Geçtiğimiz günlerde birkaç gün arayla yaşanan ve aralarında siyanür yoluyla gerçekleşen toplu intihar/ölümlerin de bulunduğu ölümler Türkiye’de toplumun içinde bulunduğu duruma dair sarsıcı bir tablo ortaya koydu. 10 gün içinde üç ailenin yaşamı pek yaygın olmayan bir yol olarak siyanürle son buldu. Aynı günlerde daha az duyulan en az 2 bireysel intihar vakası daha oldu. Bunlar da ilginç bir benzerlikle aynı meslek grubuna (öğretmen) mensup iki emekçinin kendi canlarına kıymasıydı. Vakaların tamamında geçim sorunları, dağ gibi büyüyen borçlar, güvensiz ve aşağılayıcı çalışma şartları gibi aynı kalemdeki sebepler dolaysız etmenler olarak ön plandaydı. Genel manzaraya bakıldığında aklı başındaki hemen herkesin görebildiği, istatistiklerin ve diğer birçok verinin açıkça işaret ettiği gerçeklik şimdi kendini böylesi sarsıcı bir biçim altında gösteriyordu.
Elbette olay derhal ülkenin tartışma gündemine girdi. Vakaların hepsinde dolaysız etmen olarak ekonomik güçlüklerin oynadığı başat rol gözlerden saklanamaz netlikte olduğundan rejim tehlikeyi görerek hızla tartışmayı bastırma yoluna gitti. Ekonomi iyiydi çok şükür! Bu durum rejimin karakterinin televizyon ekranında canlı yayın sırasında teşhir olmasına bile neden oldu. Ülke gündeminin ve haberlerin her sabah değerlendirilip yorumlandığı bir televizyon programında, sunucu, gelen ikinci siyanürle toplu ölüm haberini aktarıp şaşkınlığını ifade ederken, karşısındaki bir yorumcu ezkaza “sebep ekonomi değil, ekonomi iyi” diyerek kinaye yapmaya kalktığında, yanındaki iktidar yanlısı yorumcu alçak sesle “Ahmet kaşınma” deme gereği duymuş, bir diğeri de konuyla ilgili RTÜK “uyarısını” hatırlatmıştır.
Birbiri ardına gerçekleşen bu sarsıcı intihar vakalarının etkisi, hızla devreye sokulan sansür mekanizmasıyla ortadan kaldırılamadığı için rejim kendi medyasından olsun sosyal medyadaki trol ordusu aracılığıyla olsun konuyu çeşitli yönlerde saptırma doğrultusunda çaba harcadı. İntiharın dinen günah oluşuna dair genel vurgu bolca yapılırken, hayatları son bulan aileleri din temelinde karalamaya kadar alçalındı. İktidar medyasının bir gazetesinde, konunun gündem olmasına neden olan ilk vakada ölen ailenin evinde ateizmi savunan bir kitabın varlığı delil gösterilerek hadisenin sorumluluğu ateizmle birlikte ölenlerin sırtına yüklendi. Üstelik bu baş sayfadan yapıldı. İktidar cenahının ideolojik askerleri sadece bu vaka için değil peş peşe gerçekleşen intiharların geneli üzerinden yürüttükleri saldırıda genel olarak bu sorunun “din eksikliğinden” kaynaklandığını savunup, sömürü ve yağma düzeninin aslî suçunu örtmeye çalıştılar. Doğal olarak bu tutumu sergileyenler ve onlardan feyiz alanlar için çare de topluma daha çok “din vermek” şeklinde ortaya çıktı. Bir başka iktidar kalemşoru bu intiharların iktidarı hedef alan bir komplonun parçası olduğunu söylemeye kadar vardırdı işi.
Ancak bu intihar vakalarının ortaya koyduğu acı gerçekliği gölgeleme işi sadece rejimin medya ordusu ve türlü yorumcularının planlı-hedefli politik müdahalelerinden ibaret kalmadı. Söz konusu intihar vakalarının dolaysız nedenleri, somut gerekçeleri açıkça ortadayken, rejim yanlısı olduğu söylenemeyecek, hatta muhalif denebilecek kurum ve kişilerden de konunun özünden uzaklaştırıcı yaklaşımlar sergilendi. Benzer biçimde geniş bir muhalif kitlede de bu tür odaksızlaştırıcı tutumlar ortaya çıktı. “Trafik canavarı”na benzer biçimde bir “siyanür canavarı”nın yaratılmasına doğru giden hezeyandan tutun, siyanürle gerçekleşen toplu ölüm vakalarında eylemin tek kişi tarafından yürütüldüğü varsayımıyla diğerlerine karşı cinayet işlendiğine, burada “kadın cinayeti” yaşandığına, haberlerin veriliş tarzının özendirici olduğuna dair hezeyana kapılıp öfke nöbetleri geçirenlere, intiharın “bir protesto” gibi görülmemesi/gösterilmemesi gerektiğini vurgulayanlara, mevcut toplumsal yapı içinde yardım/destek vs. aranmamasını sorgulayanlara kadar birçok böylesi tutum gözlendi.
Yer yer patoloji sınırlarında gezinen bu zaaflı tutumların da içinde yaşadığımız hastalıklı toplum düzeninin yarattığı türlü bilinç çarpılmaları olduğunu gözden kaçırmadan, sorunun toplumsal temellerini netleştirmek ve çıkış yolunun bu doğrultuda bulunabileceğine işaret etmek en doğrusudur.
Bir toplumsal sorun olarak intihar
Marx 1846 yılında eserleri arasında oldukça ilginç duran bir metin kaleme alır. Metnin başlığı Peuchet: İntihar Üzerine. 1760 doğumlu Jacques Peuchet Fransız devrimi başta olmak üzere dönemin tüm çalkantılı siyasal mücadelelerine tanık olmuş, çeşitli görevlerde yer almış, bu görevler arasında polis teşkilatında müdürlük ve arşiv yöneticiliği de bulunan bir fikir adamıdır. Ölümünden sonra yayınlanabileceği şartıyla geride mesleki anılarını bırakır. Bu anılar mesleki kariyeri boyunca ilgilendiği sorunlar, karşılaştığı vakalar ve bunlar üzerine geliştirdiği düşüncelerinden oluşmaktadır. Marx’ın metni de büyük ölçüde Peuchet’nin bu kitabından yapılan uzun alıntılardan oluşuyor. Fakat Marx bu alıntıları seçerken ve çevirirken olsun, araya girerek yaptığı yorumlarda olsun adeta gıyabında Peuchet ile ortak bir makale yazmış gibidir.
Marx’ın Peuchet’ye ilgi göstermesinin sebebi burjuva toplumun hastalıklı yapısının ürettiği önemli sonuçlardan birisi olarak intiharın bizzat bu polis şefi tarafından ortaya konuyor olmasıdır. Peuchet ve Marx birkaç satırda intihar olgusunun toplumun örgütleniş tarzının kötülüğünün belirtisi olduğunu, vakaların çoğunun bu kötülüğün bir sonucu olan yoksulluktan kaynaklandığını, (tam da bu nedenle) sanayinin durgun ve krizde olduğu dönemlerde intiharların salgın halini aldığını ve yanı sıra intihar vakalarının geri kalan kısmının da ahlakçı safsatalarla açıklanamayacak şekilde geniş bir çeşitlilik arz ettiğini belirtirler. (Marx, İntihar Üzerine, Yeni Hayat Yay., 2006, s.9-10)
Burjuva ideolojisi ise türlü görünümleri içinde, genellikle, intiharın mevcut toplum düzeninin irkiltici bir eleştirisi olduğunu yok sayma eğilimindedir. İslam dahil tüm belli başlı dinlerde intihar büyük bir günahtır, yasaklanır. O yüzden dini otoriteler ve dinsel dünya görüşünün diğer taşıyıcıları intihar vakalarında genellikle kurbanları suçlu gösterirler, yaşanan dram karşısında kurbanlara acıma hissini bile yasaklama derdindedirler. Onlar tanrının ve dinin hükmüne karşı gelmiş günahkârlardır! İktidar beslemesi dinci gazetenin ilk siyanürlü intihar vakasının ardından kurbanları karalamaya dönük ateizm konulu manşeti tam da bu tutumun tiksindirici bir sergilenişidir.
Peuchet (ve onu aktaran Marx), “özellikle, sanayinin durgun ve krizde olduğu dönemlerde, kıtlık ve karakış yıllarında, belirtiler salgına dönüşür” diyerek intiharın kapitalist toplum düzeniyle çok güçlü bir bağıntısı olduğunu belirtir. Metnin bir başka yerinde de ilginç bir karşılaştırmayla aynı nokta vurgulanır: “Tatarlar kendilerini öldürmediğine göre intiharların çoğunu üreten bizim toplumumuzun doğasıdır. Yani, bütün toplumlarda olaylar aynı şekilde sonuçlanmaz. Toplumumuzu düzeltmek ve daha yüksek bir düzeye çıkarmaya çalışmak için kendimize itiraf etmek zorunda olduğumuz şey budur.” (age, s.10-11)
Onca tabulaştırılmasına, onca kınanmaya, onca yasaklamaya, ahlâki mahkûm edilişe rağmen insanlar kendilerini niçin öldürüyorlar? Peuchet ve Marx bu soruyu sorarak şöyle devam ediyorlar:
“Çünkü çöküntü içindeki insanın damarlarındaki kan beyhude laflar üretmek için zamanları olan soğukkanlı canlılarda olduğu gibi akmaz. (…) Tüm Avrupa’ya hükmeden akıldışı kurumların nasıl ulusların kanını ve yaşamını tükettiğini, uygarlaşmış adaletin tehlikeli kararlarını onaylatmak için hapishaneler, cezalandırmalar ve ölüm araçları tarafından etrafının nasıl sıkıca sarıldığını gördüğümüzde; her anlamda sefalete terkedilmiş sınıfların sayısal büyüklüğünü ve acımasız aşağılamalarla hırpalanan, önlem olsun diye ya da belki de onları sefilliklerinden kurtarmak için toplum dışına itilmiş insanları gördüğümüzde, tüm bunlara tanık olduğumuzda, çoğunlukla geleneklerimizi, önyargılarımızı, kanunlarımızı ve ahlakımızı ayaklar altına alan bir varoluşa saygı duyması için neyin bize, bu insanlara emretme hakkını verdiğini anlayamayız.” (age, s.11-12)
Dolaysız (yakın) sebepler düzeyinde bakıldığında intihar vakalarının çok çeşitli sebeplere dayandığı açıktır. Bu düzeyde bakıldığında ekonomik sorunlar, ailevi sorunlar, aşk acısı, yalnızlık, şifasız olan ya da öyle görülen hastalıklar, ruh sağlığı problemleri, Peuchet’nin dediği gibi hüsrana uğramış ihtiraslar ve daha birçok sebep intiharda yakın etmenlerdir. Ancak bu dolaysız sebepler kümesini daha derinden incelediğimizde bunların çoğunun sosyoekonomik sorunların çeşitli düzeylerdeki somut uzantıları ya da belirişleri olduğu görülür. Dahası, analizi bir adım daha ileri götürdüğümüzde bu kümenin dışında kalan dolaysız sebeplerin de önemli bölümünün, genel olarak içinde yaşadığımız toplum düzeninin yarattığı çeşitli baskı, eziyet, travma ve ezilmişliklerin görünümleri olduğunu görürüz.
Milyonların içinde yalnız değilsin!
Türkiye’deki son birkaç haftanın vakalarına baktığımızda intiharlarda ekonomik sebeplerin dolaysız anlamda güçlü bir rol oynadığı görülüyor. İstanbul Fatih’teki ilk vakada aynı evde yaşayan geçim sıkıntısı içindeki orta yaşlı 4 kardeşten sadece birisi gelir getirici bir işe sahip. Onun işi de düzenli bir iş değil. Diğer kardeşler sağlık sorunları da olan işsiz emekçiler. Doğal olarak aile borç içinde ve son olarak çalışan kardeşin maaşına yeni bir haciz daha geliyor. Toplu intiharın ortaya çıktığı gün özelleştirilmiş elektrik şirketinin görevlilerinin ödenmemiş borç nedeniyle eve elektriği kesmeye gelmeleri tam da durumun gerçek niteliğini teşhir ediyor. Sonraki günlerde gelen diğer siyanürlü toplu intihar vakaları da dolaysız anlamda tümüyle ekonomik çöküş ve çıkışsızlığa dayanmakta. Uzun süre işsiz kalınmış ya da iş batmış, büyük borçlar birikmiş ve bir çıkış yolu kalmamış. Aynı günlerde geçekleşen bireysel vakalar olarak dikkat çeken öğretmen vakaları da temelde aynı zemine oturuyor.
Gaziantep’teki genç kadın öğretmen, ardında, “her gün pamuk ipliğine bağlısınız sözünden bıktım usandım” diyen bir mesaj bırakarak intihar etti (11 Kasım). Genç öğretmenin sözleşmeli öğretmen oluşu gerçekliği bile kendi başına yeterli aslında. Şu anda yüz bine yakın sözleşmeli öğretmen görev yapıyor ve bu öğretmenlere hayli kötü muamele ediliyor. İş güvenceleri yok ve kadroya geçebilmeleri için 3 yıl sonunda okul yöneticilerinin olumlu görüşüne ihtiyaçları var. Bu durum onların her türlü mobbinge maruz kalmalarına yol açabiliyor. Nitekim Saadet öğretmen de öğrencilerin gözü önünde yönetici şiddetine maruz kalmaya varıncaya kadar bunu yaşamış. Öğretmenin işsiz kalma korkusu olmasa, çalışma statüsü böylesi güvencesiz, “pamuk ipliğine bağlı” olmasa ona bu denli mobbing kolayına yapılabilir miydi?
Şimdi dünya genelindeki verilere bakarak konuya daha yukarıdan bakalım. Dünya Sağlık Örgütünün raporuna göre son 45 yılda intihar oranları dünya ölçeğinde yüzde 60 artmış. Buna göre yılda yaklaşık olarak 1 milyon kişi intihar yoluyla hayatını kaybediyor ve bu her 100.000 kişide 16 kişiye ya da her 40 saniyede bir kişiye karşılık geliyor. Buna göre intihar, 15-44 yaş grubundaki en büyük üç ölüm sebebinden birisidir. 2020 yılında intihar sonucu ölüm sayısının 1,5 milyona varacağı öngörülüyor. Kaldı ki tüm bu verilerin bile gerçeğin tamamını yansıtmadığını tahmin etmek zor değildir. Cezalar ve toplumsal baskı nedeniyle birçok ülkede, aileler ve topluluklar intihar vakalarını gizleyebilmekte, hatta devletler de çeşitli biçimler altında bunu yapabilmektedirler. İntihar sonucu ölümler başka sebeplerle gerçekleşen ölümlermiş gibi sayılmakta, kayda geçilmektedir. Tüm bunlar intihar sorununun ne denli büyük ölçeklere ulaşmış bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Hal buyken bu sorunu basitçe bir ruh sağlığı sorununa indirgemek, konuyu sadece ya da esas olarak bu düzlemde alınacak önlemlerle çözmeye odaklanmak en hafif ifadeyle gayri ciddidir. Zira birçok sağlık sorunu dünya tarihi içinde geliştirilen etkin tedaviler, doğru sağlık yaklaşımlarıyla çözülmüş ya da ciddi oranlarda azaltılmışken, küresel ölçekte yürütülen tüm farkındalık kampanyalarına, geliştirilen tedavi yaklaşımlarına, dahası insanlar üzerinde hayli etkili olan geleneksel dinlerin yasaklayıcı hükümlerine ve din otoriterlerinin müdahalelerine rağmen intihar vakalarındaki istikrarlı artış meselenin özünün başka yerde olduğuna açıkça işaret eder.
Rapordaki “son 45 yılda” ifadesi dikkat çekmeli. Bu süre zarfında deniyor intihar oranları yüzde 60 artmış. Bu çok ciddi bir artış. Peki nedir son 45 yılın özelliği? 1980’ler, 90’lar, 2000’ler, 2010’lar demek oluyor bu son 45 yıl. Bu dönemin dünya ölçeğinde kısa bir tanımını yapmak gerekseydi sermayenin küresel ölçekte emeğe karşı haçlı seferi dönemi demek gerekirdi. Neoliberalizm de denen bu haçlı seferi açık ve cepheden bir sınıf savaşıdır. Sermaye işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanların önceki dönemde elde ettiği kazanımlara karşı acımasız bir savaş başlatmış ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında çok büyük kayıplar anlamına gelen gerilemeler yaratmıştır. Tüm dünyada emekçiler işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk, mahrumiyet, yalnızlaşma, örgütsüzleşme, mental sorunlar başta olmak üzere artan sağlık sorunları vb. ile yüz yüze kalmışlardır. Yani insanlar bir yandan maruz kaldıkları ekonomik-sosyal sıkıntıların baskısı altında bir çıkış yolu bulamadıkları için intihara yönelmekte, bir yandan da kapitalizmin bunadıkça daha da çürüttüğü sosyal dokunun körüklediği ruhsal hastalıklar dolayısıyla intihara daha fazla eğilim göstermektedirler. Bu şartlar altında intihar vakalarının büyük bir hızla artmasından daha doğal ne olabilirdi? Peuchet’nin Marx’ın aktarımıyla yaklaşık 200 yıl önce söyledikleri çıplak gerçekliği göstermiyor mu?
Türkiye’de de bu vakaların neden şimdilerde ilk kez böylesi çarpıcı biçimler altında ve silsile halinde yaşandığı açık değil midir? Ülke ağır bir ekonomik krizdedir ve emekçiler çok uzun süredir yürüyen sermayenin küresel ölçekteki saldırısından kendi nasiplerine düşeni alıyorlar. Ancak son dönemin ekonomik krizi istisnai bir derinliktedir ve dahası sadece ekonomik krizden ibaret değildir. Ülkede ağır bir baskı rejimi kurulmuştur. Tüm demokratik mekanizmaların ve işleyiş teamüllerinin ortadan kaldırıldığı böylesi ağır bir baskı rejimi altında insanlar ekonomik krizin etkileriyle birlikte bir çıkışsızlık ve umutsuzluk duygusuna sürükleniyorlar. Baskı rejiminin süreğenleşen varlığı insanları ekonomik krizin atlatılacağını ümit etmekten bile giderek uzaklaştırabiliyor. Yönetimin eşi görülmedik keyfiliği toplumsal güven ve adalet duygusunu tahrip ediyor. Son yapılan araştırmalarda toplumda adalete güvenin yüzde 20’nin altına inmiş olması bir rekor olduğu gibi büyük bir çöküşü anlatmaktadır. Günde 12 şirketin konkordato ilan ettiği, icradaki dosyaların sayısının 21 milyonu geçtiği, işsizliğin en az yüzde 25 olduğu, şirketlerin ve hane halkı borçlarının daha önce görülmemiş boyutlara yükseldiği bir Türkiye’de intihar dahil daha birçok araz göreceğimiz açıktır. Bu hali daha da derinleştiren bir etmen, rejimin böyle bir tablo yokmuş gibi, hemen her alanda veri manipülasyonu yapması, ülkede hayat güllük gülistanlıkmış gibi bir söylem tutturmasıdır. İntiharların yaşandığı günlerde Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay “2020 bütçesi küresel bir güç haline gelmiş Türkiye’nin bütçesidir” diyebiliyor, meclis bütçe komisyonunda rejim temsilcisi milletvekili “bizim dönemimizde Türkiye’de yoksul yok” diyerek pişkin bir sırıtış içinde muhalefet temsilcilerinin eleştirilerine laf yetiştirmeye uğraşabiliyor, cumhurbaşkanı işsizliğin sebebinin “işgücüne fazla katılım ve iş beğenmeme” olduğunu söyleyebiliyor. Özetle insanları böylesi dramatik biçimlerde intihara sürükleyen nedenler konusunda ülkeyi yönetenler ne sorumluluk kabul etmekte ne de sahte biçimde olsa bile bir duyarlılık sergilemektedir.
Türkiye’de işçi sınıfı 12 Eylül askeri faşist darbesi, neoliberal saldırılar ve SSCB’nin çöküşüyle şahlanan kapitalist muzafferiyet çığlıklarının sağır edici propagandaları altında her cephede ağır yenilgiler almış ve derin tarihsel kökleri olan itaat geleneklerinden kurtulma yolunda 1960-80 arası yaptığı silkiniş hamlesinin meyvelerini toplayamamıştır. Bu durum işçilerin örgütsüzleşmesi, atomize olması gibi son derece olumsuz sonuçlar getirmiştir. Dünyanın diğer bölgelerinde tam da bugünlerde emekçiler sermayenin gitgide artan saldırıları karşısında isyan bayrağını açıp iktidarları sallarken, Türkiye’de çeşitli sebeplerle henüz bu yola giremeyen işçi-emekçiler tepkilerini bir çaresizlik çığlığı olarak intihar gibi trajik biçimlerde vermektedir. Toplu intihar gibi uç biçimler Türkiye’de de emekçilerin bağrında büyük bir hoşnutsuzluğun birikmekte olduğunu, toprağın altında titreşimler başladığını göstermektedir. Suskunluk elbette ilânihaye devam etmeyecektir. Türkiye işçi sınıfının da dünyadaki isyancı kardeşlerinin yanına er geç katılacağından en küçük bir şüphe yoktur. Dünyadaki isyanların Türkiye’deki emekçilerin bilinçaltlarına isyan tohumları ektiklerine de şüphe yoktur.
Yukarıda eserini andığımız Peuchet, kapitalist toplumun insanı öğüten yabancılaştırıcı doğasını mahkûm ederken Marx’ın da gözünden kaçmayan şu sözleri sarf eder: “Bu nasıl bir toplum, insan milyonların ortasında en derin yalnızlığı yaşıyor; hiç kimse farkına varmadan dayanılmaz kendini öldürme arzusuyla kahrolabiliyor? Bu toplum toplum değildir, Rousseau’nun dediği gibi, vahşi hayvanların yaşadığı bir çöldür.” (age, s.13) İşte tam da bu nedenle sınıf devrimcileri olarak diyoruz ki, milyonların içinde yalnız değilsin! Çare örgütlü mücadelede, emekçiler olarak milyonların içinde asla yalnız olmadığımızın bilincinde olmakta. Kolektif örgütlü mücadele güven ve özgüven verir, kendi dayanışmasını örgütler. Bu düzene, hayatın bu işleyiş tarzına öfke duyan tüm emekçilerin yeri örgütlü mücadele saflarıdır. Zincirlerimizden başka kaybedecek şeyimiz yok, kazanacağımız koca bir dünya var!
link: Levent Toprak, Artan İntiharlar Neyi Gösteriyor?, 22 Kasım 2019, https://marksist.net/node/6787
Kırlangıcın Kanatlarındaki Özgürlüğün Hikâyesi
Millî Eğitim Bakanlığı Bütçesinin Anlattıkları