1946-1960:
1946’da çok partili yaşama geçilmesinden sonra, halk kitlelerinde (özellikle kırsal kesimler başta olmak üzere) CHP iktidarının baskılarına karşı birikmiş olan öfke 1950’de büyük bir oy patlamasına dönüşecek ve Menderes liderliğindeki Demokrat Partiyi iktidar koltuğuna oturtacaktı. Bu değişim dönemi, artık gerçek birer kapitalist gibi atılım yapmak isteyen burjuva unsurların, Kemalist bürokrasinin devletçi müdahale sisteminden kurtulma çabalarına da sahne olmuştu.
Neticede, tek parti diktatörlüğü dönemine damgasını basan iktidar bloku çatladı; Kemalist bürokrasinin dışlandığı ve çeşitli büyük burjuva kesimlerden oluşan yeni bir iktidar bloku kuruldu. Fakat bu blok içinde ağır basan kesimler büyük ticaret ve tarım burjuvazisiydi. DP iktidarı da kendi çıkarına geldiğince Kürt toprak ağalarıyla çeşitli ittifaklar yapacaktı. DP iktidarı döneminde, artık dünya kapitalist ticaretine tam anlamıyla entegre olmak isteyen büyük ticaret burjuvazisi motor gücü oluşturuyordu ve iktidar bloku içinde asıl onun hegemon bir konuma sahip olduğunu söylemek mümkündü.
Demokrat Parti iktidarı, kendini büyük toprak ve ticaret burjuvazisinin doğrudan temsilcisi olarak ortaya atmıştı. Siyasal iktidarı artık eski dönemin devlet bürokrasisi –özellikle ordu– vesayetinden kurtarıp “sivilleştirme” doğrultusunda girişimler sergilemekteydi. Bu çerçevede orduda tasfiyelere girişti ve Genelkurmay da Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bu gelişmeler, Türkiye’nin siyasal yönetim tarzını bir ölçüde Batı’daki parlamenter rejimin işleyişine yaklaştıran önemli bir dönemeç noktasını temsil ediyordu.
Baskıcı devletin simgesi haline gelmiş CHP tek parti diktatörlüğünün, artık çok partili bir parlamentarizm temelinde yerini yeni bir burjuva hükümete bırakması, Türk siyasal yaşamında çok değişik yorumlara konu olmuştur. Bu tarihsel örnek, günümüzde AKP hükümetinin kurulmasıyla birlikte yaşanan sürece ve AKP iktidarının siyasal niteliğinin kavranmasına da ışık tutmaktadır. Liberal çizgi ve bunun etkisi altında kalan bazı sol kesimler, bu değişimi demokrasinin ve özgürlüklerin istikrarlı biçimde genişleyeceği yeni bir dönemin açılması olarak değerlendirdiler. Statükocular ve solculuğu devletçilikle özdeşleyenler ise, tam tersine gericiliğin güçlenmesi şeklinde nitelediler.
Hiç kuşku yok ki her iki yorum da yanlıştır ve DP iktidarı, dönemin kapitalistleşme gereklerini yerine getirme yolunda ilerlemek isteyen bir burjuva iktidardan ibarettir. Bu nedenle hem sırası geldiğinde işçi sınıfına ve sol kıpırdanmaya karşı sivri dişlerini gösterecek, hem de devlet kapitalizmi ağırlıklı bir ekonomik işleyişten, artık özel sektörün ön plana çıkacağı liberal kapitalist bir ekonomik işleyişe geçişin ifadesi olacaktır.
DP iktidarı döneminde özel sermaye öncelikle büyük ticaret ve tarım burjuvazisinin elinde temerküz etti. Tarım kesimi hem kredi mekanizmasıyla hem de devletin uyguladığı sübvansiyon politikasıyla desteklendi. Bu arada ticaret burjuvazisi de, iç ve dış ticaretin canlanması ve genişlemesiyle palazlandı. Ayrıca, seçim beyannamelerinde KİT’leri ihaleyle satıp özelleştireceğini vadeden DP, iktidarı döneminde tam tersini yaparak KİT’lerin sayısını iki katına çıkarmak zorunda kaldı. Çünkü büyük ölçekli sanayi yatırımları için gerekli sermaye birikimi henüz özel ellerde temerküz etmiş değildi.
Türkiye kapitalizminin başlangıç dönemine damgasını vurmuş olan ekonomik izolasyon koşullarından ve bürokrasinin himayesinden kurtuluş çabası, 50’lerde burjuvazinin büyüyen bölümü için önemli bir gerçeklikti. Dış dünyayla anlamlı ekonomik ilişkiler kurmadan, dünya kapitalizmine entegre olmadan kapitalist gelişmenin sıçrama kaydetmesi olanaklı değildir. Bu gerçeklik özellikle İkinci Dünya Savaşının bitiminden itibaren kendisini yakıcı biçimde hissettirmeye başlamış ve DP iktidarı döneminde büyük ticaret burjuvazisinin çabalarında somutlanmıştır.
Bu arada DP iktidarının eski devletçi statükoyu derinden sarsmış olması, büyük fonların tarımın sübvanse edilmesine ve ithalata akıtılması, bu iktidarın son dönemlerinde ekonomide yeni tıkanıklıklar, yeni problemler yaratmıştır. Bunun yanı sıra, kendilerini cisimleşmiş devlet olarak hisseden ve uzun yıllar boyunca alıştıkları gibi iktidarda CHP’yi görmek isteyen sivil ve asker bürokratlar, milliyetçi sol aydınlar, DP’yi Kemalist “laik” düzene yönelmiş bir tehdit olarak algılamakta ve tepkilerini yükseltmektedirler. Diğer yandan, gelişmekte olan sanayi burjuvazisinin DP’den artık istediği desteği bulamaması ise burjuvazinin iç çatışmasını kızıştırmıştır. Sanayi burjuvazisi gözünü, yeni teşvikler koparabileceği yeni bir iktidar odağına dikmiştir.
DP döneminin özelliği konusunda aydınlatılması gereken çok önemli bir diğer gerçeklik de şudur. Bir burjuva iktidar dönemi, somut olarak şu ya da bu burjuva kesim veya kesimlerin siyaseten ağır basmasıyla kendini ifade edebilir. Fakat yine kapitalist gelişim sürecinin diyalektiğinden hareketle, bu görünümü mutlaklaştırmamak, yanlış yorumlara savrulmamak gerekir. Örneğin DP iktidarı, büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin siyasi ağırlığa sahip olduğu bir dönemdir. Fakat bu siyasal gerçeklik, DP iktidarı boyunca, özel sanayi kapitalizminin atılım yapmasını mümkün kılacak bir birikim ve değişimin de içten içe yaşandığı iktisadi gerçeğiyle çelişmez. Burjuvazinin henüz gelişme adımları attığı tüm bir tarihsel süreç boyunca, farklı burjuva kesimlerin kıyasıya bir siyasal iktidar kapışması yürüttükleri doğrudur. Ancak bu kesimler neticede aynı sınıfın parçalarıdır ve bu parçalar iktisadi bakımdan asla durağan değildirler.
DP döneminde öncelikle büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin istemleri gerçekleşmiş olsa bile kapitalist gelişme o noktada da durmayacak, kapitalist tarım ve ticaret sayesinde sağlanan muazzam sermaye birikimi bu kez sanayiye akıtılmak istenecektir. Böylece büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin bir kısmı yıllardır alıştıkları ve kendilerine daha kolay gelen tarım ve ticaret alanında semirmeye devam ederken, önemli bir bölümü ise aynı zamanda sanayiye yatırım yapmaya başlayacak ve sanayi burjuvazisine dönüşecektir. 1950-60 arasında özel ellerde toplanan sermaye birikimi artık sanayi alanında sıçrama yapılabilmesini olanaklı hale getirmiştir. DP iktidarının son dönemlerinde (özellikle 1958 iktisadi krizinden itibaren) sanayi alanında atılım yapmaya hazırlanan büyük burjuvazi, siyasal iktidarın bunun önünü açmasını talep eder hale gelmiştir. DP döneminde ağırlıklı olarak tarımın sübvanse edilmesine ayrılan büyük fonların, artık öncelikle özel sanayi yatırımlarına akıtılmasını istemektedir.
Ne var ki DP iktidarının bu talep doğrultusunda harekete geçmeyip tarım burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine imtiyazlar sağlamaya devam etmesi, kent ağırlıklı büyük ticaret ve sanayi burjuvazisini muhalif bir konuma iter. Kırsal kesimin egemen unsurlarına kıyasla burjuvazinin bu modernleşen ve kapitalist çağa ayak uydurmak isteyen kesimi arzuladığı değişimin önünü açacak bir siyasal alternatif arayışı içine girer. Tarım burjuvazisinin palazlanan kesimi de sanayileşmeye yönelmekle birlikte kendisini ihya eden DP iktidarından vazgeçmeye pek de niyetli değildir.
Bu dönemde büyük burjuvazinin yoğunlaşan iç çekişmelerini, İş Bankası ve Akbank çevresinde kümelenen farklı iki burjuva kesim arasındaki gerilim de somutlamaktadır. Öteden beri İş Bankası çevresinde yer alan eski İstanbul, İzmir gibi kentlerin büyük burjuvazisi karşısında, tarım burjuvazisinden gelip sanayi ve hizmet sektörüne yönelen ve özellikle Adana çevresindeki sermaye birikimini yansıtan Akbank çevresi yer alır. DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devletçi aydınlar, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir.
Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.
Muhalif basın DP’nin göz açtırmayan sansür ve baskılarının sona ermesini, yeni yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfı modern kapitalist ülkelerdeki gibi sendikal haklarının olmasını arzulamaktadır. Ayrıca OECD gibi uluslararası kapitalist örgütler de, Türkiye tarımının geleneksel yapısının artık bir değişim yoluna girmesinin, tarım kesiminin sübvansiyonlarla beslenmesi yerine modern anlamda kapitalistleşmesinin gerekli olduğu doğrultusunda öğütler vermektedirler. İşte tüm bu faktörlerin üst üste yığışması neticesinde, siyasal yaşamdaki tıkanıklığı açacak bir askeri darbe için koşullar elverişli hale gelmiş bulunmaktadır.
27 Mayıs 1960
27 Mayıs askeri darbesi, daha sonrakilerden farklı olarak ordunun emir komuta zincirine itaat etmedi. Generaller eliyle değil, daha alt rütbeli subaylar, albaylar vb. marifetiyle gerçekleştirildi. Askeri darbeyle iktidara el koyan 27 Mayıs cuntasının oluşturduğu Milli Birlik Komitesinin çevresinde, daha sonra Doğan Avcıoğlu gibi sol-cuntacı aydınlar, CHP yanlısı bürokratlar toplaşmaya başladı.
Askeri darbe, büyük kentlerde öğrenci ve aydın kesimlerin DP karşıtlığı temelinde gelişen muhalefet rüzgârının üzerine binmişti. Bu nedenle 27 Mayıs, muhalif kitle hareketini ezen 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinden farklı bir görünüme bürünmüştü. O yüzden, burjuva solun etkisi ve küçük-burjuva solun da sahiplenmesiyle bir devrim olarak adlandırıldı. Oysa neticede 27 Mayıs, onu gerçekleştiren alt rütbeli subayların niyetlerinden bağımsız olarak, kapitalist gelişmenin önündeki tıkanıklığı açan tepeden inme bir reform hareketi oldu.
Kemalist geleneğin uzantısı milliyetçi sol cuntacılar da, 27 Mayıs sayesinde, Demokrat Parti iktidarının kendilerine yönelik baskılarının öcünü önde gelen üç burjuva siyasetçisini, DP hükümetinin başbakanı Menderes’i ve yanı sıra iki bakanını idam sehpasına göndererek almış oldular.
27 Mayıs askeri darbesi 12 Mart ve 12 Eylül örneklerinden farklı özelliklere sahip olsa bile, Türkiye’de gerçekleşen tüm askeri darbelerin ardında yatan önemli bir gerçeği de gözardı etmemek gerekir. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin yapılanmasına damgasını basan ezen ulus şovenizminin devamını, aslında 27 Mayıs’tan başlayarak tüm askeri darbelerin harcında bulmak mümkündür.
Türkiye’deki olağanüstü siyasal rejimleri yürürlüğe koyan statükocu güçlerin, işçi sınıfı hareketini ve toplumdaki genel devrimci yükselişi durdurmak kadar, Kürt ulusunun uyanışını da daha başından ezmeye talimli oldukları asla unutulmamalı. Bu güçler, ezen ulus devletinin temsilcileri ve bu devletin asli koruyucuları olarak, siyasi yaşamda patlak veren gerilimleri (özellikle Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, devletçi laikçilik sorunu gibi kendi varlık nedenleriyle özdeşleştirdikleri konularda) her zaman kendilerine çıkartılmış bir davetiye olarak algılamışlardır. Bu gerçek günümüzde de geçerlidir ve siyaset sahnemiz aynı güçlerin aynı sorunlar temelinde yaratacakları yeni gerilimlere açıktır!
12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri konu olduğunda, her ikisinin de işçi ve devrimci hareketin yanı sıra Kürt ulusal kurtuluş hedefini benimseyen kişi ve örgütlere yönelik kudurgan baskıcı tutumu biliniyor. 27 Mayıs ise, henüz düzen için bir tehdit oluşturmayan işçi hareketini ve devrimci unsurları hedef almış değildir. Ne var ki Türkiye sol hareketine uzun yıllar boyunca bulaşmış olan Kemalizm kuyrukçuluğu nedeniyle, bir başka gerçeklik biraz karanlıkta kalmıştır.
27 Mayıs’ı gerçekleştiren askeri cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular.
Kürt sorunundaki bu baskıcı tutumunu gün yüzüne çıkartmak istemeyen 27 Mayıs cuntası, asıl olarak burjuva düzendeki tıkanıklığın kontrollü biçimde açılabilmesi görevine soyundu. Bu amaçla üstten bazı dönüşümlerin gerçekleştirilmesine girişildi ve bir Kurucu Meclis oluşturularak yeni bir Anayasa hazırlandı. Eskisine oranla daha liberal bir içeriğe sahip olan 27 Mayıs Anayasasının yürürlüğe konulmasıyla, burjuva siyasal düzenin parlamenter demokratik çerçevesi bazı bakımlardan genişletildi. Fakat öte yandan, bugün büyük sermaye tarafından bile burjuva demokratik işleyişle bağdaşmaz ilân edilen Milli Güvenlik Kurulunu da aslında 1961 Anayasası getirdi. Zira unutulmamalı ki, Türkiye’de alışıldık burjuva demokrasisinin çok dar olması nedeniyle daha sonra “bol geldi” diye burjuva sağın saldırısına muhatap olan 27 Mayıs Anayasası, neticede bir askeri darbenin ürünüdür.
O dönemin koşullarında ileri görülen bazı adımların bizzat sivil ve asker bürokrasinin eliyle atılmış olması, Türkiye sol hareketi içinde ordunun niteliği konusunda ne yazık ki sonu acıklı bitecek bir bilinç çarpılmasını da beslemiştir. Yanı sıra, 27 Mayıs askeri darbesinin niteliği de doğru kavranmamıştır. Aslında 27 Mayıs askeri darbesi değil, 27 Mayıs dönemindeki toplumsal hareketlilik bir sol uyanışın habercisiydi. Bu siyasal ve kültürel uyanışın temelinde, kuşkusuz ki Türkiye’de kapitalist gelişmeye bağlı olarak bir işçi-emekçi hareketinin mayalanması yatmaktaydı. Ve eğer askeri darbeyle kontrol altına alınmasaydı, bu sol uyanış kendi ayakları üzerinde daha da ileri gidebilirdi.
Fakat 27 Mayıs askeri rejimi, ilerleyen yıllar içinde iki kez daha yaşanacak olan askeri rejimlerden farklı olarak, devrimci bir yükselişin üzerine açık şiddet ile yürüyen bir olağanüstü yönetim biçimi değildir. Bu husus zaten yeterince nettir. Anlamlı bir tartışma ihtiyacı, onun Avrupa’nın geçmiş dönemlerindeki Bonapartizm örnekleriyle benzeşip benzeşmediği noktasında doğabilir. Bu bağlamda ileri sürülebilecek en anlamlı argüman, tarihsel hamle sırası gelen sanayi burjuvazisinin önünün bir olağanüstü yönetim biçimiyle açılmış olması olurdu. 27 Mayıs askeri rejimi gerçekten de böyle bir özelliğe sahiptir ve bu nedenle Bonapartist esintiler taşıdığını düşünmek mümkündür. Fakat Bonapartist rejimlerin (ister eski Fransız örneği, ister emperyalizm çağına özgü yeni biçimi olsun) çok ayırt edici bir başka özelliği daha vardır. Bu, özetle, Bonapartizmin burjuva düzene yönelik devrimci işçi tehdidini savuşturmayı amaçlayan boyutudur. Bonapartist askeri diktatörlükler toplumdaki ilerici hareketliliğin üzerine binip ilerlemez, tersine ona karşı dururlar.
Oysa bir de, işçi-emekçi kitlelerin burjuva düzen içi reform beklentilerini yansıtan ve bu beklentilerin bir kısmını gerçekleştirmek üzere toplumsal desteği arkalarına alarak ilerleyen askeri diktatörlükler vardır. Bunlar en çok da, sanayi burjuvazisinin ulusalcı istemlerine yanıt getiren siyasal rejimler oluşturmuşlardır.
Geçmiş tarihlerde çeşitli Latin Amerika ülkelerinde ortaya çıkan ve daha ziyade ordu içindeki alt rütbeli subaylardan oluşan milliyetçi sol, ulusal kalkınmacı askeri diktatörlükler bunun örneğidir. Bunlar toplumdaki devrimci kıpırdanışları arkalarına almış, fakat yine de ileriye doğru atılacak adımları burjuvazinin kabul sınırları içine hapseden askeri rejimler oluşturmuşlardır. Bu tür bir askeri diktatörlükle, bir devrimci uyanışı doğrudan engellemek için kurulan Bonapartist ya da faşist bir askeri diktatörlük birbiriyle özdeşleştirilemez. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, milliyetçi sol eğilimli, ulusal kalkınmacı anlayışa sahip bir askeri diktatörlük dönemidir.
Büyük ticaret temelinde dışa açılmayı, emperyalist örgütlerle bütünleşmeyi savunan DP iktidarını bir kılıç darbesiyle yere seren 27 Mayıs, esasen sanayi burjuvazisinin işine yaradı. Bir başka deyişle bu darbe, büyük toprak ve büyük ticaret burjuvazisine karşı artık tarihsel hamle sırası gelen büyük sanayi burjuvazisinin önünü açmış oldu. Nitekim 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilâtının kuruluşu ve beş yıllık kalkınma planlarının uygulamaya konulmasıyla sanayinin güçlendirilmesine hız verilecekti. Kamuoyuna, askerin DP iktidarından intikam alması şeklinde yansıyan bu askeri darbe, işin derininde egemen sınıflar ittifakındaki ağırlık noktasının değişmesini sağlıyordu. 27 Mayıs olağanüstü rejimi, DP iktidarı döneminde büyük tarım ve ticaret burjuvazisinin ağırlıkta olduğu iktidar blokuna son vererek, artık sanayi burjuvazisinin hegemonyasında yeni bir burjuva iktidar blokunun kurulması için yolu temizlemişti.
link: Elif Çağlı, 27 Mayıs Darbesi ve Arka Planı, Ağustos 2004, https://marksist.net/node/6671
25. Yılında Ruanda Soykırımı ve Emperyalist İkiyüzlülük
Morrison’un Yapı İşçileri