım yapma, daha fazla kapasite kullanma ve daha fazla üretme eğiliminin sonucu ekonominin aşırı biçimde ısınmış olduğu görülecektir. Bu nedenle ekonomi birtakım hastalık belirtileri vermeye başlamıştır bile. Fakat tüm bu belirtilerin düzenli bir biçimde ve ortaya çıkar çıkmaz kendini hissettirdiğini ve kapitalistlerin bilincine yansıdığını söylemek imkânsızdır. Kapitalist ekonomi bir bütün olarak düşünüldüğünde, hastalıkların kolayca teşhisini olanaksız kılan çok karmaşık bir organizma gibidir.
Kapitalist birikim süreci birçok yerden kırılmaya yazgılıdır ve tıkanıklık başgösterdiğinde, sürece dahil olan faktörler birbirlerini artan biçimde olumsuz yönde etkilerler; böylece ekonomi bir çöküş içine girer. Genişletilmiş yeniden üretim sürecindeki bu kırılma noktaları, ekonominin boom’dan çöküntüye sürüklendiği momentlerdir. Dolayısıyla her boom’un tepe noktası, yani kapitalistlerin işlerin en parlak biçimde geliştiğini düşündükleri fazlar aslında yeni bir çöküşün de tam öncesidir. Gerçekte boom’un son dönemlerinde yeni bir bunalımın mayalanmasına karşın, ekonomideki aşırı canlılığın yerleştirdiği iyimserlik ve çeşitli senet oyunları sayesinde geriye ödemeler bir süre daha düzenli olarak devam eder. Böylece çok kârlı bir iş görüntüsü uzunca bir süre daha varlığını sürdürür. Marx, “birdenbire patlak veren çöküşe kadar işler daima tepeden tırnağa sağlıklı ve kampanya bütün hızıyla devam etmektedir”[3] der. Bu nedenle çöküşler her zaman çok ani biçimde gerçekleşmiş gibi görünür ve genelde her seferinde burjuva iktisatçılarını ve onların peşinden sürüklenenleri şoka sürükler.
Kapitalist sistem her düzeyde, gerek ülkeler ve gerekse de ülke içinde farklı sektörler itibarıyla eşitsiz ve bileşik gelişme özelliğine sahiptir. Bu yasa gereğince, bir yandan ekonomik krizin farklı ülke ve alanlarda mayalanma hızı ve derecesinde bir eşitsizlik söz konusuyken, diğer yandan krizin patlak vermesiyle birlikte her düzeyde bileşik bir etkilenme gerçekleşir. Bu karmaşık işleyiş temelinde, sermayenin iki temel alanı yatırımların arttırılması ya da kısılması bakımından eşzamanlı tepkiler veremez. Marx, bütün sermayeyi iki büyük sınıfa ayırır, bunları “Sınıf I, üretim araçları üreten ve Sınıf II, bireysel tüketim malları üreten”[4] biçiminde tanımlar. Bazı yazarların birinci ve ikinci kesim olarak da niteledikleri bu ayrım noktası, kapitalizmin anarşik doğasını sergilemesi bakımından önemlidir. Büyük işletmeler ya da karteller düzeyinde bazı planlamalar yapılsa bile kapitalist ekonomi genelde dengesizliklerle, orantısızlıklarla ilerleyebilir. Üretim araçlarının üretim süresiyle, bireysel tüketim mallarının üretim süresi denk değildir; birinci kesimde gerek sabit sermaye yatırımının boyutu, gerekse üretim zamanı ikinci kesime oranla daha fazladır. Örneğin tekstil üretiminde yavaş yavaş stoklar birikmeye başladığında, tekstil makinaları üreten firmalar henüz ekonomideki büyük canlılığın etkisiyle aldıkları siparişlerle boğuşmaktadırlar. Dolayısıyla her iki kesimde üretim eşzamanlı olarak kısılmamaktadır. Bu da krizlerin şiddetini arttıran ve krizden çıkışı geciktiren önemli bir faktördür.
Kriz dönemlerinde kâr oranlarında ani düşüşler yaşanır; yatırımlar kısılır; elde stoklar birikir. Toplu işten çıkarmalar başlar, talep düşer, dolaşım daralır. Fiyatlar ve ücretler düşer, çalışan işçi sayısı azalır, ticari işlemlerin kitlesi küçülür. Zaten aşırı-üretimi tüketemeyen piyasa daha da daralır ve krediler geri ödenemez hale gelir. Bunalım sırasında piyasada bol miktarda meta vardır, fakat fiyat düşüşlerine rağmen bunlar paraya çevrilememektedir. Marx, yeniden üretim sürecindeki genişlemede ya da hatta normal akışta bir bozukluk olduğunda kredinin de kıtlaştığına ve kredi ile meta elde etmenin güçleştiğine değinir. Bu nedenle, nakit ödeme talebi ve kredili satışlar konusunda gösterilen titizlik, çevrimin bunalım evresinin temel bir özelliğidir. Kredinin daralmasıyla birlikte dolaşımda paraya duyulan ihtiyaç artmış ve faiz oranları daha da yükselmiştir. Böylesi dönemlerde paraya duyulan ihtiyaç, satın almaktan çok ödeme yapabilmek içindir. Yeni işlemleri başlatmak için değil, eskileri sonuçlandırmak için yeni borçlanmalara başvurulur.
Kriz çeşitli iflâslara yol açar ve koşullara dayanamayan fabrikalar kapanır, makinelerin ve sabit sermayenin önemli bir bölümü üretim süreci dışına düşerek tahrip olur. Piyasayı kaplayan genel bir güven bunalımı sonucunda tahvillerin ve şirket hisse senetlerinin değeri düşer. Sermayenin hangi kısmının bunalımdan ne kadar etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşlerin iyi gittiği dönemlerde genel kâr oranının eşitlenmesine hizmet ederek kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası esmesini mümkün kılan rekabet, krizle birlikte bir ölüm-kalım savaşı haline gelir. Marx’ın dediği gibi, sorun kârın değil zararın paylaşılması olunca, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve başkasının sırtına yükleme çabası içine girecek ve böylece rekabet, düşman kardeşler arasındaki bir savaşa dönüşecektir. Ancak güçlü mali yapıları nedeniyle üretimi sürdürebilen, kâr oranlarındaki düşüşe rağmen toplam kâr kitlesindeki artışı koruyabilen büyük sermaye kuruluşları ayakta kalabilir. Bunalım döneminde sermaye daha da merkezileşir ve yeniden yapılanır.
Sermaye kazançları giderek düştüğü için bir kısım sermaye tasfiye edilecek ya da değer yitirerek büyük tekeller tarafından ucuza kapatılacaktır. Krizin sonuçlarının realize olmasıyla birlikte toplam toplumsal sermayenin değeri düşer, borsa dibe vurur, faiz oranları aşağıya çekilir ve piyasaya kötümser bir ruh hali egemen olur. Böylece, kriz döneminde dibe vuran ekonominin bir çırpıda içinden çıkamadığı bir durgunluk dönemi yaşanır. Durgunluk dönemi boyunca faiz oranlarının dipte seyretmesine rağmen, yaşanan krizin etkileri henüz geçmemiş, stoklar eritilmemiş ve iflâs korkusu atlatılmamış olduğundan yeni yatırımlara girişme konusunda büyük bir çekingenlik söz konusudur. Ortaya çıkan aşırı-üretim krizinin şiddetine ve dünya ölçeğinde yaygınlık derecesine bağlı olarak, bir durgunluk dönemi görece kısa sürüp daha sancısız biçimde canlanmaya geçileceği gibi, 1929 krizinde ya da bugün yaşanan krizde görüldüğü gibi tersi de mümkündür.
Ekonomik krizin yaşanması kapitalistleri aşırı-üretim ve aşırı kapasitenin yarattığı sorunlardan kurtararak yeniden bir büyüme alanı açmaktadır. Krizin realize olmasıyla birlikte rekabete dayanamayan sermaye piyasadan çekilmiş, geriye kalan sermaye toplam artı-değeri daha yüksek bir kâr oranı üzerinden paylaşma olanağına kavuşmuştur. Eğer bunalım döneminde işçi sınıfı ücret düşüşlerini engelleyememişse sömürü oranı da yükselmiştir. Tüm bu faktörlerin biraraya gelerek durgunluğa son verecek doğrultuda işlemesi halinde kapitalist ekonomi yeni bir canlanma içine girer. Kriz döneminde ortaya çıkan işsizlik azalmaya başlar, artan taleple birlikte fiyatlar yükselişe geçer. Canlanma belirtileri piyasada yeniden iyimser bir ruh hali yaratmaya koyulur, daha çok kâr elde edebilme iştahı artar ve böylece kapitalist ekonomi yeni bir boom dönemine doğru ilerler. Ve nihayet bir başka aşırı-üretim krizinin patlak vermesi kaçınılmaz hale gelir. Bu nedenle kapitalist gelişimin tarihi giderek şiddeti artan bunalımların tarihidir. Marx’ın deyişiyle, “Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir”.[5]
Kapitalizmin devresel krizleri hem sistemin kaçıp kurtulamayacağı bir hastalıktır hem de sistemin içerdiği tüm çelişkilere ve orantısızlıklara rağmen işleyişini mümkün kılan tedavidir. Bunalım, üretim sürecinin birbirinden bağımsız duruma gelen evrelerinin birliğinin zorla kurulmasından başka bir şey değildir. Krizler temelinde ve krizler sayesinde yol alabilen bu sistem, sağlanan ekonomik büyümeye karşın aslında bir anlamda yap-boz tahtası benzeri düzensiz bir karaktere sahiptir. Bu gerçeklik yıllar önce Komünist Manifesto’da Marx ve Engels tarafından çarpıcı biçimde dile getirilmiştir. Orada, burjuvazinin bunalımları nasıl atlatabildiği sorusu şöyle yanıtlanır: “Bir yandan üretici güçlerin büyük bir kısmını zorla yokederek; öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek, ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımlar hazırlayarak, ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.”[6]
[1] Çeşitli yazarlar çevrimin farklı evrelerini tanımlamak için son tahlilde aynı anlama gelecek değişik kavramlar kullanmaktadırlar. Örneğin çevrimin hızlanma evresini yükseliş, refah veya boom kavramlarıyla nitelemek; kriz evresi için buhran, bunalım, çöküntü, depresyon vb. sözcüklerini kullanmak konunun özünde hiçbir değişiklik yaratmayacaktır. Kaldı ki Batı dillerindeki sözcüklerin Türkçe’ye çevirisi sırasında da çeşitlemeler söz konusudur. Örneğin depresyon’un sözlük karşılığında kriz, durgunluk kavramlarını bulacağınız gibi, resesyon sözcüğü için de aynı kavramlarla karşı karşıya gelirsiniz. Kaldı ki bir sınai çevrimin evreleri birbirinden tamamen yalıtılmış kompartımanlar gibi değildir. Bu nedenle, örneğin kriz ve durgunluk evreleri adeta içiçe geçmiş gibidir. Marksizm bir olayın somut gerçekliğini, onun gelişme fazları arasındaki diyalektik ve geçişsel ilişkiler temelinde ele alır. Ayrıca, kapitalist krizler bağlamında cereyan eden kavram spekülasyonu karşısında gerçekten de uyanık olmayı gerektiren bir durum vardır. Unutmayalım ki, kapitalist kriz gerçeğini gözlerden saklayabilmek amacıyla Batılı kapitalist ülkelerde iktisatçılar her seferinde yeni kavramlar kullanmayı tercih ediyorlar. Örneğin 1929 krizinin kötü anılarını hatırlattığı için depresyon sözcüğü yerine resesyon sözcüğü; çöküş anlamına gelen collapse yerine slump kullanılıyor ve liste böylece uzayıp gidiyor. Netice olarak, bu gibi konularda da doğru bir tutum takınmak ve konunun özünü kavramaya çalışacak yerde kavram çeşitlemeleri nedeniyle boş tartışmalara düşmemek gerekir. Karışıklık yaratmamak için belirteyim ki, yazı içinde kapitalist sınai çevrimi, birbirini izleyen canlanma, boom, kriz ve durgunluk evreleri itibarıyla ele alacağım. Boom sözcüğü genelde yükseliş anlamına geliyor olsa da, çevrimin ilerleyişi içinde ifade edeceği özel anlam, sıradan bir yükseliş (örneğin orta derecede faaliyet anlamındaki bir canlanma) değil büyük bir canlılık, Marx’ın dikkat çektiği üzere belirgin bir hızlanma olacaktır. Son olarak hatırlatmak istediğim husus ise şudur: Kapitalist gelişme eğrisi üzerinde gözlemlenen dalgalanmaları nitelerken, yükseliş ve düşüş (ya da alçalış) gibi kavramları kullanmayı tercih ettim. Bu dalgalanmaların sınai çevrimin uzun dönemli benzeşikleri haline sokulup konunun bulandırılmaması için uzun süreli boom ya da uzun süreli kriz sözcüklerini kullanmaktan kaçındım. Yazı içinde yeri geldiğinde değinileceği gibi, uzun dönemli dalgalanmalar hangi yönde olursa olsun -ister yükseliş isterse alçalış- kapitalizm kendi hareket yasaları gereğince yine sınai çevrimler, yani başlıca evreleri itibarıyla ifade edecek olursak kriz ve boom’lar temelinde yol almaktadır.
[2] Marx, Kapital, c.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.211
[3] Marx, Kapital, c.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.430
[4] Marx, Kapital, c.3, s.735
[5] Marx, Kapital, c.3, s.221
[6] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.138
link: Elif Çağlı, Kriz Kapitalist İşleyişin Kaçınılmaz Ürünüdür, 16 Nisan 2020, https://marksist.net/node/6891