İstanbul Devlet Tiyatrosunda sahnelenen “Bir Peri Masalı: Radyum Kızları” oyununu izledim. Oyunun anlattığı olayları 2016 yılında Dayanışma TV’de izlediğim “Radyum Kızları” belgeselinden biliyordum. Oyun hem konusuyla hem oyuncuların performansıyla bizi 1920’li yıllara götürdü ve kapitalistlerin kâr hırsıyla biz işçilerin yaşamını nasıl da yok saydığını gösterdi. Emperyalist savaşın acılarını, pompalanan milliyetçilikle işçilerin aldatıldığını, işçilerin patronlar için çalışan ücretli köleler olduğunu gözümüze soktu. Oyun bittiğinde ayakta alkışlayan birçok insan gözyaşlarını tutamadı.
Saatin “tik-tak”larıyla ve fabrikadaki masalcı işçi kızın “bir varmış bir yokmuş...” sözleriyle oyun başladı. Masalcı kız bizi geçmişe geri götürerek yaşananları gözlerimizin önüne serdi. Fabrikada işçi arkadaşlarına masal anlatarak kendini sevdiren, onların ustabaşı olan işçi kız, bize de “Radyum Kızları”nın başına gelenleri anlatmaya başladı. O masalı anlatmaya başladığında yaşananlar gözlerimizin önünde canlanmaya başlıyor ve bir anda kendimizi savaş yıllarının içinde buluyoruz. O işçi kızların yaşadıklarının devam ettiğini düşünüyoruz. İnsanlar farklı ama aynı olaylar ve acılar yaşanmaya devam ediyor.
“Waterburry saat fabrikasına 500 vatansever kız aranıyor”, “ABD büyük güç olmak istiyor”, “ABD Avrupa’ya demokrasi götürmek istiyor”, “Avrupa’da faşizm yükseliyor”... Oyunda savaş yıllarından 1930’a kadarki süreç, ABD ve Avrupa’daki gelişmeler arka plandan gelen bu seslerle veriliyor. Fabrikaya yoksul evlerini geçindirmek için saat kadranlarını fosforla boyamak üzere gencecik, hayat dolu kızlar geliyor. Onlar saatleri boyamak için kendilerinden ne isteniyorsa yapıyorlar. Karanlıkta ışıltılı bir yeşile dönen boyalarla her biri günde 100 kadar saatin kadranını boyuyor. Daha fabrikaya adım attıkları andan itibaren üst katta yumuşak koltuğunda oturan patronlarının milliyetçilik propagandası eşliğinde çalışmaya başlıyorlar. Birkaç dakika mola vermeye kalksalar hemen onlara cephede savaşan askerler hatırlatılıyor. Sürekli olarak fedakârlık yapmaları isteniyor. Onlar da yapıyorlar... Ta ki tüm sağlıklarını, hatta hayatlarını kaybedene kadar. Hem de daha yirmili yaşlarındayken! “Radyum Kızları” oyunu işçilerin sağlığını zerre kadar önemsemeyen, gözünü kâr hırsı bürümüş olan kapitalistleri, onların satın aldığı doktorları, onların satın aldığı “adalet” sistemini teşhir ediyor. İşçi sınıfı örgütsüz ve bilinçsiz olduğunda ister cephede ister fabrikada olsun patronlar sınıfının çıkarları uğruna ölmeye devam ediyor. Ama ne zaman ki işçiler mücadele etmek için ayağa kalkıyor, işte o zaman kazanıyorlar!
“Radyum Kızları”nın gerçek hikâyesi oyunda anlatıldığından çok farklı değil zaten. Polonyalı Fizikçi Marie Curie 1898 yılında eşi Pierre Curie’yle birlikte radyumu keşfetti. Curie’ler çalışmalarının ilerleyen aşamalarında radyumun özellikle kanser tedavisinde işe yaradığını gördüler. Ne var ki henüz insan sağlığına ne derecede yararlı ve zararlı olduğu test edilmeyen bu radyoaktif madde, bir anda tüketim çılgınlığının nesnesine dönüştü!
1900’lerin başlarında radyumdan ışıltılı bir boya elde edildi ve fosfor gibi ışıltı yayan bu boya bir anda popüler hale geldi. Karanlıkta parıldayan bu mucizevî boya, çinko bir bileşimle karıştırılmış olan radyoaktif radyum tuzlarından ibaretti. Bu boyanın kullanım olanakları dönemin bazı burjuvalarının kâr iştahını kabartmıştı. Makyaj malzemelerinde, gıda maddelerinde ve çeşitli endüstriyel ürünlerde kullanılmaya başlandı. Doktorlar sağlıklı olduğunu ileri sürdüğü için takviye şuruplarına, güzel ve parlak görünmek isteyen kadınlar için rujlara, ojelere, kremlere katıldı. Kadınlar daha parlak görünsün diye saçlarına, ışıltılı görünsün diye yüzlerine, dişlerine sürdüler. Hatta çocukların çok sık yediği çikolataya ve suya bile katıldı! Yeni bulunmuş olan bu element sonuçları araştırılmadan çılgınca kullanılmaktaydı! Yıllar sonra Madam Curie’nin de ölümüne yol açacak olan bu maddenin insan sağlığı için ne derece tehlikeli olduğu “Radyum Kızları”nın mücadelesi sonucu ortaya çıkacaktı.
Radyumun bu cazibesinden nasibini almak isteyen saat fabrikası patronları (Waterbury onlardan biri) o dönem son teknoloji ürünü olan karanlıkta parlayan saatler üretmek istedi. Ordudaki askerler için yapılmaya başlanan kol saatlerinin rakamlarına, çizgilerine ışıltı katmak için ince fırçaları tutacak narin ellere yani kadın işçilere ihtiyaç vardı. Kızlardan düzgün boyamaları için fırçayı sürekli ağızlarında düzeltmeleri isteniyordu. Bu işte bir risk olduğunun farkında olmayan kızlar iğrenç bir tadı olan boyalı fırçayı, işlerini düzgün yapmak için ağızlarına almaktan çekinmiyor, işleri bittiğinde de ellerine bulaşan boyayı, parlasın diye saçlarına ve yüzlerine sürüyorlardı.
Kızlar bir kere vücuda girdiğinde bir daha çıkmayan radyumun tehlikelerinin farkında değillerdi. Ama onlar için ışıltılı olan bu dünya çok uzun sürmedi. Bir müddet sonra hastalanmaya başladılar. Kilo kaybediyor, elleri, kolları, dizleri tutmaz oluyor, dizlerinde, ağızlarında yaralar çıkıyor, dişleri dökülüyor, çene kemikleri anormal derecede büyümeye, deforme olmaya başlıyordu. Saatleri düzgün boyamak için sürekli dudaklarıyla düzelttikleri fırça ile farkına varmaksızın radyum zehrini yutuyorlardı. Güzelleşmek için yüzlerine sürdükleri madde hem güzelliklerini hem yaşamlarını ellerinden alıp öldürmeye başlıyordu onları. İşyeri doktorları ise kızların hastalıklarına işyeriyle ilişkilendirilmeyecek teşhisler koyuyordu: Romatizma, mide sorunları, kansızlık ve hatta frengi! İşçi kızlardan biri bir yıl sonra doktora gidip dişini çektirmek istediğinde dişiyle beraber çene kemiği de kopup gelmişti. Bu kızlardan Amelie Maggie anemiye yakalanıp, ağzından sürekli kan gelerek henüz 25 yaşındayken öldüğünde, fabrikanın doktoru ölüm belgesine “mide iltihabı” yazmıştı.
Ölümler artmaya başladıktan sonra kızlar hayatlarını işkenceye çeviren sorunun radyum maddesiyle bağlantılı olduğunun farkına vardılar. Sağlıklarını umursamayan patronlarına karşı adalet mücadelesine giriştiler. Ama mülk sahipleri karşısında adalet arayışları hiç de kolay olmadı. Başlarına gelenlerin sorumluluğunu üstlenmeyen patronlarını dava etmeye giriştiklerinde dava tarihini bile ancak 3 yıl sonrasına alabildiler. Patronlar tarafından satın alınan mahkemede aşağılayıcı muamelelere maruz kaldılar.
Verdikleri nefeste bile radon gazı çıkan Radyum Kızları artık kendilerine “yaşayan ölüler” diyorlardı. Öleceklerini biliyorlar ama yaşadıkları süre içinde kendilerini yaşayan ölülere çeviren kapitalistlerden hesap sormak ve kendilerine yapılanların başkalarına yapılmaması için mücadele vermek istiyorlardı. Mahkeme yıllarca sürdü ve ölümler arttıkça Radyum Kızları daha fazla tanınmaya, başlarına gelenler bilinmeye, mücadelelerine kitle desteği artmaya başladı. Dava sürerken kızların sağlığı giderek daha da kötüye gitti. Davayı kaybetmemek için siyasi desteği arkalarına almış ve kesenin ağzını açmış olan patronlar, 13 kızın daha ölmesi ve kızlara toplumsal desteğin artmasıyla geri adım attılar. Sonunda mahkeme onlara tazminat ödenmesine, ölene kadar maaş bağlanmasına ve tüm tedavi ücretlerinin karşılanmasına karar verdi ama sağlıkları ve ölen arkadaşları geri gelmedi. Kızlar verdikleri bu mücadelenin sonucunda radyumun kullanımı ile ilgili düzenlemelerin getirilmesini sağladılar ve insan sağlığına ciddi şekilde zarar veren bu maddenin daha fazla insanın hayatını karartmasını engellediler. Bu düzenlemelere rağmen işçilerin yaşamını hiçe sayan patronlar Undark boyasını 1960 yılına kadar kullanmaya devam ettiler. Dava kapandıktan sonra da radyumu kullanan patronlar mağdur edebiyatı yaptılar ve pişkin bir şekilde kamuoyunun kendilerine karşı kışkırtıldığını, adil bir yargılamayla karşı karşıya kalmadıklarını, kötürüm ve engelli kişilere iş vermekle hata yaptıklarını ileri sürdüler.
Radyum Kızlarının başına gelenler kapitalistlerin insan hayatını nasıl da hiçe saydığına çok somut bir örnek. Yaşadığımız topraklarda da her yıl iş cinayetlerinde yüzlerce can yitip gidiyor. Meslek hastalıklarından muzdarip olmayan işçi neredeyse yok! Sanki bu dünyaya patronlar için çalışmak ve onların bize dayattığı koşullar yüzünden sağlığımızı ve canımızı kaybetmek için gelmişiz. Yaşadığımız kapitalist sistemin gerçekliği bu!
“Cesaret, gerçekten korkmayanların uydurduğu bir masaldır. Bize cesur dediklerinde kemiklerimiz tir tir titriyordu” diyordu oyundaki masalcı işçi kız. Kadınlar korksalar da bir gerçekle karşı karşıya kaldılar: Ya patronlara karşı mücadele edecek, onları dize getireceklerdi ya daha fazla insanın kendileri gibi ölmesine göz yumacaklardı. Onlar mücadele etmeyi seçti. Verdikleri mücadele ile tarihe Radyum Kızları olarak geçtiler. Radyum Kızlarının mücadelesi bize net bir şekilde şunu anlatıyor: Yaşadığımız sorunlara karşı mücadele etmezsek çocuklarımıza iyi bir dünya bırakamayacağız. Korkmamız gereken tek şey bu olmalı!
link: Kartal’dan bir kadın işçi, Radyum Kızları: Bir Mücadele Hikâyesi, 22 Nisan 2019, https://marksist.net/node/6646
İktidarın Yeni Saldırı Programı
Güdümlü Sendikaların Yaygarası ve İktidarın Koruma Kalkanları