Hasan İzzettin Dinamo 1909 yılında Trabzon’un Akçaabat ilçesinde doğdu. 80 yıllık ömründe iki dünya savaşı, üç darbe, faşizm, mahpusluk, yoksulluk ve açlık gördü. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde dünyaya gözlerini açan Hasan İzzettin Dinamo, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna, tek parti diktatörlüğünün baskıcı yıllarına, 1960 darbesiyle geldiğini sandığı “hürriyet” yıllarının yarattığı hayal kırıklığına, 1971 darbesiyle öldürülen gencecik fidanların acısına ve nihayetinde 1980 askeri faşist darbesinin tüm toplumu asker postallarıyla ezişine tanıklık etti. Çocukluk yıllarını yetimhanede geçiren ve bu yıllarda Turancılıktan etkilenen Dinamo’nun, tanık olduğu olaylar ve bizzat kendi yaşadıkları üzerine fikirleri olgunlaşarak değişmiş ve nihayetinde sosyalizme yönelmiştir. Bu dönüşümde Nazım Hikmet’in payı büyüktür. 1960 darbesinin ardından her ne kadar beklenen hürriyet günleri gelmemişse de yine de önceki yıllara oranla bir özgürlük ortamı doğduğundan Hasan İzzettin’in romanları 1966’dan itibaren peş peşe yayımlanmaya başlar. İşte bu romanlardan biri ilk baskısı 1968 yılında yapılan Savaş ve Açlar’dır.
Savaş ve Açlar romanı aslında otobiyografik bir romandır. Ancak salt kişisel bir yaşam hikâyesi değildir burada konu edilen. Bu roman bir dönemi, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu’nda cephe gerisinde yaşam savaşı veren yoksul halkın neler yaşadığını resmeden bir romandır. Resmi tarih kitaplarında yazılan kahramanlık destanlarının ardındaki savaşın gerçek ve korkunç yüzünün anlatıldığı bir romandır bu. Ama sadece yaşanmışlıkları olduğu gibi anlatmakla kalmaz Dinamo. Aynı zamanda savaş, zenginlik ve yoksulluk hakkındaki fikirlerini de karakterlere söyletir. Bu fikirler Turancılıkla başlayıp sosyalistlikle sona eren dönüşümünün sonucunda şekillenmiştir.
Romanda yazarın çocukluğunun ilk 8 yılı anlatılır. Sadece bazı isimleri değiştirmiştir Dinamo. Örneğin babası Ahmet Çavuş romanda Temel Çavuş, kendisi ise Musa olarak geçer. Sonraki yıllarda yayımlanan Öksüz Musa romanında yetimhanede geçen yıllarını, Musa’nın Hapishanesi’nde hapislik yıllarını, Musa’nın Gecekondusu romanında ise 1950’li yıllarda yaşadıklarını, dönemin baskıcı ve gerici karakterini vererek anlatır. Birinci Dünya Savaşı başladığında aileye en son katılan seferberlik çocuğu Sefer’le birlikte 8 kişilik bir ailenin üçüncü çocuğu olan Dinamo’nun ailesinden savaş bittiğinde geriye sadece üç kişi kalacaktır. Kendisi ve iki kız kardeşi, annelerinin ölmeden kısa bir süre önce kendilerini yetimhaneye yerleştirmesi sayesinde hayatta kalabilmişlerdir.
Avrupa’da emperyalist çıkar hesapları yapılıp savaş tamtamları çalınırken Osmanlı’nın tepesinde bulunan İttihat ve Terakki yöneticileri de emperyal hevesler ve hayallerle Almanya’nın yanında savaşa katılma kararı alırlar. Yıllarca süren sonu gelmez Yemen savaşı ve ardından gelen Balkan savaşında binlerce yoksul asker ölmüş, Osmanlı siyasi, askeri, ekonomik çöküntünün içerisine girmişken, bu yeniden paylaşım savaşında yer almak akılsız bir maceracılıktan başka bir şey değildir. Nitekim Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olan İttihatçılar, milyonlarca insanı yıllarca sürecek korkunç bir açlık ve sefaletin içine sürüklemişlerdir.
Temel Çavuş (Dinamo’nun babası Ahmet Çavuş) 7 yıl Yemen çöllerinin sıcağında kavrularak savaştırıldıktan sonra şans eseri hayatta kalarak ailesine dönmeyi başarmıştır. Temel Çavuş döndükten sonra, şanslarını önce İstanbul’da sütçülük yaparak deneyen aile, ineklerinin ölmesinin ardından toparlanamamış ve mecburen Trabzon’a dönmeye karar vermiştir. Ancak Gülcemal vapurunda karşılaştıkları bir akraba sayesinde memlekete dönmek yerine şanslarını Samsun’da tütün işçiliği yaparak denemeye karar verirler. Ne var ki bataklık kenarında kurulu köyde sıtma tüm aileyi ele geçirir. Çocuklarını sıtmaya kurban vermemek için Temel Çavuş başka geçim yolları arar. Nihayet Yanko Efendi adında bir Rum’dan içinde kulübe olan bir bahçeyi kiralayarak oraya yerleşirler. Temel Çavuş, en büyük çocukları Ali ve karısı Şakire geceli gündüzlü bahçede çalışırlar. Yoksul sofralarının tek yemeği kuymak dedikleri mısır unu lapasıdır. Bütün umutları bu bahçeden elde edecekleri mahsuldedir. Ya başarısız olacak ve bir kez daha sefaletin kucağına sürüklenecekler ya da hiç olmazsa karınlarını doyuracak, hatta çocuklarını okutacak olanağa kavuşacaklardır. Yemen cephesinde gösterdiği yararlılık nedeniyle Çavuşluğa yükseltilen Temel Çavuş, cepheden döndüğünde gündelik yaşamın gailesiyle uğraşan halk için kahramanlık hikâyelerinin hiçbir önemi olmadığını fark eder. Dinamo, babasının ağzından savaşı sorgular:
“İşte, biz de vaktiyle Yemen çöllerine bu koyunlar gibi sürüldük, dedi. Araplarla çölün sıcağı, tifo, diş hastalıkları, dizanteri canimuza okudu. Yüzlerce Trabzonlu hemşerimizi kumlara gömdük. Bizum tönmemuz bile bir mucizedur uşağum. İnşallah, bundan böyle bir savaş çıkmaz da küçükleri okuturuz. İki yakamız bir araya gelur. Biz gidup cephede savaşırken beride herkes kesesini doldurup zengin olayi. Ben, Yemen’de yedi yıl kalıp geri döndüğümde memlekette oğullarını askere vermeyen zenginlerin bir kat daha zenginleştiklerini gördüm.”[*]
Bin bir emek ve kaygıyla geçen ayların ardından ilk mahsullerini alan ailenin sofrasına yıllar sonra ilk kez biraz sebze girmiş, geleceğe dair cılız da olsa bir umut ışığı yeşermeye başlamıştır ki bir cihan harbi çıkacağı söylentileri bu sevince gölge düşürür. Bu arada henüz savaş söylentileri dolaşırken İttihat Terakki, savaş sonuna kadar sayısı bir milyonu geçecek olan Rum tehcirini de başlatmıştır. Dinamo, Rumların tehcir edildiğine bizzat tanık olmuştur. Bu önemli gerçeğe de değinir romanında. Yine Temel Çavuş’a söyletir ilerleyen yıllarda yaşanacak gerçekleri:
“Allah hepimizun yardımcısı olsun, uşaklar. Bu gavurcukların sürgünü onlar gibi bizum da canumuzi yakacak. Onlar gidince İttihatçı pokyedibaşilari gelup bu topraklara el koyacak. Bir yağmadır gidecek. Bizi de, aradan çok geçmez, bu güzel bahçelerden atarlar. Artık, Yanko Ağa da, onun vekili de bu bahçelere sahip olmaktan çıkayi. Boğun yarın, yeni bahçe sahipleri kapiya dayanur. Allah vere de bu iş biraz daha geç olsa. Ben, burda olmazsam yalvarıp yakarirsunuz, bobamuz askerdur, vetani kurtarmaya gitti dersunuz. Belki size bir acıyan çıkar. Ama hiç sanmam. Bütün geride kalanlar cephedekilerin mallarini yağmalarlar. Cepheden kaçmanun yolini bulan hem canini kurtarır, hem de haram mal mülk edinerek zengin olur. Hükümet bedel alayi. Benum da hazırda üç beş kuruşum olaydı ben de bedel verip hem askerden, hem de ölümden kurtulurdum. Yalağuz ben elmemekle kalmam, sizin de caninuzi kurtarırdum. Şimdi, halimuz, iki uci pokli bir deynek; çıkabilirsen çık işin içinden!”
Bir süre sonra savaş söylentileri gerçek olur ve 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilan edilerek Temel Çavuş askere çağrılır. Resmi makamlar için Temel Çavuş’un Yemen’de 7 yıl askerlik yapmasının hiçbir önemi yoktur. Seferberlik Kanunu acımasızdır. Kırk yaş altındaki bütün erkekler bu “kutsal savaş”a gitmek zorundadırlar. Asker kaçaklarının cezası ölümdür, çaresiz gidecektir. Giderken 15 yaşındaki oğluna emanet eder aileyi. Çoluk çocuğu sahipsiz bırakmaması için bir sürü nasihat sıralar. Ali babasının öğütlerini tutacağına söz verir, tutar da. Kardeşlerini ve annesini aç bırakmamak için var gücüyle çalışmaya koyulur. Ama bütün bu çaba, edilen bütün bu nasihatler devletin yasaları karşısında çaresiz kalacaktır. Henüz 15 yaşını süren çocuk Ali askere alınıp bahçelerine İttihat ve Terakki kodamanlarından bir aile el koyacak, çaldıkları devlet kapıları yüzlerine kapanacak, Temel Çavuş’un ailesi binlerce başka aile gibi aç biilaç ortada kalacaktır.
Şakireler için ilk felâket Temel Çavuş’un Sarıkamış’ta öldüğü haberiyle başlar. Son yıllarda AKP iktidarı tarafından bir kahramanlık destanına dönüştürülmeye çalışılan Sarıkamış’ın tam bir bozgun ve felâket olduğu gerçeğiyle karşılaşırız romanda. Sarıkamış felâketinden sağ kurtulan Ömer Çavuş’un bir gün aileyi ziyaret ederek yaşananları anlatmasıyla öğreniriz gerçeği. Yüz bin asker üzerlerinde yazlık asker giysileriyle Aralık ayının soğuğunda Erzurum’da toplanır. Aslında daha Erzurum’a varabilmek için günlerce süren yürüyüş sırasında başlamıştır açlık, soğuk ve hastalıktan ölümler. Erzurum’a varabilen askerler yorgun ve perişan durumda bulunmalarına ve halen yazlık giysileri içinde olmalarına rağmen saldırı emri verilmiş, Allahüekber dağlarına tırmanış başlamıştır. Amansız tipi ve soğuk daha tek bir kurşun atmaya fırsat bırakmadan yüz bin kişilik orduyu kırıp geçirir. Binlerce askeri göz göre göre ölüme gönderenler donarak öldükleri için şehit saymazlar askerleri. Böylece Şakire, ancak ekmek almaya yetebilecek şehit maaşından da mahrum kalır.
Temel Çavuş’un ölüm haberinin gelmesinden birkaç ay sonra Şakire son çocuğunu dünyaya getirir. O bir seferberlik çocuğudur ve adını Sefer koyarlar. 1915 yılının son günlerinde Ali’nin de cepheden ölüm haberi gelir. Şakire’nin evi ocağına ateş düşen on binlerce evden biridir. Hasan İzzettin Dinamo, oğlunun ölüm haberini alan Şakire’nin ağzından emperyalistlerin çıkarları için öldürülen milyonların isyanını verir:
“Ali’m, sen de mi eldun, Ali’m? Artık dünyada yok misun, Ali’m? Bobanla birlikte Cennete mi uçup gittunuz? O yemişi bol, yiyeceği bol yere giderken bizum bu yeryüzünde bu ufacuk uşaklarla açluktan gebereceğumuzi hiç tüşünmedinuz mi? Eğer o cennete bizum açluktan eleceğumuzi hiç tüşünmeden salt keyfunuz için gittiysenuz öbür dünyada şu iki elum yakanuzda kalsun. Ama bileyrum, sizleri oraya bizum sağluğumuzi, elumumuzi hiç tüşunmeyen kişiler gönderdi. O harbi çıkaranları yakalarsam şu ellerumla boğardum, alimallah. Onların ne hakkı var bizleri eldurmeye? Elumu çok seveyseler gitsun kendilerini cehennemun katran kazanlarina atsunlar? Bizden ne isteyiler? Ufacık toprağumuzdan bir kaç kuru lokma çıkarmak uğrine eşek gibi çalişup duran bizlerden ne isteyiler? Biz, onlarun kurbanluk koyunlari miyuz?”
Temel Çavuş ve oğlu Ali’nin savaşta ölmesi, bahçelerine el konulması ile hiçbir geçim kaynakları kalmayan bir kadın ve altı küçük çocuk için hayatta kalma savaşı asıl şimdi başlamıştır. Hasan İzzettin Dinamo’nun bu açlık yıllarını anlattığı sayfaların her satırı bir tokat gibi çarpar insanı. Savaş yıllarını Samsun’da geçirdiği için orada yaşananları anlatmıştır, ancak aslında anlattığı bütün bir Osmanlı coğrafyasıdır. Savaşa sürdüğü askerlerin dahi erzak ihtiyacını karşılayamayan Osmanlı yönetimi, cephe gerisinde milyonları kendi kaderine bırakmıştır. Bir tarafta savaşın daha da zenginleştirdiği küçük bir azınlık varken diğer tarafta ölüm kalım mücadelesi veren milyonlar vardır. Bu hayatta kalma mücadelesinde eğitimsiz, doktorsuz ve cehalet içinde bırakılan milyonların açlık savaşı “altta kalanın canı çıksın” şeklindedir. Bu savaşta altta kalanlar en çok kadınlar ve çocuklardır. Bu savaşı Şakire’nin ağzından şöyle anlatır Dinamo:
“Şu bizum halımızda yaşamak yiğitliktur Musa’m. İşte, biz bu yiğitluğu sınayacağuz. Kahramanluk salt siperlere sinip düşmana kurşun atmak değildir. Şu bizum halımızda açlukla pençeleşerek oni yenmeye çalışmak ta kahramanlıktur. Buna yaşamak kahramanluğu derler, Musa’m. Bu, siperde düşmanla vuruşmaktan bin kat daha zordur. Bobanun, ağbeyunun yerine askere beni alsalardı seve seve giderdum. Orda insan ölürse bir kez ölür. Oysa burda her gün, her sabah, her akşam bir kez eleyruz. Bu öbüründen daha çok zalum.”
Açlık günlerinin ilk kurbanı Musa’nın kardeşi Hüseyin olur. Yanağında çıkan bir çıban, gidecek doktor olmadığı için zamanla büyür ve öldürür Hüseyin’i. Sokaklar başıboş dolaşan köpekler ve çocuklarla doludur. Çocuklar köpek boku toplayarak tabakhanelerde satarlar, böylece evlerde bir lokma ekmek bekleyen kardeşlerini, annelerini açlıktan kurtarmaya çalışırlar. O sıralar 7 yaşını süren Musa da bu işi yapmaya karar verir. Ama köpek boku toplamak da bir ölüm dirim kavgasına dönüşecektir. Belediyenin mahallede başıboş dolaşan köpekleri zehirlemesi çocukların toplayabildiği köpek boku miktarını azaltacaktır. Daha iri çocuklar, diğerlerinin bu yolla üç kuruş da olsa kazanmasını önlemek için kavga çıkaracak, böylece cılız ve küçük Musa bu işten de mahrum olacaktır. Musa’nın ailesinde ikinci kurban, açlığın bedenini zayıf düşürdüğü kız kardeşi Fatma olur. Yine gidecek bir doktor olmadığından, nedenini bilemedikleri baş ağrılarıyla kıvranarak yaşama gözlerini kapatır Fatma. Açlık sadece Musaların evinden almaz kurbanlarını. Her yerde aynı manzara yaşanmaktadır:
“Fatma’yı imamla tek başına mezarlığa götürdüğünde şaşırmıştı. Açılmış kocaman bir mezarın başında on beş, yirmi kadın ve yaşlı erkekle on tane çocuk ölüsü bekliyordu. Bunların hepsi belediyece gömdürülecek şehit ailelerinin çocuklarıydı. Fatma’nın ölüsü de gelince mezarcılar irili ufaklı, kızlı erkekli çocuk ölülerini birer birer mezara indirip toprağın üzerine yan yana dizmeye sonra üzerlerine tahta dizmeden toprak atmaya başladılar. Bir yığın çocuk bir daha kalkıp oynamamak, ekmek istememek, cıvıldaşmamak, kavga etmemek üzere bir tek mezara atılmıştı. Bu, Şakire’nin çok gücüne gitti. İçinde korkunç bir hınç kabarmıştı.”
Açlık, beraberinde salgın hastalıkları da getirir. Kolera, tifo ve tifüs yüzlerce can alır. Açlıktan ölmemenin bir başka yolunu bulur yoksullar. Salhanede kesilen hayvanların atılan bağırsaklarını toplayıp yemeye başlarlar. Salhanenin önünde çocuklar ve köpekler atılacak olan bağırsakları birlikte beklerler. Musa da elinde kovasıyla sırada bekleyenlerdendir. Ancak aileyi ölümden kurtaran bu “ziyafet” birkaç ay sürer. Açlığın daha da büyümesiyle daha çok sayıda insan salhaneden bağırsak toplamaya gelir. Artık kovasını yeterince dolduramayan Musa bir süre sonra toplayabildiklerini de kendisinden yaşça büyük çocuklara kaptırır. Yaşanan tam bir ölüm kalım savaşıdır. Açlık ve yokluğun insanlıktan çıkardığı yüzlerce insan hayatta kalabilmek için bir başkasının ölümü pahasına son lokmasını elinden almaya çalışmaktadır. Ancak bir süre sonra salhaneden artık hiç bağırsak çıkmaz. Yoksulları ölümden kurtaran bu bağırsakların işe yaradığını fark eden salhane sahipleri bunları kendileri alıp satmaya başlarlar. Eve giren tek yiyecek olan bağırsaklar da girmez olunca 5 kişi kalmış olan aileyi daha da karanlık günler beklemektedir. Hasan İzzettin’in deyişiyle açlığın kapkara uçurumuna yuvarlanırlar. Kadınlar ve çocuklar yenebilecek otları toplayarak hayatta kalmaya çalışırlar. Tuz bile bulunamayan bir lükstür. Deniz suyunu kaynatıp tuz çıkararak, haşladıkları otları yenebilir hale getirmeye çalışırlar.
Musa’nın ailesinde açlığın son kurbanı seferberlik çocuğu Sefer’dir. Doğduğu günden itibaren annesinin açlıktan kurumuş memesinden doğru düzgün süt gelmediği için yeterince beslenemeyen Sefer, daha ayakları üzerinde yürüyemeden bu dünyadan göçüp gider. Ölülerin sayısı o kadar çok artmıştır ki, mezarlıklar dolmuş, belediye ölüleri kaldırmaya yetişemez olmuştur. Artık Sefer’in mezarlıkta dahi bir yeri olmayacaktır. Belediye ekiplerinin gelmemesi üzerine çaresiz kalan Şakire, evlerinin biraz ilerisinde açtığı bir çukura kendisi gömer evladını.
Savaş başlayalı üç yıl olmuş, Rusya’da devrim olduğu haberi her yere ulaşmıştır. Devrimden sonra Rus ordularının Karadeniz’den Batum’a doğru geri çekilmeye başlaması üzerine Şakire, çocuklarını yetimhaneye verip kendisi Akçaabat’a dönmeye karar verir. Çocukları yetimhanede hiç olmazsa açlıktan ölmekten kurtulacak, kendisi de memleketinde hayatta kalmanın bir yolunu bulacaktır. Ama can pazarının yaşandığı günlerde en değersiz şey yoksulların canıdır. Ölüm, açlık ya da hastalıkla her gün yüzlerce yoksulu alıp götürdüğünden artık sıradanlaşmıştır. Şakire de koynuna sakladığı birkaç kuruşu fark eden hasta bakıcı tarafından iğneyle öldürülerek, savaşın Temel Çavuş ailesinden kopardığı son kurban olur. Evet, birkaç kuruş için öldürülmüştür Şakire. Onun gibi onlarca yoksul cenazesi hastanelerden kimsesizler mezarlığına taşınırken, bu ölümlerin peşine düşecek, hesabını soracak hiç kimse yoktur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 2,5 milyon askeri cephelere sürdüğü Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sona erdiğinde ne siperlerde, ne de cephe gerisinde ölen insanların sayısını tam olarak vermek mümkün değildi. Ancak çeşitli kaynaklara göre savaşta nüfusuna oranla en çok kayıp veren ülkelerden biri Osmanlı İmparatorluğu idi. Savaş başladığında 22 milyon nüfuslu imparatorlukta sivil ve asker ölümlerin sayısının yaklaşık 3 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bunların 2,5 milyon kadarı sivil kayıplardır.
Bugün de dünyamızda bir savaş var. Egemenler adına ne derlerse desinler, bugün de yaşanan bir emperyalist paylaşım savaşıdır. Emperyalist paylaşım savaşlarının kurbanları geçmişte olduğu gibi bugün de yoksullardır, işçi ve emekçilerdir. Bugünün işçi, emekçi kuşakları egemenlerin ağzından dökülen savaş menkıbelerine kanmak yerine, geçmişe bakarak savaşın gerçek yüzünü öğrenmelidirler. İşte Hasan İzzettin Dinamo’nun Savaş ve Açlar kitabı bu gerçeğe ışık tutan kaynaklardan biridir.
[*] Hasan İzzettin Dinamo, Savaş ve Açlar, Heyamola Yay.
link: Demet Yalçın, Emperyalist Savaşın Gerçek Yüzü: Savaş ve Açlar, 30 Ekim 2019, https://marksist.net/node/6776
Ekonomik Kriz ve İşçi Sınıfının Gençleri
Savaşta Kimler Ölüyor?