31 Mart seçimleri geride kaldı. Böylece işlerin planladıkları gibi gitmesi durumunda iktidarın önünde 4,5 yıl boyunca seçimlerin olmayacağı bir dönem açılmış oldu. Bu durum, iktidarın sermayenin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çok daha azgın bir şekilde emekçilere saldırmasını kolaylaştıracaktır. Son bir yıl içerisinde gerçekleştirilen seçimlerin iktidarın dizginsiz saldırı politikalarını belirli ölçüde sınırlayıcı rolü olduğu biliniyor. Şimdi bekletilen saldırıların hayata geçirilmesi için gün doğmuştur. Nitekim Erdoğan’ın daha seçim gecesi yaptığı balkon konuşmasında “gündemimizde çok önemli bir reform programı var” demesi sermayenin taleplerine verilmiş bir cevaptı. Zaten hemen hemen bütün sermaye kurum ve kuruluşlarından aynı doğrultuda açıklamalar geldi. TÜSİAD’dan MÜSİAD’a, TOBB’dan ATO ve İSO’ya kadar bütün sermaye örgütlerinin tepe yöneticileri “yapısal reformların” bir an önce hayata geçirilmesini talep ettiler.
Kuvvetle muhtemeldir ki seçimlerde istenilen sonuçlar alınmadığı için rötarlı da olsa nihayetinde 10 Nisanda Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak sermaye çevrelerinin heyecanla beklediği “yapısal reform” paketini açıkladı. Özelde açıklanan paketi değerlendirmeden evvel krizle birlikte daha da popülerleşen “yapısal reform” kavramına genel anlamda değinmek gerekiyor. “Reform” çeşitli alanlarda iyileştirme amaçlı düzenleme demektir. Ancak burjuvazi bunu da çarpıtarak, kendi sınıf çıkarları uğruna attığı her adımı reform olarak adlandırmakta, emekçilerin haklarına dönük saldırıları da bir iyileştirme gibi yutturmaya çalışmaktadır. Burjuvazinin “yapısal reform” dediği şey gerçekte geniş emekçi kitlelerin aleyhine düzenlemeler olsa da, manipülatif algı operasyonlarıyla bunların toplumun tüm kesimleri için hayırlara vesile olacağı vaaz ediliyor.
Sermayenin “yapısal reform”ları emekçiler için bir saldırı programından başka bir şey değildir. Mesela meşhur 24 Ocak kararları da sermayenin önündeki engelleri aşmak için gerekli “yapısal reformları” içeriyordu. Bu neo-liberal saldırı politikaları işçiler için ise sendikal haklarının gasp edilmesi, işten atmalar, çalışma koşullarının ağırlaşması demekti. Zaten sermaye bu “reform” paketini ancak 12 Eylül’den sonra istediği gibi hayata geçirebilmiştir.[1] O zamandan beri çok sayıda “reform paketi” açıklandı ve bunların hepsi de işçi sınıfının haklarını tırpanlayan paketlerdi. Albayrak’ın açıkladığı son ekonomi programı da işçi sınıfının kalan haklarına saldıracaklarının beyanı olmuştur.
Burjuva iktisatçıları krizlerin kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı bir olgu olduğu gerçeğini kabul etmek istemezler. “Genelde onlar patlak veren krizleri her zaman yanlış ekonomi politikalarına, mali sistemdeki kusurlara ya da kredi mekanizmasındaki şişmelere bağlayarak işin içinden sıyrılma eğiliminde olmuşlardır.”[2] Dolayısıyla mevzubahis konularda tedbir alınır, mali disiplin sağlanırsa, yani ekonomi doğru yönetilirse kriz yaşanmaz düşüncesini telkin ederler. Yargıdan eğitime, finanstan kurumların bağımsızlığına ve şeffaflığa kadar ekonomiyi ilgilendiren her alanda yapılması gereken düzenlemeleri “yapısal reformlar” olarak tarif ederler. Burjuva iktisatçılarına göre bu “yapısal reformlar” hayata geçirilirse ekonominin yapısal sorunları da çözülecektir. Bu görüş kapitalizmin tarihi boyunca defalarca çürütülmüş olmasına rağmen burjuva iktisatçıları tarafından savunulmaya devam ediliyor. Kapitalizm geçmişte bazı yapısal dönüşümler sayesinde büyük krizlerini atlatabilme şansına sahip olmuştur. Ama hiçbir önlem kapitalizmi krizlerden kurtaracak sihirli bir güce sahip olmamıştır, olamaz da. Nitekim bugün kapitalizm tarihsel bir sistem krizi içerisinde debelenip durmaktadır. Geçmişte çöküşlerin ötelenmesine imkân tanıyan araçlar giderek aşınmıştır. Bugün kapitalizm gençlik dönemlerindeki gibi krizlerini göreli hızlı bir şekilde atlatıp hummalı ekonomik büyüme dönemleri yaşayabilecek durumda değildir.
Uluslararası finans kuruluşlarının yayınladığı raporlarda yer alan veriler ve değerlendirmeler de bu gerçekliği göstermektedir. Reform paketinin açıklandığı gün IMF de dünyadaki ekonomik durum ile ilgili raporunu açıkladı ve dünya ekonomisinin 2017’de artan büyüme hızının 2018 ile birlikte tekrar yavaşladığına dikkat çekti. ABD-Çin arasındaki ticari gerilimin, euro bölgesindeki sorunların, Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerde yaşanan ekonomik krizlerin bir yılda çok şeyi değiştirdiğini söylüyor rapor. Bu yüzden 2019 için daha önce %3,6 olarak verdikleri büyüme tahminini 3,3’e çekmiş durumdalar. Raporda Türkiye ve Arjantin’e özel olarak yer verilmesi dikkat çekici. Bu iki ülkenin dünya ekonomisi için büyük bir risk oluşturduğu vurgulanıyor. Türkiye ekonomisinin 2019 yılında %2,5 küçüleceği öngörülmüş.
Küresel olarak kapitalizmin hali ortadayken Türkiye gibi kırılganlıkları olan bir ülkede kapitalist ekonominin sözümona reformlar yoluyla krizlerden kurtulması mümkün değildir. Ama yine de bugün tüm burjuva iktisatçılar, yandaşı da muhalifi de, yapısal reform ihtiyacından bahsediyorlar. “Yapısal Dönüşüm Adımları 2019” programını muhalif iktisatçılar “yetersiz” diye eleştirirken, yandaşlar ise “her şey çok güzel olacak” diyor. Aralarında bundan başka bir fark yoktur. Daha sıkı mali politikalar, kemer sıkma politikaları, kıdem tazminatının fon aracılığıyla gasp edilmesi gibi konularda biçimsel farklılıkları bir kenara bırakacak olursak tüm burjuva iktisatçılar ortak görüşteler.
İktidara geldiği günden beri işçi sınıfının mücadeleyle kazanılmış haklarını kuşa çeviren AKP, krizin faturasını yine işçi sınıfına yıkarak elinde kalanı da almak istemektedir. Yıllardır sermayenin iştahını kabartan kıdem tazminatının fona devredilmesi ve bireysel emeklilik sigortasının zorunlu hale getirilmesi, vergi sisteminde yapılacak değişiklikler ekonomik programdaki temel saldırılar olarak öne çıkıyor. Programda ayrıca finans başta olmak üzere inşaat ve enerji sektörünün sorunlarına çözüm için yapılacaklar sıralanırken, geniş emekçi kitlelerin sorunlarının çözümü için atılacak herhangi bir adım yok. Bilakis sermayenin sorunlarının çözümü için işçinin, emekçinin cebine, alın terine el atılıyor. Sermayenin finansman sorunu için işçinin kıdem tazminatına, yapılacak zorunlu kesintilerle aldığı üç kuruşluk ücretine dahi göz dikiliyor.
Damat, sermayenin taleplerini karşılamaya dönük programı açıklarken, saldırı paketinde yer alan adımların nasıl atılacağına, hangi düzenlemelerin yapılacağına dair ayrıntılı ve net bilgi vermedi. Bu yüzden programın sermaye çevrelerini gerçekte pek tatmin ettiği de söylenemez. TÜSİAD hemen sonrasında yaptığı açıklama ile konulan hedeflere ulaşmak için destek sunacaklarını belirtirken; hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler ve kurumların bağımsızlığı gibi hususlara da vurgu yaparak üstü kapalı da olsa eleştirilerini ve beklentilerini dile getirmiş oldu. Yani TÜSİAD kıdem tazminatı, BES vb. gibi saldırı politikalarına ve krizin faturasını işçi sınıfına ödettirmeye dönük adımlara sonuna kadar destek verip, Türkiye’nin Batı kampından ayrılmaması gerektiğinin mesajını da veriyor. Çünkü krizin aşılabilmesi için Batı’nın kredilerine ihtiyaç duyuyorlar ve Türkiye’nin izlediği siyasal çizgi buna engel olacağı için bu krizi derinleştireceğini düşünüyorlar. Nitekim Bakan programı açıkladıktan hemen sonra IMF, Dünya Bankası ve G20 toplantıları için ABD’ye gitti. Dış basına yansıyan haberlerde, yatırımcılarla görüşen Albayrak’ın “reform paketini” aynen anlattığı fakat ikna edici olmadığı söyleniyor.
Aslında rejim hanidir bu “reform” açıklamalarıyla Türkiye ve dünya ekonomisinin krizde olduğu koşullarda piyasaları rahatlatmayı amaçlıyor. Geçen sene Türk lirasının ani değer kaybından sonra Eylül ayında yine Albayrak’ın açıkladığı YEP de benzer bir amacı taşıyordu. Zaten son paket de YEP’in bir uzantısı olarak takdim edildi. Rejim cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile saldırılarını istediği gibi hayata geçirebilecek enstrümanlara sahip. Damat bu “reformları” 2019 yılı içinde hayata geçireceklerini bir iki kez altını çizerek söyledi. Programın hayata geçirilmesi konusunda “güçlü bir iradeye sahip olduklarını” ifade etmesi de muhtemelen bu saldırılara karşı duracak kesimlere rejimin kararlılığını ve karakterini hatırlatma amacını taşıyordu. Sermayeye kıyak ve güven, işçi sınıfına gözdağı! Siyasal koşullar ve işçi sınıfının örgütsüzlüğü hesaba katıldığında, pakette yer alan saldırıları iktidar çok daha pervasızca gerçekleştirmeye girişecektir.
Sermayeye kaynak: BES, kıdem tazminatı, vergiler
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de finans sektörünün ekonomideki rolü büyük. Kredi mekanizması ile kapitalizme içkin sorunlar aşılmaya çalışılıyor. Bu yüzden ekonomik programda kredi mekanizmasının tıkanmaması için alınması gereken tedbirlere özel önem verilmiş. Türkiye’nin kredi hacminin 2,5 trilyon lira civarında olduğunu söyleyen Bakan, batık kredilerin oranını ise %4,2 olarak verdi. En kötü koşullarda bile bu oranın %6’yı geçmeyeceğini ifade ederek sermaye çevrelerini kredilerin geri ödenmesi konusunda rahatlamaya çalıştı. Ancak burjuva iktisatçılar dahi bunun çok iyimser bir tahmin olduğunu ve tüm dünyanın krizde olduğu koşullarda batık kredi oranının %6 gibi bir oranda kalmasının inandırıcı olmadığını söylüyorlar. Bakan da kendi söylediğine inanmıyor olmalı ki batık krediler risk oluşturmasa da bazı tedbirler alacaklarını ifade etti. Bunlardan birincisi kamu bankalarına Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından 28 milyar liralık kredi verilecek olması. Bunun kaynağı açıklanmadı ama programın bütününden ve burjuvazinin bütün tarihi boyunca krizi aşma yöntemlerinden gayet iyi biliyoruz ki kaynak çeşitli yollarla emekçilerden elde edilecektir. Özel bankalar içinse, sermayelerini güçlendirebilmeleri için temettü (yıllık kârdan hissedarlara dağıtılan pay) kaldırılacak. Aslında temettü dağıtımı zaten son yıllarda BDDK’nın izin vermemesi ile fiilen kaldırılmıştı.
Bakan, konkordato ve iflas ile ilgili yeni yasal çerçeve oluşturulacağını da ifade etti. Buna göre özellikle borç ödeme kabiliyetini yitirmiş şirketlerin hızlı şekilde tasfiyesi sağlanacak. Bu, seçimler öncesinde baskılanan iflasların da önünün açılacağı anlamına geliyor. Hatırlanacak olursa geçen sene konkordato ilan eden şirketlerin sayısı bir anda artmıştı. Bu durum ekonominin gidişatına dair çok somut bir veri ortaya koyduğu için iktidar duruma müdahale ederek konkordato ilanını zorlaştırmış ve konkordato ilan eden şirketlerin sayısındaki artış durmuştu. Yeni yasal çerçeve ile nasıl bir alicengiz oyunu oynayacaklar bilemiyoruz ama çok sayıda şirketin iflas etmesiyle birlikte işsizliğin daha da artacağı aşikâr. İktidar nasıl ki parlamento şalı ile tek adam rejiminin üstünü örtmeye çalışıyorsa, ekonomi istatistiklerini de şu veya bu şekilde manipüle ederek ekonomik krizi gözlerden kaçırmaya çalışıyor. Ancak mesela TÜİK gibi “bağımsız” ve “bilimsel” bir kurumun yayınladığı istatistikler emekçilerin hayatındaki somut sorunları ortadan kaldırmıyor. Gerçekte iflas etmiş olan firmaların resmen faaliyetlerine son vermemiş olmaları durumu değiştirmiyor. Bu firmalar ya işçi çıkarıyorlar ya ücretleri ödemiyorlar veya kesintilere gidiyorlar veyahut hepsini birden yapıyorlar.
Finans alanındaki bir diğer tedbir ise enerji ve gayrimenkul sektörü için kamunun iştirakçisi olmadığı fonlar kurulması. Ekonominin kilit sektörleri arasında yer alan bu iki sektörün %4,2 olarak verilen batık kredilerdeki payı yüksek. Bu sektörlerde yer alan firmaların batık kredileri, kurulacak iki ayrı fona devredilecek. Bu fonda devletin dahli söz konusu olmayacak. Böylece batık krediler bankaların bilançolarından düşülecek ve uluslararası krediler için bankaların sicili temize çekilmiş olacak. Geçtiğimiz yıl bankaların bilançolarının temizlenmesi için batık kredilerin aktif olmayan devlet bankalarından birine transfer edilmesi gündeme gelmişti. Bu amaçla, hemen gerekli mevzuat değişikliği yapılarak Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankasının herhangi bir hukuki müdahaleye tabi olmaksızın faaliyet yürütmesi sağlandı. Bu şark kurnazlığı ile uluslararası finans kuruluşlarını kandıramayacaklarını anlamış olsalar gerek ki yeni bir yol arıyorlar.
Peki, finans alanına dair alınacak tedbirlerin, sermayenin ihtiyaç duyduğu kredilerin ve devletin sunacağı katkının kaynağı neresi olacak? Elbette işçi sınıfı! Bakan “sigortacılık, BES ve kıdem tazminatından sonra çok önemli bir yeni finansman kaynağı olacak” derken reformların amacının sermayeye kaynak sağlamak olduğunu da açık açık söylemiş oldu. Ekonomiye finansman sağlayabilmek amacıyla BES’in zorunlu hale getirilmesi düşünülüyor. BES 1 Ocak 2017 tarihinde 1000 ve üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde başlamış, sonrasında da aşama aşama tüm işyerlerinde zorunlu hale getirilmişti. Zorunlu katılım olsa da isteyen sistemden çıkabiliyordu. Nitekim çoğu işçi zorla sokulduğu sistemden derhal çıktı. Bu yüzden iktidar BES’i istediği kadar yaygınlaştıramadı ve sermayeye kaynak olacak yeterli büyüklükte bir fon oluşturamadı. Şimdi ise sistemi tamamıyla zorunlu hale getirmeyi düşünüyorlar. Bu geçen sene açıklanan Yeni Ekonomik Programda da yer alan fakat kuvvetle muhtemel yerel seçimler öncesinde hayata geçirmek istemedikleri bir uygulama idi. Görünen o ki BES herkes için zorunlu hale getirilecek ve bu zaten iki yakasını bir araya getirmekte zorlanan işçi sınıfı için alım gücünün daha da düşmesi anlamına gelecektir. Bakansa pişkince, “artık emekli olunca nasıl geçineceğim derdi olmayacak” diye müjde veriyor. Dış finansmana bağımlılık BES ile azaltılacakmış! Bakan BES’te biriken paranın nerelere ek kaynak işlevi göreceğini anlatırken işsizlik fonu geliyor akla. Amaç emeklinin geçinmesi değil sermayeye kaynak sağlamak.
BES ile birlikte kıdem tazminatının fona devredilmesi de 2019 planları içerisinde. “Tüm paydaşların katılımı ile BES ve kıdem entegre olacak, 2020’de başlayacak” diyor Bakan. Kıdem tazminatının fon kurularak gasp edilebilmesi için AKP iktidarının ilk yılında iş yasasına geçici bir madde eklenmişti. Ancak bir ölçüde işçi sınıfı için iş güvencesi anlamına gelen kıdem tazminatının gaspını gerçekleştirecek koşullar oluşmadı. Her ne kadar AKP kıdem tazminatının fona devredilmesinin işçilerin çıkarına olduğu yalanını söyleyip dursa da, bu konuda çok büyük algı operasyonları yürütse de, istediği sonucu elde edemedi. İşçi sınıfının örgütlü kesimleri fonun anlamını geçmiş deneyimlerinden de iyi bildikleri için hükümetin saldırısına karşı direndi. Sendikalar kıdem tazminatı konusunun kırmızı çizgileri olduğunu söyleyerek tavır aldılar. İşçi örgütlerinin bindirdikleri basınç sonucunda, hükümet kıdem tazminatı gaspı planını her seferinde yeniden rafa kaldırmak zorunda kaldı. Ne var ki, mevcut ekonomik koşullar sermayeyi daha da saldırganlaştırırken, siyasal koşullar ise sermaye açısından kıdem tazminatının gaspı için daha uygun bir ortam sunuyor.
Sermayenin gözü doymak bilmiyor. İktidar, üretilen zenginlikten en az payı aldığı halde en fazla vergiyi veren işçi sınıfının belini daha da bükecek bir vergi sistemi oluşturmayı planlıyor. Bakan hem kurumlar vergisini azaltacaklarını söylüyor, hem gelire göre artan oranlarda vergilendirmeyi daha etkin hale getireceğiz diyor, hem de verginin daha da fazla tabana yayılmasını sağlayacağız diyor. Birbiri ile çelişen bu karmaşık ifadeler aslında emekçilerden daha fazla vergi alınacağı gerçeğini gizliyor. Kurumlar vergisinin azaltılması demek büyük sermaye kuruluşlarının daha az vergi vermesi demektir. “Tavana yayılması” gereken verginin tabana yayılması ise zenginlerden değil emekçilerden alınan vergilerin arttırılması anlamına geliyor. Zaten gelir vergilerinde artan enflasyon karşısında gerekli düzenlemeler yapılmadığı için işçinin alım gücü daha da düşmektedir. Vergi dilimleri resmi enflasyon artışı kadar bile arttırılmadığı için işçinin ödediği vergi miktarı artmış durumda. Ama sermaye doymak bilmeyen vampir gibi işçinin kanını emmek istiyor.
Bakanın adeta önemsiz bir hususmuş gibi söyleyip geçtiği bir konu vardı ki, bu işçiler açısından hayati bir öneme sahip. Bakan “Sosyal Güvenlik Reformu” paketini bu yıl içerisinde açıklayacaklarını ve uygulamaya alacaklarını belirtti. Albayrak, “Bu reform paketi aktif-pasif oranının daha üst seviyelere çıkmasını sağlamayı, prim gelirlerini arttırmayı ve SGK’nin aktüeryal dengesini daha da güçlendirmeyi hedeflemektedir” dedi. Yani sigorta primleri arttırılacak, emekli olmak zorlaştırılacak, emekli aylıkları düşürülecektir. EYT’liler haklarının iadesi için son aylarda giderek daha fazla seslerini duyurmaya, mitingler, toplantılar gerçekleştirmeye, örgütlenmeye başladılar. Ancak talepleri burjuvazi için büyük bir maliyet olarak görüldüğünden bu konuda herhangi bir adım atılmadı. Hatta şimdi daha da beter koşulların getirilmesi planlanıyor. Bu durum, işçi sınıfı sermayenin saldırılarına bütünsel yaklaşamadığında, günü kurtarmaya çalıştığında başına geleceklerin somut bir örneğini oluşturuyor.
Sonuç olarak, reform paketi diye yutturulmaya çalışılanın saldırı paketi olduğu ortadadır. Burjuvazi niyetini beyan etmiştir. Rejimin karakteri burjuvazinin istediği yasal düzenlemeleri gerçekleştirebileceği imkânları sağlıyor. Bu saldırı paketinin tartışmaya açılacağı bir parlamento veya yargı yoktur. Düzen muhalefetinin de bu politikalara kökten bir itiraz yükseltmeye niyetinin olmadığı biliniyor. Dolayısıyla bu saldırının püskürtülmesi işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin duruşuna ve mücadelesine bağlıdır. Nitekim DİSK ve KESK ile diğer konfederasyonlara bağlı sendikalardan “kıdem tazminatını gasp ettirmeyeceğiz” açıklamaları geldi. Bu açıklamalar iktidara meydanın o kadar da boş olmadığını göstermek açısından yerindedir. Ancak sermayeye geri adım attıracak olan, açıklamaların kararlılığı veya keskinliği değildir; buna denk düşen örgütlü güçtür. Bu bakımdan işçi sınıfı kıdem tazminatı da dâhil olmak üzere programda yer alan bütün saldırılara karşı hazırlıklı olmalıdır. Bu konuda en büyük görev ve sorumluluğun sendikalara düştüğü ortadadır. Bu bakımdan, bu sene 1 Mayıs işçi sınıfının sermayenin “reform” adı altındaki saldırılarına karşı tutumunu göstermesi bakımından da önemli bir fırsattır.
[1] Bkz. Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar/15, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Kapitalizm Çıkmazda, marksist.com
link: Suphi Koray, İktidarın Yeni Saldırı Programı, 19 Nisan 2019, https://marksist.net/node/6645
150 Kurumdan Çağrı: “Hukuk İşletilsin, Kimse Ölmesin”
Radyum Kızları: Bir Mücadele Hikâyesi