Latin Amerika, bundan tam 40 yıl önce, tüm dünyada büyük bir yankı uyandıran bir devrime sahne oldu. Somoza diktatörlüğünün zulmü altında inleyen Nikaragua’da ayağa kalkan emekçi kitleler, on binlerce ölü pahasına verdikleri direngen bir mücadelenin ardından, 1979 Temmuzunda bu diktatörlüğü yerle bir ettiler. Nihayetinde Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesinin (FSLN) iktidarı almasıyla sonuçlanan bu devrim, ABD’nin arka bahçesi olarak nitelenen bir ülkede gerçekleşmesi sebebiyle de ilgi odağı oldu. Ne var ki, yıllardır diktatörlüklerin zulmü altında inleyen Latin Amerika’dan yükselen bu ışık yanılsamalı bir parlaklık da yarattı ve bu parlaklıktan gözleri kamaşan sosyalist hareketin geniş kesimleri Sandinist hükümeti “sosyalist bir iktidar” payesi vererek kutsadılar. Bu süreç sosyalist harekette çeşitli bölünmelere yol açacak kadar ciddi sonuçlar doğurarak ilerlerken, nihayetinde FSLN 1990’da gerçekleştirilen seçimleri kaybederek iktidardan düştü. Bu durum kuşkusuz sadece bir zamanlar gözleri kamaşan kesimlerde değil FSLN’yi destekleyen Nikaragualı emekçi kitlelerde de büyük hayal kırıklıkları yarattı.
İşçi devrimi, işçi devleti, işçi sınıfının öncü örgütü ve müttefiklerinin yanı sıra anti-faşist, anti-emperyalist mücadele konularında olumsuzundan önemli bir tarihsel deneyim oluşturan bu devrim, FSLN liderlerinden Daniel Ortega’nın bugüne uzanan iktidarı bağlamında da pek çok ders içeriyor. Zira Nikaragua şimdilerde de yükselen kitle hareketleriyle ve Ortega liderliğindeki hükümetin saldırıları ve yolsuzluklarıyla sıkça gündeme gelmeye devam ediyor.
Bu yazımızda Somoza diktatörlüğünü, ona karşı yükselen muhalefetin çeşitli sınıflar bağlamında aldığı biçimi ve devrimci süreç boyunca gelişen durumu ele alacağız. Sandinist hareketin gelişimini özetlerken, onun iktidarı ele geçirdikten sonra yaptıklarını irdeleyeceğiz. Bu devrimin uluslararası sosyalist hareketteki yankılarına ve yarattığı yanılsamalara da değineceğiz. Yazımızın son bölümünü ise 2006 seçimlerini kazanarak Daniel Ortega başkanlığında tekrar iktidara gelen ve bugün de iktidarda bulunan FSLN hükümetinin yakın dönem politikalarına ayıracak ve bu politikalarla birlikte onun sınıf doğasını değerlendireceğiz.
Amerikan işgalinden Somoza diktatörlüğüne
Amerika kıtasının Avrupa’nın yağmacı egemenleri tarafından keşfedilmesiyle birlikte yüzyıllar boyunca devam edecek bir sömürgeci zulme ve talana maruz kalan bölgelerden biri de Orta Amerika’da yer alan Nikaragua’ydı. 300 yıl boyunca İspanyol sömürgesi olarak kalan, 1821’de bağımsızlığını kazanan fakat kısa bir süre sonra Amerikalı bir sömürgecinin diktatörlüğü altına giren bu ülke, bu diktatör def edildikten sonra da “huzura” eremedi. İki büyük toprak sahibi aile arasında yürüyen ve pek çok kez iç savaş biçimini alan kanlı mücadeleler, ülkenin 1860’lardan sonraki tarihine de uzun süre damgasını vurdu.[1]
Bu arada, kuzeyle güney Amerika arasındaki stratejik konumu nedeniyle ABD’nin eli ve gözü de Nikaragua üzerinden hiç ayrılmıyordu. Amerikan sermayesinin bu ülkedeki gücü başta bankalar olmak üzere hızla artmaktaydı. Askeri üslerle pekiştirilen bu güç, 1921’de ABD’nin Nikaragua’yı tamamen işgal etmesiyle yeni bir aşamaya ulaştı. Ancak bu, Muhafazakâr Parti yönetimiyle işbirliği halindeki ABD egemenliğine karşı “Liberal” burjuvazinin ve yoksul köylülerin tepkisinin giderek yükselmesine yol açtı. ABD’ye karşı yükselen tepkiye öncülük eden Augusto Cesar Sandino, 1927’de örgütlediği gerilla hareketiyle maden işçilerini ve köylüleri seferber ederek ABD’ye ciddi kayıplar verdirmeyi başardı. ABD’nin 1931’de askerlerini çekmesini takiben gerçekleştirilen seçimleri Liberal Sacasa ailesinden biri kazanarak başkan oldu. Bunun ardından Sandino da silahlı mücadeleyi bırakma sözü verdi ve dağlarda köylü kooperatifleri kurmaya yöneldi. Ne var ki, 1934’te, Ulusal Muhafızların başındaki Somoza’nın emriyle katledildi. Sandino ve Somoza adları, Nikaragua’nın bundan sonraki 45 yılına kalıcı bir şekilde damgasını basacaktı.
Sacasa ailesine damat olduktan ve işgalci Amerikan güçleriyle yakın ilişkiler geliştirdikten sonra hızlı bir yükseliş yaşayan Anastasio Somoza Garcia, Ulusal Muhafızın başına da bu ilişkileri sayesinde getirilmişti. Somoza Sandino’yu katlettikten sonra köylü kooperatiflerini de yakıp yıktı ve ABD’nin itaatkâr köpeği olduğunu kanıtlayarak girdiği 1935 seçimlerini Ulusal Muhafızın zorbalığı sayesinde kazanarak başkan oldu. Liberal Partinin egemenliğini de bu zorbalıkla ele geçiren Anastasio Somoza Garcia’nın ölümünden sonra iki oğlu üzerinden devam edecek olan 44 yıllık Somoza diktatörlüğü böylece başlamış oluyordu.
İktidarda kalmak için başkanlık süresi üzerindeki sınırlamaları kaldıran ve yasalarla dilediği gibi oynayan Somoza yönetimi, anayasa, parlamento, partiler, seçimler gibi düzen kurum ve araçlarının sözde yerinde durduğu bir demokrasi görüntüsü çiziyordu. Bu “demokrasi” imajı, ABD ve Avrupa’yla kurulan ilişkiler açısından tüm tarafların işine geliyordu. Oysa bu kurumları içini boşaltarak tümüyle keyfi iktidarının araçları haline getiren, elinde tuttuğu politik güç sayesinde inanılmaz bir ekonomik güç de elde eden, kendisi-ailesiyle birlikte başta Ulusal Muhafız olmak üzere çevresindekileri de abat eden Somoza yönetimi, zorbalıkta sınır tanımayan çıplak bir burjuva diktatörlüktü. Ulusal Muhafız tam bir suç ve vahşet makinesiydi. Somozacı devletin bekası açısından kilit bir rolü olan bu aygıtın unsurları, uyuşturucudan fuhuşa, karaborsadan kumara her türlü mafyatik işin doğrudan merkezinde yer alıyorlardı. Başlarında ise Somoza vardı.
Bir avuç büyük toprak sahibinin toprakların çok büyük bir bölümüne sahip olduğu, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin ise topraktan yoksun oldukları bu ülkede ezenlerle ezilenler arasında korkunç bir eşitsizlik söz konusuydu. Ekonomi esas olarak kahve, pamuk ve şeker ihracatına dayanırken, kentlerdeki emekçiler kıtı kıtına beslenebiliyorlardı. Devleti özel mülkü olarak görüp Hazine’nin içini dilediği gibi boşaltan, verilen ihalelerden, sermaye yatırımlarından ve devletle görülen her türlü işten komisyon alan Somoza ise olağan koşullarda asla edinemeyeceği on milyonlarca dolarlık bir servete kavuşmuştu.
Aydınların ve yoksul emekçilerin nefret ögesi haline gelen bu diktatör 1956 Eylülünde katıldığı bir eğlencede muhalif bir ozan tarafından vurularak öldürüldü. Ne var ki bu diktatörün ölümü Somoza ailesinin diktatörlüğünün son bulduğu anlamına gelmeyecekti. Burjuvaziyle rejim güçleri arasındaki anlaşmayla büyük oğul Luis Somoza Debayle yeni başkan olarak babasının koltuğuna oturacak, küçük oğul Anastasio Somoza Debayle ise Ulusal Muhafızın başına getirilecekti.
Luis Somoza’nın iktidar dönemi babasına göre kısa sürdü, zira kendisi 1963’te öldü. Aradaki iki kukla başkanın ardından ise 1967’de ikinci oğul Somoza koltuğa oturdu. Anastasio Somoza Debayle başkan “seçildikten” sonra muhalefete yönelik büyük bir saldırı harekâtına girişecekti. Öğrencilerin, işçilerin, köylülerin sesinin azgın bir Ulusal Muhafız terörüyle, tutuklamalarla, işkencelerle bastırılmaya çalışıldığı yeni iktidar döneminde Somoza ailesinin ekonomik gücü de doruğa çıkacaktı.
1972’de başkent Managua’yı yerle bir eden, 20 bin kişinin ölümüne ve 200 bine yakın insanın evsiz kalmasına yol açan büyük deprem, ekonomiye de ağır bir darbe indirdi. Yaşanmakta olan ekonomik krizi daha da ağır hale getiren bu deprem, yıkılan tesislerle sanayiyi felç ederken, evsiz ve işsiz kalan emekçileri ağır bir yıkıma sürükledi. Somoza ise bu felâketten çok yönlü bir kâr kapısı olarak yararlandı. Bir yandan depremden harap duruma düşen yoksul Nikaragua halkı için bütün dünyadan akan 180 milyon dolarlık yardımı iç ederken, bir yandan da inşaat ve bankacılık sektörüne atıldı. İnşa edilecek yeni konutlar ve tesisler için kredi gerekecekti ne de olsa!
Somoza tüm ülkeyi kendi çiftliği gibi yönetiyordu. Ancak tüm bunlar, emekçilerin öfkesinin yeraltında biriken volkanik güçler gibi birikmesine de yol açmaktaydı. Bu mafyatik-oligarşik rejimin icraatları giderek tüm toplum kesimlerindeki tepkiyi büyütüyordu. Büyüyen bu tepki, birkaç yıl sonra patlak verecek devrime önderlik edecek olan Sandinistlerin etki alanının da genişlemesini sağlayacaktı.
Sandinist hareketin doğuşu ve devrime ilerleyen süreç
Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN), Nikaragua Sosyalist Partisi (PSN)[2] içindeki bir grup öğrencinin, SSCB yanlısı bu reformist partinin Somoza rejimi karşısında aldığı pasifist tutuma tepki göstererek bu partiden ayrılmalarının ardından kurulmuştu. 1962’de ortaya çıkan öğrenci ağırlıklı bu küçük-burjuva hareket, Sandino’nun 1920’lerde ABD işgaline karşı yürüttüğü mücadeleden ve Küba devriminden esinlenerek gerillacı bir yönelime girmişti. İlerleyen yıllarda Vietnam’da verilen mücadeleden de etkilenerek programını Mao’nun “uzun süreli halk savaşı” stratejisine oturtan bu örgüte göre, esas olan kırda üslenen gerilla birliklerinin mücadelesiydi. Şehirlerde oluşturulacak üsler ve kitle desteğiyse kırın gücünü arttırmak için yararlanılacak ikincil unsurlar olarak görülüyordu.
1969 yılında yayınladığı “tarihsel program”da FSLN’nin stratejik hedefi, “diktatörlüğün askeri ve bürokratik aygıtını parçalayarak siyasal iktidarı ele geçirmek ve işçi-köylü ittifakına ve ülkedeki tüm yurtsever, anti-emperyalist ve anti-oligarşik güçlerin birliğine dayanan devrimci bir hükümet kurmak” olarak koyulmaktaydı. Buna göre Sandinist halk devrimi, “yeni-sömürge” olarak adlandırılan bu ülkede kuracağı “devrimci halk iktidarı”yla, “baskının, geri kalmışlığın olmadığı; özgür, ilerici ve bağımsız bir Nikaragua” yaratacaktı.[3] Sandinist liderliğin gerillacı radikal söylem ve pratikle örtülediği şey aslında demokratik bir burjuva rejimdi. “Sosyalist aşama” ise çok uzak bir geleceğin işi olarak görülüyordu. Nitekim, zaten pek sık telaffuz edilmeyen sosyalist/anti-kapitalist vurgular, devrimin yaklaştığı dönemde tümüyle bir kenara bırakılacaktı.
1970’e gelindiğinde, dağlarda üslenip kurtarılmış bölgeler yaratmaya odaklanan bu gerilla hareketinin gücü ve etkisi halen son derece sınırlıydı. Devrimin öznesi olarak işçi-emekçi sınıfları değil gerilla örgütünü gören bu çizgi, hareketi ülkenin ana merkezlerinden uzakta tecrit olmaya itmişti. Üstelik askeri hedeflere yönelik her bir saldırının ardından ağır darbeler alınıyordu. Bu durum örgütü 1970-74 arasında askeri eylemleri durdurma kararı almak zorunda bıraktı.
1974 sonunda toparlanıp yeniden harekete geçmeye karar verdiğinde liderlik içinde ciddi bir tartışma baş gösterdi ve kendisini “Proleter Eğilim” olarak adlandıran bir grup ortaya çıktı. FSLN’nin yaşadığı başarısızlıkları ve ülkenin geçirdiği toplumsal değişimi değerlendirerek, buradan yeni bir yönelime gidilmesi gerektiği sonucu çıkaran “Proleter Eğilim”, gerilla ordusunun kentlerdeki işçi sınıfından tecrit olduğuna dikkat çekiyor ve askeri mücadelenin politik mücadeleye tâbi olması gerektiğini savunuyordu.
Bu durum aslında kapitalist gelişmenin değişime uğrattığı nesnel koşullarla son derece bağlantılıydı. Zira dünya kapitalizminin hızlı bir gelişim gösterdiği 1960’lı yıllarda Nikaragua da önemli bir dönüşüm sürecine girmişti. Bu geri tarım ülkesinde sanayinin gelişmeye başlaması, sanayi burjuvazisi kadar proletaryanın da güçlenmesi anlamına geliyordu. Küçük köylülük toprağını yitirme ya da ürettiğiyle karnını doyuramama sürecinin ilerlemesine paralel olarak büyük bir hızla çözülüyor, yoksul köylülerin bir kısmı tarım proletaryasına dönüşürken bir kısmı da kentlere akıyordu. Bu göçle birlikte kır-kent dengesi değişiyor, kentlerin etrafı gecekondu mahalleleriyle kuşatılıyordu. Sınıfsal çelişkilerin giderek derinleştiği bu yıllarda öğrenci hareketinin yanı sıra işçi hareketi de canlanmaya başlamıştı. İşte “Proleter Eğilim” bu değişimi de gözlemleyerek, devrimde proletaryanın rolüne ve partinin proleter bir nitelik taşıması gerektiğine yönelik vurgulara ağırlık vermeye başlamıştı. Ne var ki yaşanan tartışmalarda bu eğilim azınlıkta kaldı ve ihraç edildi.
1976 yılında Daniel Ortega liderliğinde üçüncü bir eğilim ortaya çıktı. “Tercerista” (Üçüncü Yol) olarak anılan bu eğilim, Nikaragua’da devrimci durumun yaşanmakta olduğunu ve gerilla mücadelesinin ateşleyeceği bir silahlı ayaklanmayla FSLN’nin iktidarı ele geçireceğini savunuyordu. Gerçekleştirilecek devrimde Somoza karşıtı burjuvaziyle ittifakı ve bu devrimin ardından bunlarla birlikte “demokratik halk hükümeti” kurulmasını savunan “Üçüncü Yol”, FSLN merkezi liderliği içinde giderek baskın hale gelecekti.[4] Aslında söz konusu eğilimler arasında, gerçekleştirilecek devrim ve kurulacak iktidarın niteliğine dair bir ayrışma söz konusu değildi. 1969 programında ortaya konan “demokratik halk iktidarı” hedefinde herkes hemfikirdi; tartışma ve ayrışma ona giden yolda izlenecek strateji ve taktikler konusundaydı.
1976 yılına gelindiğinde, Somoza’nın askeri operasyonlarıyla çok ağır bir darbe alan FSLN’nin az sayıda militanı kalmış ve bunlar da dağlara çekilmişti. Ne var ki 1977’de ABD’nin baskısıyla olağanüstü halin kaldırılmasının ardından toplumsal muhalefet dört bir cepheden fışkırmaya başlayacaktı. Buna burjuva muhalefet de dâhildi.
Somoza diktatörlüğünün tüm zorbalığına karşın, Nikaragua burjuvazisi çok uzun bir süre boyunca, düzenin korunmasını güvence altına alan bu rejimle uzlaşmayı tercih etmişti. Ne var ki devletin Somoza ailesinin çıkarlarıyla özdeşleşmesinin yarattığı güvensizlik, muhalif burjuva kesimleri üretimden uzaklaştırıp sermayelerini yurtdışına kaydırmalarına yol açarken, bir taraftan da yeni politik arayışlara sevk ediyordu. Nitekim 1974’te, önce o yıl yapılacak seçimleri boykot etmek üzere bir araya gelen Somoza muhalifi burjuva kesimler, yıl sonunda Demokratik Kurtuluş Birliğini (UDEL) kurarak önemli bir politik çıkış gerçekleştirmişlerdi. Muhafazakâr Partide temsiliyet bulan milyoner bir aileden gelen, muhalif bir avukat ve “La Prensa” gazetesinin yayımcısı ve editörü olan Joaquin Chamorro’nun önderliğinde kurulan bu birlik, bazı sermaye örgütlerinin, aralarında Nikaragua Sosyalist Partisinin de bulunduğu çeşitli politik partilerin, işçi sendikalarının vb. oluşturduğu burjuva bir muhalefet cephesiydi.
1977 Kasımında La Prensa gazetesinde, burjuva sol bir programı savunan 12 rejim muhalifinin imzasıyla bir çağrı yayınlandı. Çağrı, rejimin karşısına demokratik bir alternatifle dikilmeyi savunmaktaydı. “Onikiler” olarak anılan bu burjuva-aydın grubu, yaptığı açıklamada, FSLN’nin Somoza diktatörlüğüne karşı oluşturulacak bir alternatifin içinde mutlaka yer alması gerektiğini savunuyordu. Ne var ki rejimin buna yanıtı, iki ay sonra Chamorro’yu bir suikastle katletmek oldu. 1978 Ocağında gerçekleşen bu suikast muhalefeti sindirmek yerine birbirine kenetledi ve devrim ateşini de harlamış oldu. O dönemde nüfusu 2,3 milyon civarında olan Nikaragua’da, Chamorro’nun cenazesine 100 bini aşkın insan katıldı. Çeşitli yerlerde isyanlar patlak verdi. Saldırıya geçen Somoza ise bir haftada 5 bin kişiyi katletti. UDEL’in buna yanıtı, Somoza’nın istifası talebiyle genel grev çağrısında bulunmak oldu. Sermaye örgütlerinden biri olan COSEP’in de desteğiyle 24 Ocakta gerçekleşen ve 17 gün süren genel greve katılım Ulusal Muhafızın kanlı saldırılarına rağmen çok yüksekti. Kısa bir süre sonra ise FSLN düzenlediği garnizon saldırılarıyla dikkatleri üzerine çekecekti. Bu sırada Ulusal Muhafız Kurmay Başkanını kaçırıp öldürmesi, tansiyonu iyice yükseltecekti.
Halk içinde güçlü bir etkisi bulunan Katolik kilisesinin de desteğini alarak, 1978 Temmuzunda, Geniş Muhalefet Cephesi (FAO) adıyla bir burjuva cephe örgütlendi. Tüm burjuva muhalefetin, işçi konfederasyonlarının ve Sosyalist Partinin yanı sıra FSLN’nin “Üçüncü Yol” grubu da bu cephe içindeydi. Kuruluşundan kısa bir süre sonra FAO Somoza’ya görevden çekilmesi teklifiyle gitti. ABD aracılığıyla yapılan görüşmelerde Somoza’nın mal varlığına dokunulmayacağı, FSLN’nin dışında tutulduğu Muhafazakâr bir hükümet kurulacağı, Ulusal Muhafızın korunacağı garantisi veriliyordu. Fakat Somoza anlaşmayı kabul etmedi. FSLN’nin “Somozasız Somozacılık” olarak şiddetli bir şekilde eleştirdiği bu politika, “Üçüncü Yol”un, Onikiler grubunun, Sosyalist Partinin ve diğer bazı muhalefet unsurlarının FAO’dan ayrılmasına yol açtı.
Müzakereler ve ABD’den alınan destek yoluyla diktatörü derdest etme hayalleri hiç bitmeyen burjuva muhalefet, bu zihniyetle rejimin her türlü oyununa da kolayca geliyordu. Somoza çeşitli oyalama taktikleriyle zaman kazanmaya ve burjuva muhalefeti bölerek etkisiz hale getirmeye çalışıyordu ve bunda başarısız olduğu da söylenemezdi. Burjuva muhalefet ancak kitle hareketi yükseldiğinde ve FSLN’nin askeri eylemleri daha yüksek ses getirmeye başladığında daha ileri çıkışlar yapmaya cesaret edebiliyordu. Bu noktada ABD’nin takındığı tutum da son derece belirleyici olmaktaydı elbette. Özellikle Küba devrimine karşı Nikaragua’yı askeri üs olarak kullanan ABD açısından, Somoza diktatörlüğü, sol tehditlere karşı sonuna kadar korunması gereken bir müttefik olarak görülmekteydi. Bu ülke milyonlarca dolarlık silah satılan iyi bir pazardı aynı zamanda. Çıkıntılıklarının politik riskleri arttırdığı görüldüğünde Somoza bir şekilde yola getiriliyordu. Fakat işlerin iyice raydan çıktığı anlaşılmaya başlandığında bu kez muhalefet daha ciddi bir şekilde desteklenmeye ve yönlendirilmeye başlanmıştı. ABD, FSLN’nin giderek güç kazandığını ve onsuz bir geleceğin giderek imkânsız hale geldiğini gördükçe, onun etkisini çeşitli yöntemlerle kırmaya çalışıyordu. Somoza’yla iplerin kesilmemesi ve son ana kadar silah ve para akıtılmaya devam edilmesinin en temel nedeni buydu. Öte yandan FSLN burjuva muhalefet aracılığıyla da törpülenip düzene uyumlu hale getirilmeye çalışılıyordu.
1978 başlarından itibaren Kızılderililerin ayaklanmalarıyla, işçilerin, köylülerin ve öğrencilerin kitlesel eylemleriyle geçen bir yıl zarfında FSLN gecekondu mahallelerinde, fabrikalarda, plantasyonlarda yürüttüğü propaganda ve örgütlenme çalışmalarıyla güç kazandı. Ağustos sonunda Ulusal Saraya yapılan baskınla Somoza rejiminin önde gelen unsurlarının da içinde bulunduğu 500 kişiyi rehin alması ise en ses getirici eylemlerinden biri oldu. Aralarında bakanların ve Somoza’nın kuzeninin de bulunduğu rehineler, çok yüklü bir fidye, Tomas Borge’nin de içinde olduğu 82 FSLN’li tutsağın salıverilmesi ve bir basın bildirisinin radyo ve televizyondan okunması karşılığında serbest bırakıldı.
Toplumsal muhalefet yükseliyor ve bu işçi sınıfı cephesinde de kendini gösteriyordu. İşçi sınıfı grevlere büyük bir katılım gösteriyordu, fakat bu grevler bağımsız bir inisiyatifle değil burjuva cephe örgütlerinde alınan iş bırakma kararlarına binaen gerçekleştirilmekteydi. Ortada 1905 ve 1917 Rus devrimlerinde ortaya çıkan sovyetlere benzer iktidar organları olmadığı gibi, işçi sınıfının Bolşevikler örneğinde görüldüğü gibi bağımsız bir devrimci örgütü de bulunmuyordu. Bu durum işçi sınıfını ve yoksul köylülüğü burjuva ve küçük-burjuva önderliklere mahkûm kılarken, devrimin daha baştan itibaren bu önderliklerin elinde şekillenmesine yol açmıştı.
1978 Ağustosunda Geniş Muhalefet Cephesinin (FAO) yaptığı genel grev çağrısına çeşitli kentlerde %75 ilâ 90 arasında katılım oldu. Büyük ve küçük sermaye gruplarının destek verdiği ve katılım çağrısında bulundukları bu grev ilk haftasını doldurduğunda Somoza’dan bir karşı hamle geldi ve çağrıda bulunan sermaye örgütleri kapatılırken, 700’e yakın önde gelen işadamı da tutuklandı. FAO geri adım atarak grevi sona erdirme çağrısında bulunsa da, bu süreç toplumsal muhalefetin geldiği noktayı göstermesi bakımından önemliydi.
Eylül ayında başlıca büyük kentlerin askeri garnizonlarına yapılan saldırılarla başlayıp geniş bir bölgeye yayılan bir ayaklanmanın patlak vermesi de bunun bir ifadesiydi. Günler süren bu halk isyanı Somoza tarafından kanla bastırılacak ve 6 bine yakın emekçi Ulusal Muhafız tarafından katledilecekti. Fakat kentleri uçaklarla bombalayan ve en vahşi işkenceleri uygulayan Somoza rejimi, bu yaptıklarıyla bütün dünyanın tepkisini çekecek ve yalnızlığı bir kat daha artacaktı. Eylül ayaklanması halk kitlelerinin mücadelede önemli bir eşiği aştıklarının önemli bir göstergesiydi. Emekçi kitleler pek çok yerde ayaklanıyor, FSLN de bu tepkiyi yönlendirmeye çalışıyordu. Devrimin öngünlerinde gerilla sayısı 500’ü aşmayan bu örgüt, bununla birlikte yaygın bir kitle desteğine sahipti. Somoza’yı devirecek olan da gerilla eylemleri değil ayaklanan emekçi kitleler olacaktı. Nitekim devrimin ardından verdiği bir röportajda Humberto Ortega da şu sözleriyle bu gerçekliği itiraf edecekti: “Gerçek şu ki, biz her zaman kitleleri düşünmekle birlikte, onları, gerilla seferberliğinin Ulusal Muhafıza darbe indirmesini sağlayacak bir destek güç olarak gördük. Gerçekse tamamıyla farklıydı: Gerilla faaliyeti, düşmanı ayaklanma yoluyla ezen kitleler için destek görevi gördü…”[5]
1979’a girildiğinde devrimci mücadele alabildiğine yükselmiş ve FSLN içindeki üç eğilim (Proleter Eğilim, GPP ve “Üçüncü Yol”) birleşme kararı almıştı. Haziran ayına gelindiğinde ülkedeki devrimci atmosfer artık doruk noktasına varmıştı. Bir süredir artık ağır saldırılarla “taarruz” taktiklerine geçmiş olan FSLN’nin çağrıda bulunduğu genel grev ülkeyi felce uğratırken, başta başkent Managua olmak üzere çeşitli yerlerde daha örgütün ayaklanma çağrısı gelmeden ayaklanmalar patlak vermeye başlamıştı.
FSLN’nin de içinde olduğu muhalefet örgütleri Haziran ortasında Kosta Rika’da Ulusal Yeniden İnşa Konseyi (Cuntası) adıyla bir “geçici hükümet” oluşturdu. Ulusal Yeniden İnşa Konseyi şu hususlar üzerinde anlaşmıştı: Ulusal Muhafızların dağıtılması ve FSLN komutasında bir ordunun kurulması; Somoza ailesinin devrilmesi ve mülklerine el koyulması; hammaddelerin millileştirilmesi; bloksuz bir dış politika izlenmesi (“Bağlantısızlar” arasında yer alma); ulusal yeniden inşa çalışmalarına girişilmesi.[6]
FSLN’den Daniel Ortega bir tarafa bırakılırsa, üç büyük burjuvanın ve daha önce Dünya Bankasında çalışmış bir teknokratın ağırlığını oluşturduğu bu konseyin burjuva niteliği çok açıktı. Nitekim “geçici hükümet” niteliği taşıyan bu konsey oluşturulurken, Kosta Rika, Panama, Venezuela ve Meksika burjuvazisiyle, geleceğin hükümetinin nasıl bir biçim alacağı ve izleyeceği genel politikalar açısından derin görüşmeler ve anlaşmalar da çoktan yapılmıştı. Esasında bu anlaşmalar, Nikaragua’nın yeni bir Küba olmasının engellenmesine dayanıyordu. Bu doğrultuda FSLN’nin elinin kolunun bağlanması ve fazla ileri gitmemesinin garanti altına alınması hedeflenmekteydi. Aşılmaması gereken sınır kapitalizmdi! Belli ki bu konuda her türlü teminat verilmişti.
Gelinen noktada Somoza artık yerli burjuvazinin desteğini yitirdiği gibi, ABD’den ve bölge devletlerinden de istediği desteği alamayarak sona yaklaşmıştı. ABD Başkanı Carter’a sitemler eden Somoza, “Amerikan ulusunun bana yardım etmesini istiyorum. 30 yıl boyunca komünizmle yaptıkları mücadelede her şeyimle onların yardımına koştum. O fedakârlıklarımın şimdi geri ödenmesi gerekir” diye ağlaşıyordu.[7] Ama istediği yardım gelmeyecekti. ABD’nin, ne yapacağına güvenmediği FSLN’nin ikinci bir Küba yaratmasına asla tahammülü olamayacağı açıktı. Fakat o dönemde istese de Nikaragua’ya askeri müdahalede bulunabilecek durumda değildi. Çünkü İran, Afganistan ve diğer Latin Amerika ülkeleriyle başı belâda olan bu emperyalist güç, Vietnam sendromu nedeniyle de her yere rahatça asker de gönderememekteydi. Ayrıca Avrupa’dan yükselecek tepkilere de göğüs gerebilecek durumda değildi. Orta Amerika ülkelerini “Küba’nın vb. desteklediği bu isyancılara” karşı seferber etme çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Aslında önce Somoza’yı def edip, sonra da FSLN’nin icabına bakacağı bir çözüm arayışı içindeydi ve bunun için Kosta Rika devlet başkanıyla birlikte darbe planları bile yapmıştı. Ama bu planlar FSLN tarafından deşifre edilip suya düşürülecekti.
İki yıl içinde 50 bin ölü veren halk, artık nihai darbeyi indirme noktasına gelmişti. Nikaragua’nın tüm önemli kentlerinin kontrolü artık FSLN’nin eline geçmişti. Somoza’nın etrafındaki 50 bin kişi, yaklaşan “felâket”i görüp ülkeyi terk etmişti. 17 Temmuzda da Somoza ülkeden kaçarak ABD’ye sığındı. FSLN’nin 19 Temmuzdaki “nihai saldırı” çağrısıyla Sandinist birlikler başkente girip diktatörlüğe son darbeyi indirdiler.
Burjuvazinin ve küçük-burjuva milliyetçilerin Somoza karşıtı bir “halk cephesi”nde somutlanan işbirliği, emekçi kitleleri yönlendirerek Somoza diktatörlüğünün devrilmesini sağlamak için yeterli olmuştu. Peki ya bundan sonrası? FSLN’nin burjuvaziyle ittifak halinde kurduğu yeni iktidarın sınıfsal niteliği ne olacaktı? İşçilerin ve yoksul köylülerin yakıcı sorunlarının çözümü için bu yeni iktidar ne yapacaktı? Burjuvazi ve emekçilerin çıkarları bir potada eritilebilecek miydi? Bu sorular, devrimin hemen ardından yaşanan gelişmelerle kısa sürede yanıtını bulacaktı.
Kaynakça:
Bu bölümdeki çeşitli tarihsel bilgiler ve veriler için, diğer kaynaklarla karşılaştırılarak esas olarak aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır:
- Henri Weber, Nikaragua Sandinist Devrimi, Belge Yay., Ekim 1991
- Ümit Kıvanç, Nikaragua: Bir Kıvılcım, Birikim Yay., Kasım 1979
- Tomas Borge, Carlos Fonseca, Daniel Ortega, Humberto Ortega, Jaime Wheelock (derleme), Nikaragua: Devrimin Stratejisi, Bibliotek Yay.
[1] Nikaragua tarihinde önemli bir yeri olan bu iki aileden biri, Granada kentinde yerleşen Chamorro ailesi idi. Büyük toprakların sahibi olan bu aile yerel tüccarlarla el ele vererek, mevcut durumun muhafazasına dayanan tutucu bir siyaset izliyordu. Bunların egemenliğindeki Muhafazakâr Partide cisimleşen bu siyasetin karşısında ise Liberal Partinin temsil ettiği bir başka burjuva siyaset yer alıyordu. Leon kentinde yerleşen ihracatçı tarım burjuvazisini temsil eden Sacasa ailesinin egemenliğindeki bu parti, emekçi kitlelerin hak ve özgürlükleri bakımından diğerinden hiç de daha ileri bir noktada yer almamakla birlikte, serbest ticareti ve daha modern bir kapitalizmi savunması bakımından diğer partiden ayrışıyordu. Bu iki parti arasındaki iktidar mücadelesi, aynı zamanda ekonomik gücün de çok daha sınırsız bir şekilde ele geçirilmesi mücadelesiydi. Zira politik iktidar, doğrudan ekonomik gücü de belirliyordu. Nitekim ekonomik çıkarlar temelinde gelişen bu iktidar mücadelesi, süreç içerisinde, “Liberal” denilenleri zalim Somoza diktatörlüğünün bir parçası olmaya, “Muhafazakâr” denilenleri ise bunlara karşı “demokrasi mücadelesi” vermeye itecekti!
[2] PSN 1944’te kurulmuş, fakat uğradığı ağır baskılar nedeniyle bir yıl sonra yeraltına geçmek zorunda kalmıştı. Ne var ki bu durum, SSCB çizgisindeki bu partinin sınıf işbirlikçi politikalarını sorgulamasını sağlamaya yetmemişti. Öyle ki, devrime ilerleyen süreçte bile “halk cephesi” taktikleriyle burjuvazinin peşinden koşacak ve işçi ve emekçilerin tepkisini doğru okuyamayarak, onları burjuva ve küçük-burjuva örgütlerin eline terk edecekti. Kuşkusuz bu, Stalinist SSCB’nin bilinçli politikalarının bir ürünüydü.
[3] “FLSN’nin Tarihsel Programı”, Nikaragua: Devrimin Stratejisi içinde.
[4] Devrimin öngünlerinde bu üç eğilim, FSLN’nin Ulusal Yürütmesi içinde eşit temsil gücüne sahip olacak şekilde birleşmiştir. Devrimin ardından ise bu eğilimlerin liderleri önemli görevler üstlenerek Nikaragua’nın kaderinde belirleyici bir rol oynamışlardır.
[5] Henri Weber, Nikaragua Sandinist Devrimi, s.70
[6] Ümit Kıvanç, Nikaragua: Bir Kıvılcım, s.93
[7] Ümit Kıvanç, age, s.90
link: İlkay Meriç, Nikaragua Devrimi ve Sandinizmin Dünü, Bugünü, 14 Eylül 2019, https://marksist.net/node/6743