Dünyanın birçok ülkesinde emekçi kitleler ekonomik krize, yoksulluğa ve baskıcı yönetimlere hayır demek için sokaklara çıkıyor. Fabrikalarda, okullarda, hastanelerde grevlerle, direnişlerle, dayatmalara, hak gasplarına, düşük ücretlere boyun eğmediklerini gösteriyorlar. Bu protestoların en önemli yanlarından birisi de kadın işçilerin en önde yer alması, seslerini daha fazla çıkarıyor olmasıdır. İspanya’da, ABD’de, Hindistan’da, İsviçre’de ve daha birçok ülkede emekçi kadınlar çalışma ve yaşam koşullarının düzeltilmesi için grevlerin, yürüyüşlerin başını çekiyor.
Bundan 110 yıl önce, 1909’da, Uluslararası Kadın Giyimi İşçileri Sendikasının (ILGWU) örgütlediği ve Amerika’yı sarsan büyük bir grev gerçekleşmişti. Kadın işçilerin başını çektiği bu grevin adına “Yirmi Binin İsyanı” denildi. Bu grevde işçiler 75 saate varan haftalık çalışma süresinin düşürülmesini, ücretlerinin yükseltilmesini ve iş güvenliği önlemlerinin alınmasını istiyorlardı. Çalışırken kullandıkları iğne-iplik, elektrik ve oturdukları sandalyelerin ücretlerinin kendilerinden kesilmemesi, çalışma saatlerinde kapıların üzerlerine kapanmaması ve iş çıkışı bir hırsız gibi üzerlerinin aranmaması için sokaklara çıktılar. Başını kadın işçilerin çektiği, erkek işçilerin de yer aldığı bu çetin grev 11 hafta sürdü ve sonunda işçilerin talepleri doğrultusunda kazanımla sonuçlandı.
Kadınlar 1960’lı yıllarda da toplumsal mücadelenin ön saflarında yer alıyorlardı. “Savaşa değil barışa bütçe” diyen kadınlar, ardı ardına yapılan nükleer silah testlerine karşı Amerikalı kadınları 1 Kasım 1961’de bir günlüğüne tüm işleri bırakıp sokaklara çıkmaya çağırdı. Çocuklarının geleceği ve can güvenliği için 50 bin kadın mutfaklarından ve işyerlerinden çıkıp greve katıldılar. Bu eyleme “Barış için Kadın Grevi” (Women’s Strike for Peace) adı verildi. Bu kadınlar ABD’de Vietnam Savaşına karşı başlayan mücadelenin fitilini ateşlediler.
26 Ağustos 1970’te yaklaşık 20 bin kadın New York’un Beşinci Caddesinde bir araya geldi. Ulusal Kadın Hareketi öncülüğünde gerçekleşen grevin sloganı şuydu: “Grev sıcakken ütü yapmayın!” Bu sloganla kadınlar, ev işlerinin eşit olmayan yükünü protesto ederken işyerlerinde ve eğitimde eşit haklar talep ediyorlardı. Sokaklara çıkıp yürüyen kadınların talepleri “24 saat açık kreş, kürtaja özgürlük” denilerek daha da genişletildi. Bu yürüyüşte savaş karşıtları da yer aldı, demokratik hakların genişletilmesini isteyenler de. Bir günlük kadın grevi ilerleyen zamanlarda Fransa, İsviçre gibi ülkelerde de kadınların ses çıkarmalarını, grevler organize etmelerini sağladı. Kadınların mücadelesinin yarattığı basınç sayesinde işyerlerinde çalışma koşulları kısmen düzelirken kürtajın yasallaşması konusunda da mesafe kat edildi.
Yaşadığımız topraklarda da işçi sınıfı nice zorlu süreçlerden geçti. Yıllar içerisinde kadın işçiler üretimde daha fazla yer almaya ve sınıf mücadelesini daha fazla sahiplenmeye başladılar. Direnişlerin, grevlerin, hak mücadelelerinin en önünde yer aldılar, toplumsal yaşamın seyrini olumlu yönde değiştirdiler.
1960’lı ve 1970’li yıllar Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin güçlendiği ve ses getirdiği yıllardı. Toplumda çok önemli değişim ve dönüşümler yaşanıyordu. İşçiler örgütleniyor ve sadece ekonomik alanda değil siyasal alanda da kazanımlar elde ediyorlardı. İktidarlar üzerinde basınç oluşturup işçiler ve emekçiler lehine yasalar çıkarılmasını, demokratik hakların genişlemesini sağlıyorlardı. Bu değişim rüzgârı içerisinde kadın mücadelesini işçi sınıfı mücadelesi ile bağlayan bir dernek kuruldu. İlerici Kadınlar Derneği yani İKD. İKD’li kadınlar işyerlerinde örgütlendiler. İşçi semtlerinde, gecekondu mahallelerinde işçi ailelerini ziyaret ederek ev kadınlarını mücadeleye katmak için çeşitli kampanyalar örgütlediler. “Çocuklara Süt”, “Her İşyerine Kreş” dediler. Okuma-yazma kursları açtılar. Kadın işçilerle grevlere destek ziyaretleri gerçekleştirdiler. Kırmızı çatkılarıyla 1 Mayıs meydanlarında taleplerini dile getirdiler. 12 Eylül darbesi öncesi faşist saldırılara karşı “Evlat Acısına Son” mitingleri düzenleyerek emekçi kadınların da faşizme karşı mücadelede yer almalarını sağladılar.
Ancak 1980 askeri darbesi kadınıyla erkeğiyle güçlenen işçi sınıfının kolunu kanadını kırdı. İşçi sınıfımızın mücadeleci sendikalarını, derneklerini kapattı, sendikacılar tutuklandı, mücadeleci işçiler fişlendi, binlerce insan gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi. Darbecilerle kol kola yürüyen patron örgütlerinin temsilcileri “bugüne kadar onlar güldü biz ağladık, bundan sonra biz güleceğiz” diyor, bir başkası darbecilerin rejim kurumlarına milyonluk bağışlar yaparken şöyle sonlanan mektuplar yazıyordu: “Zatıâlilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” Bu ifadeler askeri faşist darbenin gerçek yüzünü ortaya koyuyordu. Gülme sırası o zaman için egemenlerin eline geçmiş olsa da, milyonluk bağışlar yapıp “emrinize amadeyim” deseler de geçmiş günler işçi sınıfının kadını ve erkeği ile toplumsal değişimde nasıl bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyordu. Nitekim işçi sınıfının mücadelesi tekrar yeşermeye başladı. 90’lı yıllara doğru işçiler üzerlerindeki karabasandan kurtulup seslerini daha gür çıkarmaya, yumruklarını göğe kaldırmaya başladılar. Grevler, direnişler işçileri patronlar karşısında bir araya getiriyor, toplumsal mücadelenin kalbi olan işçi sınıfında bilinç, mücadele ve kararlılık yeniden filizlenmeye başlıyordu.
Günümüze kadar gelen işçi hareketi tarihimizde birçok direniş ve grev yaşandı. Fakat bunlar arasında bazıları vardı ki emekçi kadının direnişi ve desteğiyle büyük yankılar uyandırdı.
1991 yılında Zonguldak maden işçisi ayağa kalktı. Ücretlerin yükseltilmesi, maden ocaklarının kapatılmaması ve özelleştirilmemesi için grev diyen maden işçisi Zonguldak’tan Ankara’ya kara kışın soğuğunda, aç kalarak, ayakları yara içinde kalarak muazzam yürüyüşüne başladı. Maden işçilerine eşleri, anaları ve Zonguldak halkı sahip çıktı. Kadınlar “gemileri yaktık geri dönüş yok” diyen yüz binlerin başına geçerek asker barikatları karşısında siper oldular. “Biz buraya eşlerimiz ve çocuklarımızın geleceği için geldik, oğullarımızın arkasından geldik, ölürsek onlarla ölürüz” diyerek geri dönmeyi reddettiler. Direniş günlerinde mücadeleden geri durmayan hamile kadınlardan düşük yapanlar, gözaltına alınanlar oldu ama pes etmediler. Maden işçileri, aileleriyle birlikte patronların ve onların hükümetlerinin yüreğine büyük korkular saldı.
Yine 1991 yılında Beykoz Paşabahçe Fabrikası patronu 640 işçiyi işten çıkardı. Fabrikada 2500 işçi çalışıyordu. “Bugün sanaysa yarın bana” diyen diğer işçiler bir araya geldi ve şalteri indirdiler. Her gün Beykoz’un gecekondu mahallelerinden bir elinde yemek tenceresi diğer elinde çocuğuyla kadınlar komşularını da yanlarına katarak direniş yerine geldiler, eşlerinin direnişine sahip çıktılar. O komşu kadınlar da civar fabrikalarda çalışan işçilerin eşleri, anneleriydi. Grevci işçilerin örgütlediği mahalle komiteleriydi onlar. Esnaf destek amacıyla kepenk kapattı, civar fabrikalardan işçiler dayanışmaya geldi. Ailelerin başını çektiği yürüyüşlerin etkisiyle 21 gün sonra işçiler işe geri alındı.
26 Eylül 2006’da Antalya serbest bölgede bulunan Novamed fabrikasında bir grev gerçekleşti. İkisi erkek diğerleri kadın olan 83 işçi sendikalı olmak istedikleri için işten atıldılar. Düşük ücretler, kadınların hamile kalıp kalamayacağına yönetimin karar vermesi, tuvalete gitmenin dakikalarla sınırlandırılması, kötü yemekler, meslek hastalıkları gibi nedenlerle kadınların başını çektiği bu direniş 447 gün sürdü. Grevci kadınlar patron, polis ve aile baskısına rağmen pes etmeden direndiler. Grev Türkiye’de serbest bölgede uygulanan ilk grevdi. Kadın işçiler patronların sınırsız sömürü alanları olarak planlayıp oluşturdukları serbest bölgelerde sendikalaşmanın ve grevin öncüleri oldular. Bu grevin çok önemli bir diğer özelliği ise uluslararası destek kampanyaları düzenlenmiş olmasıdır. Kadın işçilerin direngenliği sonucu toplu sözleşme imzalandı ve büyük oranda işçilerin talepleri gerçekleştirildi.
Mayıs 2018’e gelindiğinde ise Gebze Organize Sanayi Bölgesinde (GOSB) faaliyet gösteren Kosan Kozmetik’in patronu ağır çalışma koşulları, düşük ücretler karşısında sendikalaşmak isteyen Flormar işçilerini işten attı. Çoğunluğu kadın olan işçiler 297 gün boyunca yağmur çamur demeden, polis baskısı demeden haklı talepleri için mücadele verdiler. Bu grevi farklı kılan husus ise tek adam rejiminin grevleri yasakladığı, direnen işçileri terörist ilan ettiği, hakkını savunanı hapse attığı bir dönemde, OHAL koşulları altında gerçekleşiyor oluşuydu. Tüm zorlu koşullara rağmen işçiler yasal hakları ve en üst sınırdan sendikal tazminat haklarını elde ettikleri bir anlaşmayla direnişi sonlandırdılar.
Kadın işçilerin mücadelelerini içeren bu kısa panorama da gösteriyor ki, emekçi kadın mücadele etmeden varlığını ispat edemiyor. Hele de bizimki gibi ülkelerde kadınlar tırnağıyla kazıya kazıya mücadelede öne çıkıyor. Bugün kötü çalışma koşullarının yanında giyiminden konuşmasına, gülüşünden kaç çocuk yapması gerektiğine dair kadınların her işine burnunu sokmayı görev edinen iktidar sahipleri ve yandaşları sorunları daha da ciddi hale getirmiş durumdadır. Ama dünya durmaksızın değişiyor, dönüşüyor. Arkadakiler, itilmişler, yok sayılanlar öne çıkıyor. Bugün, 1900’lerin, 1960’ların mücadeleci kadınlarının bir anlamda çocukları, torunları savaşa ve ırkçılığa karşı protestolarda öne çıkıyorlar. Baskıcı, anti-demokratik, militarist, totaliter, faşist iktidarlar dünyamızı belirsizliğe, kasvete itiyor, savaş ve düşmanlığı körüklüyor. Öte yandan egemenlere ve kapitalizme karşı alttan alta tepki ve öfke birikiyor. Elbette tüm dünyada bu öfkenin dışavurumları oluyor. Sudan’da olduğu gibi diktatörlüklerin yıkılmasında emekçi kadının birleştirici mücadelesi öne çıkıyor. “Mermiler değil sessizlik öldürür” diyen Sudanlı, Cezayirli emekçi kadınlar baskıcı yönetimlere karşı ayaklanmaların başını çekiyor. Susmayan, dört duvar arasına hapsedilmeyi reddeden bu kadınlar “biz de varız” diyerek eşit haklar talebiyle sokaklara çıkıyor. Toplumsal sorunların, çalışma koşullarıyla ilgili sorunların mücadele etmeden çözülemeyeceğini biliyor ve görüyorlar. Bu mücadeleden geri adım atmıyorlar.
Bizler de evde, sokakta, işyerinde tüm bu haksız, hukuksuz dayatmalara karşı dün “grev sıcakken ütü yapılmaz” diyerek çalışan-çalışmayan tüm emekçi kadınları mücadeleye çağıran işçi kardeşlerimiz gibi bir araya gelmeliyiz. Bizler de gelecek güzel günler için işçi sınıfının mücadelesinde ön saflarda yerimizi almalıyız. Çünkü emekçi kadınlar sınıf mücadelesi içindeki yerini almadan, işçi kadınlar örgütlenmeden ne sömürü biter ne de çocuklarımızın bir geleceği olur.
link: Ayşe Çelik, “Grev Sıcakken Ütü Yapmayın”, 17 Eylül 2019, https://marksist.net/node/6744
Nikaragua Devrimi ve Sandinizmin Dünü, Bugünü
Arjantin’de Ekonomik Kriz ve Seçimler