1989 yılında Doğu Bloku çöktüğünde kapitalist düzen sözcüleri dünyaya artık sonsuz bir barış döneminin geldiğini vaaz ederlerken önce Balkanlar’da halklar emperyalistlerin çıkarları uğruna kurban edildi. Balkanlar’da iç savaş ve katliamlar sürerken bu sefer Afrika’dan duyuldu halkların acı çığlıkları. Bir Afrika ülkesi olan Ruanda’da Hutu iktidarı altında azınlık Tutsilerin maruz bırakıldığı soykırım düzeyine varan katliam, 7 Nisan 1994’te başlayıp 100 gün sonra sona erdiğinde, üç yüz bini çocuk yaklaşık bir milyon insan katledilmişti. Böylece iki dünya savaşıyla insanlığa cehennemi yaşatan kapitalizm 20. yüzyıl sona ererken hanesine bir katliam daha eklemiş oluyordu. Ancak Ruanda soykırımı kapitalist dünyada ne ilkti ne de son olacaktı.
Ruanda soykırımı, tarihsel arka planına, soykırım sırasında ve sonrasında yaşananlara baktığımızda emperyalist kapitalist sistemin efendilerinin ikiyüzlülüklerini, çıkarları uğruna yapabileceklerinin bir sınırı olmadığını çok net gösteren acı ve dehşet dolu bir “deneyimdir”. Palaların, satırların ve sopaların kullanıldığı bu katliamın arkasında Afrika’daki nüfuz alanlarını korumak ve genişletmek isteyen başta Fransa ve Belçika olmak üzere Batılı emperyalist güçler vardır. “Böl, parçala, yönet” taktiğini kullanan emperyalist güçler, yüzyıllardır bir arada yaşayan Hutular ve Tutsiler arasında yıllar içinde biriken, biriktikçe şiddete dönüşen bir düşmanlık yaratmışlardır.
Soykırımın tarihsel arka planı
Ruanda, 1890 yılından Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının sonuna dek Almanya’nın sömürgesiydi. Savaştan yenik çıkan Almanya’nın çekilmesiyle, Milletler Cemiyeti mandası olarak Belçika’ya verildi. Belçika ülkenin kaynaklarını ve işgücünü daha kolay sömürebilmek ve kontrolü elinde tutabilmek için ırkçılık temelinde yapay bir kutuplaştırma politikası uyguladı. Belçika’nın politikaları Avrupa’da faşizmin yükselişe geçtiği dönemin ruhuna da uygundu. Yüzyıllar önce bölgede bulunan ve nüfusun yaklaşık yüzde 90’ını oluşturan çiftçiler Hutu, büyükbaş hayvancılıkla uğraşanlar ise Tutsi olarak adlandırılıyordu. Yönetimde Tutsiler vardı. Oldukça yoksul bir ülke olan Ruanda’da iktidarda olan ayrıcalıklı Tutsiler dışında kalan Tutsi ve Hutular ise zaten yoksuldu. Belçika önce ırksal bir niteliği olmayan Hutu ve Tutsi kimliklerini iki ayrı ırk olarak nitelendirdi, ardından iktidarda olan Tutsilerden bir “üstün ırk” yarattı! Tutsilerin daha ince yapılı, narin ve zeki olduğu iddia edildi. Tıpkı Alman faşizminde olduğu gibi insanların kafatası ölçüldü. Burunlarının uzunluğu, gözlerinin şekli ve boyları kaydedilerek sınıflandırıldılar. Ayrıca 10’dan fazla büyükbaş hayvanı olanlar da zengin sayıldıkları için Tutsi kimliği alırken, 10’dan az büyükbaş hayvana sahip olanlar Hutu, hiç büyükbaş hayvanı olmayanlar ise Twa olarak kabul edildi. Bu ölçütlere göre insanlara kimlik kartı verilerek kimliklerine Hutu veya Tutsi yazıldı. Ruanda halkı bu şekilde bölündükten sonra kutuplaştırma politikalarına hız verildi. Hutulara siyasi yönetimde hiçbir şekilde yer verilmedi. İşe alımlarda öncelik Tutsilerin oldu. Hutular ise kalkınma adı altında kahve tarlalarında zorunlu çalışmaya tabi tutuldular. Eğitim olanakları ellerinden alındı, üniversiteler Hutulara kapatıldı. Kısacası Hutular yaşamın her alanından soyutlandılar. Bütün bunların halklar arasında kin ve nefrete yol açması kaçınılmazdı. Böylece Belçika 1994 soykırımına giden yolun temellerini atmış oluyordu. Belçika bu politikasını İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşına kadar sürdürecekti.
Söz konusu emperyalist çıkarlar olunca döneme göre tutum belirlemek ve politika değiştirmek emperyalistler için hiç de zor değildir. Nitekim İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının ardından oluşan iki kutuplu dünyada değişen koşullar emperyalistlerin Afrika’daki politikalarını, dolayısıyla Ruanda’yı da etkileyecekti. Savaş henüz sona ermediği halde kazanan tarafların belli olmasıyla galip devletler pazarlık masasına oturmuşlardı bile. Nüfuz alanlarının belirlendiği, Orta ve Doğu Avrupa’da haritaların yeniden çizildiği ve halen sömürge olan ülkelerin kaderinin belirlendiği bu pazarlık masasında SSCB de bulunuyordu. Batılı emperyalist devletler hiç istemedikleri halde zaferlerini savaştan güçlenerek çıkan SSCB ile paylaşmak durumundaydılar. Artık iki kutuplu dünyanın varlığı yadsınamazdı ve her iki kutup da elde ettikleri kazanımları garanti altına almak ve karşı tarafı gerektiğinde durdurabilecek bir güvenceye sahip olmak istiyordu. Bu kapsamda daha 1943 yılında SSCB, İngiltere, ABD ve Çin Moskova’da imzalanan bir bildirge ile “uluslararası barışın korunması amacıyla küresel bir örgütün kurulması” çağrısında bulunmuşlardı. 1945 yılında ise 52 ülkenin imzasıyla Birleşmiş Milletler (BM) resmen kurulmuş oldu.
Sözde uluslararası barışı korumak amacıyla kurulan BM asıl olarak galip devletlerin pazarlık masasında elde ettiği kazanımları koruyabilmesinin ve kutuplar arası dengenin sağlanabilmesinin aracıydı. BM’nin yapısı da buna göre oluşturulmuştu. BM’nin icra organı olan Güvenlik Konseyi’nin veto hakkı bulunan beş daimi üyesi (ABD, Fransa, İngiltere, Çin[*] ve SSCB) savaşın galiplerinden oluşmaktadır ve bu ülkelerden birinin dahi veto hakkını kullanması durumunda karar alınamamaktadır. BM kurulduğundan bugüne kadar bu beşlinin çıkarlarına ters düşen durumlarda veto haklarını kullanmaları nedeniyle Ruanda halkı dâhil milyonlarca insan bütün dünyanın gözleri önünde çatışmaların, katliamların kurbanı olmuştur. Ama zaten BM’nin daha kuruluş aşamasında barış sözcüğünün emperyalistler için ne anlama geldiği ortaya çıkmıştır. BM sözleşmesi 52 ülke tarafından imzalandıktan sadece 1,5 ay sonra Fransa Cezayir’de binlerce insanı katletmiştir. Keza aynı günlerde ABD, Japonya’ya iki atom bombası atarak yüz binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. Ayrıca BM’ye üye olabilmenin birinci koşulu Mihver devletlerine savaş ilan etmek olarak belirlenmiştir. Örneğin Türkiye, BM’ye üye olabilmek için Şubat 1945’te (kâğıt üzerinde de olsa) Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etmiştir!
Savaştan sonra çözülmesi gereken sorunlardan biri de Asya ve Afrika’daki sömürgeler sorunuydu. Yenilen ülkelerin sömürgelerinin yanı sıra, galip ülkelerin sahip olduğu sömürgelerin de bir çözüme kavuşturulması gerekiyordu. Savaştan galip çıksa da ekonomik olarak yıkıma uğramış olan müttefik Avrupa ülkeleri için sömürgelerde ulusal bağımsızlık mücadelelerinin yaygınlaşması sorun yaratıyordu. Sömürgelerde daha savaştan önce boy vermeye başlayan ulusal bağımsızlık mücadeleleri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının ardından SSCB’nin de desteğiyle büyüyerek genişleyecekti. Ulusal bağımsızlığını kazanan ülkelerin SSCB’nin etki alanına girmesi Batılı emperyalistlerin isteyeceği en son şeydi. Bu nedenle sömürge ülkelerde artık kaçınılmaz olan bağımsızlık sürecini yöneterek Afrika’daki nüfuzlarını korumak emperyalist çıkarları açısından en makulüydü. Şüphesiz aynı kutupta yer alsalar da emperyalist ülkelerin kendi aralarında da bir rekabet ve mücadele vardı. Güçler arasında bir denge unsuru olarak BM, sömürge ülkelerin bağımsızlık sürecini yönetmek amacıyla Vesayet Konseyi’ni oluşturdu. Vesayet Konseyi’nin amacı “bölgelerin politik, ekonomik ve sosyal olarak gelişimini desteklemek ve kendilerini yönetmek ve özgür iradeye sahip olmak konusunda gelişimlerine katkıda bulunmak” olarak tanımlanmıştı. Bu katkının ne menem bir şey olduğunu gerek bağımsızlık sürecinde gerekse de bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, Afrika ülkelerinde hiç bitmeyen çatışmalardan, iç savaşlardan anlamak mümkündür. Vesayet Konseyi savaştan önce “manda” statüsünde olan 11 ülkeyi “Vesayet Bölgesi” olarak ilan etti. Böylece Ruanda’nın manda statüsü sona eriyor, bağımsızlığa giden süreçte BM gözetiminde Belçika’nın vesayetine bırakılıyordu.
Savaştan önce izlediği kutuplaştırma siyasetinde tercihini Tutsilerden yana yapan Belçika, savaştan sonra oluşan yeni durumda taktik değiştirerek Hutuları destekleme kararı aldı. Düne kadar Hutuları siyasetten ve toplumsal yaşamdan dışlama politikası güdenler şimdi demokrasiden söz ediyor, Hutuların da siyasette yer alması gerektiğini söylüyorlardı. Kilise okulları daha önce sadece Tutsileri kabul ederken artık Hutulara da kapılarını açmışlardı. Belçika’nın tutum değiştirmesinin nedeni demokrasi heveslisi olması değildi elbette. Hutu nüfusunun çoğunlukta olması nedeniyle bir seçim yapıldığında kurulacak Hutu partilerinin iktidara geleceğini hesap eden Belçika, ülkedeki etkinliğini korumak için Hutuları desteklemeyi tercih etmişti. Artık kutuplaştırma siyasetini Hutuların Tutsilere karşı uygulayacağı baskı ve katliamlara destek vererek sürdürecekti. Ruanda’nın bağımsızlığını kazandığı 1962 yılına dek ülke Tutsi ve Hutu elitlerinin iktidar kavgasına sahne oldu. Bu sırada yaşanan katliamlar ve çatışmalar yoksul Hutu ve Tutsi halkları arasındaki düşmanlığı daha fazla körükledi. 1960 ve 1961 yıllarında yapılan seçimlerde iktidara Tutsi karşıtı Parmehutu partisinin gelmesinin ardından 1962’de bağımsızlığını ilan eden Ruanda’da artık yeni bir dönem başlıyordu.
Soykırımın yapıldığı 1994 yılına kadar Ruanda’da çatışmalar, baskılar hiç bitmedi. Ancak bu sefer geçmiş dönemden farklı olarak emperyalistlerin desteğini arkasına alanlar Hutular iken, ayrımcılığa tabi tutulanlar ve dışlananlar ise Tutsilerdi. Tutsiler “yabancı” olarak görülüyor, ayrımcılık toplumsal yaşamın bütün alanlarında hissediliyordu. Soykırımdan sonra hayatta kalan Tutsilerden biri gördükleri muameleyi şöyle anlatıyordu: “İlkokula başladığımızda bile bizi Hutulardan ayırıyorlardı. Öğretmenler bizi ayağa kaldırıyorlardı. Sonra da Hutuları bir tarafa, Tutsileri bir tarafa oturtuyorlardı.”
Ruanda’da dünyanın İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra gördüğü en büyük soykırıma giden yolu döşeyenler sadece Belçikalı emperyalistler değildi şüphesiz. Bu süreçte BM, Tutsileri bekleyen tehlikeye karşı sadece “uyarı” yapmayı tercih etmişti. Fransa, Afrika kıtasında pek çok sömürgesi olan ülkelerden biriydi. Kıtadaki sömürgeler ardı ardına bağımsızlıklarına kavuşurken, o, ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar yaparak kıtadaki nüfuz alanını diğer emperyalist ülkelere karşı koruma yoluna gidecekti. Çıkarlarına göre bu ülkelerdeki askeri darbeleri desteklemekten ya da kendisi bizzat askeri müdahalelerde bulunmaktan geri durmayacaktı. Fransa’nın Ruanda ile ilişkisi de bu kapsamdaydı. 1973’te bir askeri darbeyle iktidara gelen Juvenal Habyarimana hükümetini destekleyen Fransa, Tutsilerin baskı görmesini, ayrımcı politikalara maruz kalmasını, zorunlu göçe tabi tutulmasını, hatta katledilmesini görmezden geldi. Habyarimana hükümetiyle yaptığı askeri anlaşmalarla ülkeye silah satışı yaptı, Ruanda ordusunu ve polisini eğitti ve Fransız askerini ülkede konuşlandırdı. 1990-1993 yılları arasında yaşanan iç savaşta ve 1994 yılındaki soykırım sırasında Hutu iktidarına askeri desteğini devam ettirdi.
Soykırıma giden yolda nefretin her geçen gün körüklendiği çatışmalı yıllar boyunca yüz binlerce Tutsi komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Ülkelerine geri dönme istekleri geri çevrilen Tutsilerin kurduğu Ruanda Yurtsever Cephesi (RPF) ile Hutu iktidarı arasında yaşanan ve üç yıl süren iç savaş 1994’te yapılan bir anlaşma ile sona erdiğinde aşırılıkçı Hutular bu anlaşmaya tepki göstererek Tutsi düşmanlığını körüklemeye giriştiler. İlk kurulduğunda iktidar partisinin gençlik örgütü olan Interahamwe bu süreçte katliamlar yapan paramiliter bir güce dönüştü. Habyarimana’nın kurduğu RTLM radyosu Hutuları Tutsilere karşı kışkırtan provokatif yayınlarının dozunu arttırdı. Tutsilerden hamamböceği olarak söz ediliyor, hesaplaşma zamanının yaklaştığı söyleniyordu. Tutsi ve ılımlı Hutular fişlenerek ölüm listeleri hazırlanıyor, Fransa, Mısır ve Güney Afrika’dan gelen silahların yanı sıra Çin’den yüz binlerce pala ve satır sipariş ediliyordu. Yapılan açıkça bir katliam hazırlığıydı ama başta Habyarimana hükümeti olmak üzere Fransa, Belçika ve BM bu hazırlığı görmezden gelmeyi tercih ettiler. Katliam Habyarimana’nın uçağının düşürüldüğü gün RTLM radyosundan “hamamböceklerini öldürün” anonslarının yapılmasıyla başladı ve giderek şiddetini arttırdı. Halklar arasında yaratılan nefret öyle bir noktaya varmıştı ki katliama katılan Hutular her gün sabah işe gider gibi ellerine palaları alarak kadın, çocuk demeden akşama kadar öldürüyorlardı. Yorulduklarında kaçmalarını engellemek için kurbanlarının aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katliamlarına devam ediyorlardı. Kiliselere sığınan yüzlerce Tutsi, rahipler eliyle katliamcılara teslim ediliyordu. Aralarında eşlerini ve çocuklarını öldürenler dahi vardı. Sokaklarda, evlerde, kiliselerde üst üste yığılmış binlerce cesedi sokak köpeklerinin yemeye başlaması dehşet tablosunu tamamlıyordu. Ama bu dehşet tablosu bile BM’yi harekete geçirmeye yetmemişti.
Soykırım yaşanırken sağır-dilsizi oynayan emperyalistlerin ikiyüzlülüğü
Ruanda’da her gün binlerce insan dünyanın gözleri önünde katledilirken, 10 BM “Barış Gücü” askerinin Hutular tarafından öldürülmesini bahane eden ABD’nin bastırmasıyla BM, “Barış Gücü” askerlerinin tamamına yakınını geri çekti. Askerlerin çekildiği yerlerde katliamlar daha da arttı. BM, ABD ve Fransa’nın girişimleriyle yaşananın bir soykırım olduğunu reddederek müdahale etmemeyi, katliama seyirci kalmayı tercih etti ve ülkeye silah ambargosu uygulanması kararını ancak 17 Mayısta alabildi. Ambargo kararına rağmen Fransa el altından Hutuları silahlandırmayı sürdürdü. Soykırımı resmi olarak kabul eden BM raporu ise, katliam başladıktan neredeyse iki ay sonra 31 Mayısta Güvenlik Konseyi’ne sunulmuştu. Rapora rağmen Güvenlik Konseyi harekete geçmekte yavaş davranmış, katliam ancak RPF’nin ülkenin genelinde kontrolü sağlamasıyla 18 Temmuzda sona ermişti. Ayrıca Fransa BM’nin onayını alarak 23 Haziranda sözde soykırımı durdurmak amacıyla Turkuaz operasyonu adını verdiği bir askeri müdahale gerçekleştirmişti ancak bu operasyon soykırımı durdurmamış, aksine RPF’nin ilerlemesini engelleyerek katliamların devam etmesine neden olmuştu. Turkuaz operasyonuyla Fransa soykırımcı Hutuların ülke dışına çıkmasına da yardım etmişti.
Ruanda soykırımının sorumluları gören gözler için ortadadır. Yakın tarihte gerçekleşmiş bir olay olmasına rağmen her ne hikmetse sorumlular tam olarak aydınlatılamamıştır. Fransa’nın soykırımdaki rolü de hâlâ tartışma konusudur ve tam olarak açığa çıkarılamamıştır! Aradan geçen 25 yılda Fransa’daki hiçbir iktidar döneminde soykırım dönemine ait arşivlerin açılmasına izin verilmemiştir. BM’nin tek yaptığı ise zamanında müdahale etmediği için “özür dilemek” olmuştur.
Emperyalist güçler 20. yüzyılı Balkanlar’da yaşanan iç savaş ve Ruanda soykırımıyla kapatırken 21. yüzyılın açılışını ise Afganistan ve ardından Irak işgaliyle yaparak Üçüncü Emperyalist Paylaşım Savaşını başlatmıştır. Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından dünyaya barış geldiğini söyleyenlerin yalanları bugün ayan beyan ortadadır. Yaşanan hegemonya sorunu, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizine girmesiyle emperyalistleri her türlü çılgınlığı yapabilecek noktaya getirmiş, emperyalist kapışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Bugün emperyalistler arası hegemonya mücadelesinin kıyasıya sürdüğü, giderek genişleyen paylaşım savaşında yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının yerinden yurdundan olduğu, ekonomik krizlerin şiddetinin daha da arttığı, otoriterleşmenin arttığı, faşist ve ırkçı hareketlerin güç kazandığı bir kapitalist dünyada yaşıyoruz. Bu koşullarda emperyalistlerin dilindeki “barış”, “demokrasi” gibi kavramlar inandırıcılığını hepten yitirmiş, zaten emperyalistler de yarattıkları cehennemi haklı çıkarmak için bunların yerine “güvenlik”, “terörizm”, “dış güçler” gibi kavramları daha fazla tercih eder olmuşlardır. Kısacası kapitalist sistemin dünü ne kadar kanlıysa bugünü de öyledir ve yıkılmadığı sürece geleceği de öyle olacaktır.
[*] 1971 yılına kadar Çin’in koltuğu Çan Kay-Şek’in Komintang’ının başında olduğu Tayvan’a (Çin Cumhuriyeti) verilmişti. Uluslararası dengelerdeki çeşitli değişmeler sonucu 1971’de koltuk Çin’in temsilcisi olarak Çin Halk Cumhuriyeti’ne verildi.
link: Demet Yalçın, 25. Yılında Ruanda Soykırımı ve Emperyalist İkiyüzlülük, 27 Mayıs 2019, https://marksist.net/node/6670
Yavuz Özkan Hayatını Kaybetti, Filmleri Yaşayacak!
27 Mayıs Darbesi ve Arka Planı