Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimlerin çöküşüyle birlikte içine girilen ve “Soğuk Savaş” denilen dönemin sona erip sıcak çatışmaların yaygınlaştığı olağanüstü çalkantılı dönem devam ediyor. Kapitalist sistemin egemen gücü ABD’nin, yükselen Çin ya da Rusya gibi yeni emperyalist rakiplerle yüz yüze gelmesi ve dünyanın sonucu henüz belli olmayan uzatmalı bir hegemonya krizinin içine yuvarlanması, yaşanan dönemi belirsizliklerle dolu kaotik bir tarihsel döneme dönüştürmüştür. Bu döneme damgasını basan temel faktör, eski hegemon güç ile hegemonya tahtına göz diken yeni güçler arasında tırmanan bir yeniden paylaşım savaşıdır. Amerikan savaş kurmaylarının 11 Eylül tarihini adeta yeni bir milada dönüştürmüş olmaları da buna bağlıdır ve boş bir atak değildir. Bu tarih, ABD emperyalizminin, rakiplerinin önünü kesmek amacıyla erken davranarak saldırı düğmesine bastığı bir dönemeç noktasıdır.
11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere yönelik saldırı, uzun süredir yürütülmekte olan bu nitelikteki bir hazırlığın son halkası oldu ve Amerikan halkını Ortadoğu kökenli belirsiz bir düşmana karşı “kendi” burjuvalarının etrafında kenetleme amacına hizmet etti. Bu saldırı planının fiilen gerçekleştirilmesinde hangi güçler yer almış olursa olsun, elde edilen sonucun ABD egemenlerinin niyetleriyle doğrudan bağı aşikârdır. Vietnam ulusal kurtuluş savaşı döneminde gerek siperlerde gerekse de ülke içinde yükselen muhalefet dalgasının altında kalan Amerikan burjuva zirvesi, bu deneyimden çıkarttığı bazı dersler doğrultusunda harekete geçti. Bu kez Ortadoğu’ya yönelik çok yönlü saldırılar öncesinde, yaratılan dış düşman çok daha belirsiz ve korkutucu kılındı, şeytan sahneye “uluslararası terörizm” giysilerine büründürülerek çıkartıldı.
Blöf değil
Bu kanlı paylaşıma konu olan alan öyle ya da böyle genişleyecektir. ABD emperyalizminin küresel saldırganlığının tezahürleri ortadadır ve George W. Bush’un 11 Eylül olayının ardından “yeni yüzyılın tarihini yazacaklarını” dünyaya ilan etmesi bundandır. ABD’nin yayılmacı kurgularına bağlı olarak en son Genişletilmiş Ortadoğu Projesi adını alan emperyalist savaş planı gereğince, Ortadoğu’daki 22 ülkenin haritalarının değiştirileceği Condoleeza Rice tarafından dillendirilmiştir. Somut yaşamda ne olur, kimin gücü neye yeter tartışması bir yana, ABD’nin, İran, Suriye gibi ülkelere yönelik savaş tehditlerinin yoğunlaşarak sürmesi kesinlikle blöf değildir. Tarih, hegemonya için büyük bir kapışmaya tutuşan emperyalist güçlerin cephaneliklerinde biriken bombaların er geç halkların tepesinde patladığını kanıtlayan sayısız örnekle doludur.
Üstelik bu kez devreye, nükleer silahlar üzerinden yürütülen bir çekişme sokulmuş bulunuyor. Tehlike son derece ciddidir ve tehdit alanına giren tüm ülkelerdeki halkları doğrudan ilgilendirmektedir. Türkiye de bu alanın içindedir, ama bunun da ötesinde emperyalist hegemonya kapışmasının içeriği, aslında tüm dünyayı etkileyerek kızışacak bir nitelik taşıyor. O nedenle tıpkı geçmişteki emperyalist paylaşım savaşlarında olduğu gibi günümüzdeki yeniden paylaşım savaşı da, enternasyonal ölçekte çeşitli sol çevrelerin siyasal eğilimlerinin kavranması açısından adeta bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor.
Emperyalist savaşın yaygınlaşma tehlikesini küçümseyen, Irak savaşını ABD’de Bush takımının iktidarıyla sınırlı bir “çılgınlık” olarak yorumlayan siyasal yaklaşımlar, dünya proletaryasının devrimci mücadelesini yönetemez ve güçlendiremezler.
Bugün dünya gündeminde yer alan iki önemli gelişme eğilimini bu bilinçle ele alıp aydınlatabilmeli ve yolumuz üzerine dikilen burjuva tuzaklara alabildiğine dikkat ederek eğriyle doğruyu birbirinden ayırt edebilmeliyiz. Bu görev, Latin Amerika’daki gelişmeler konusunda boş bir iyimserliğe kapılmayıp olayları titizlikle değerlendirmeyi gerektiriyor. Daha da önemlisi, Ortadoğu’da yayılma eğilimi taşıyan emperyalist paylaşım savaşının sanki arızi bir gelişmeymiş gibi ikincil düzeye itilmesi eğilimiyle mücadele etmeyi ve bu yakıcı soruna enternasyonal mücadele platformunda gereken ciddiyetle yaklaşılmasını emrediyor. Aslında genişleme sinyalleri veren emperyalist savaşa yönelik tartışmaların, ABD’nin Irak’ta batağa saplandığı için İran’a saldırmaya gücünün yetmeyeceği gibi noktalarda yoğunlaştırılması haklı ve masumane bir siyasal yaklaşım kabul edilemez. Zira bu tür yaklaşımların nihai anlamı, liberalizmin veya burjuva sosyalizminin mücadele kaçkını bir psikolojiyle işçi-emekçi kitlelerin zihnini bulandırması ve siyasal hedef saptırmasıdır. Irak savaşından bu yana Irak’ta emperyalist savaş cehenneminde kavrulan sivil sayısı 100 bini çoktan geçmiştir. “Aptal Bush”, “batağa saplanan Amerika” nitelemeleriyle gelişmeleri küçümseyip vicdanlarını rahatlatmaya çalışan burjuva sosyalistlerinin gözüne gerçekleri batırıp, bu savaşın bir mizah yarışması olmadığını haykırmak lazım.
ABD’nin İran’a yönelik tehditleri, Irak saldırısı öncesinde yarattığı bahaneye (kitle imha silahlarının aranması) benzer biçimde şimdilik “nükleer silahlanma” konusunu hedef almış gibi görünse de, asıl amaç gerçek ve somuttur. Amerikan emperyalizmi, enerji alanında yitirdiği bazı ayrıcalıklarını geri almaya ve daha da önemlisi, yeni güçlerin atağı temelinde oluşacak küresel enerji dengesinde kendi lehine bir pozisyon yaratmaya çabalıyor. İran, dünya enerji denklemi içinde önemli bir yer tutmaktadır. Ne var ki, İran’daki siyasal rejimin koyduğu yasak nedeniyle ABD enerji şirketleri daha Clinton döneminde İran’dan uzaklaştırılmıştı. Üstelik sorun bu noktada da kalmadı. İran artık, Çin ve Hindistan ile beraber yeni enerji yatırımı ve enerji akışı projelerini yaşama geçirme peşindedir. ABD, Avrasya’da çıkarlarına ters düşen bu gelişmeleri terse çevirmenin, bölgede enerji alanında elverişli bir konum elde edebilmenin ve en çok da İran enerjisinin Hindistan’a ve özellikle Çin’e akışını önleyebilmenin derdi içindedir. Bu yüzden saldırgan planlar hazırlamaktadır. ABD emperyalizminin son dönemde ünlendirdiği “önleyici saldırı” planları, rakip güç Rusya’ya karşı da şimdilik ideolojik ve psikolojik harp alanında yürütülüyor. ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney’in, Moskova’yı “demokrasi fakiri” ve “enerji şantajcısı” diye suçlayıp Rusya’ya karşı bir enerji safı oluşturmaya çalışması, yarın kızışacak yeni çatışmaların habercisidir. Rusya’nın nüfuz alanına giren geniş coğrafyada ABD ile Rusya arasında tırmanan hegemonya kapışması bazı yorumcular tarafından “Yeni Soğuk Savaş” olarak adlandırılsa da, bu gerginliğin soğuk seyretmeyip ısınacağı açıktır.
Bu emperyalist savaş cangılının ortasında, iç ve dış çeşitli sol çevrelerde örneklerine rastlayabileceğimiz bilinç bulandırıcı, hedef saptırıcı siyasal tutumlar, 20. yüzyılda yaşanmış olan felâketlerden ders almayı bilmeyen siyasal aymazlığın örneklerini sergiliyor. Unutulmasın ki yeni pazarlara yayılma itkisiyle saldırganlaşan bir emperyalist ülke, militarist serüvenlere, her şey tereyağından kıl çekercesine kolay olacak beklentisiyle girmez. Kendini yeterince güçlü hisseden, hegemon konumundan emin olan emperyalist güç etrafa çılgınca saldırma ihtiyacı hissetmez. Birinci Dünya Savaşında uğradığı büyük Versay yenilgisi Alman emperyalizmini kaderine sessizce razı olacak biçimde köşeye itmemiş, aksine tüm dünyayı vahşice kana bulayacak bir savaş histerisine sürüklemişti. Böylesi histeriler içinde yanıp tutuşan emperyalist güçler kimi savaş alanlarında bataklığa sürüklendikleri hissine kapılsalar da, bu onları uysallaştırmaz daha da saldırganlaştırır.
Kapitalist ülkeleri militarizmi ve faşizmi tırmandırmaya sevk eden temel faktör, kapitalist sistemin işleyişini tehdit eden ciddi siyasal ve iktisadi gerçeklerdir. Olayları, neticede burjuvazinin işine gelecek biçimde tersten okumamak gerekiyor. Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir.
Nitekim burjuva basında yer alan bazı tartışmalar da işin ciddiyetini gözler önüne seriyor. Bazı burjuva araştırmacıları, kapitalist sistemin çeşitli noktalarında keskinleşen derin çelişkileri gözlemleyerek, yaklaşan savaşın bugünden kestirilemeyecek genişlikte çok sayıda ülkeyi içine alacak bir savaş olacağını söylüyorlar. Bugün gelişmeler, ABD’nin saldırgan stratejisini emperyalist sistemin kaynağında beliren devasa sorunlara bağlamayıp, “aptal” Bush iktidarıyla sınırlı göstermeye çalışan Avrupa liberal solunun sayıklamalarını tam anlamıyla çürütüyor. Saldırganlaşmış emperyalistlerden insanlığın çıkarlarını düşünen itidalli çözümler beklenemez. Boş beklentilerin dayanılmaz hafifliği o denli açığa çıkıyor ki, ABD’de temkinli bir Demokrat yönetim bile işbaşına gelse, gelişmelerin aynı yolda devam edeceği bizzat bazı Amerikan akademisyenlerince itiraf edilmektedir.
Tarihte yaşanmış benzer örneklerden doğru dersler çıkartmanın mücadeleyi ilerletebilmek bakımından ne denli önem taşıdığı biliniyor. Birinci ve İkinci emperyalist paylaşım savaşları hatırlanacak olursa, bizleri çarpan ilk gerçek, dünya işçi sınıfının böylesi altüstlük dönemlerine hazırlıksız yakalanması durumunda verilen kayıpların büyüklüğü olacaktır. Bunun yanı sıra, günümüz dünyasındaki sosyal ve siyasal gelişmelerle benzeşen pek çok nokta da bulabiliriz. Kapitalist sistemin krizinin derinleşmesi, emekçi kitleleri derinden sarsan yoksullaşma, işsizliğin devasa tırmanışı, olağan burjuva yönetim biçimlerindeki tıkanma, faşizmin yükselişi gibi olgular, yeniden paylaşım savaşları dönemine damgasını basan ortak hususlardır.
Yeterince deney yaşanmadı mı?
Yüz yüze bulunulan yakıcı sorunlar, işçi sınıfı mücadelesinin dünya genelinde içinde bulunduğu nesnel ve öznel koşulların titizlikle çözümlenmesi ihtiyacına da işaret ediyor. Eşitsiz ve bileşik gelişme temelinde yol alan kapitalist sistemin içine sürüklendiği krizin derinliği ve yarattığı siyasal sonuçlar her yerde eşzamanlı biçimde aynı olmuyor. Örneğin bugün Ortadoğu’da emperyalizmin saldırıları ve kışkırtmaları nedeniyle kan gövdeyi götürürken, Latin Amerika’da sol rüzgârlar esiyor. Ancak Ortadoğu’daki nesnelliğin gündeme getirdiği son derece ciddi problemler bir yana, diğer taraftaki önemli bir hususun üzerinden de atlamayalım. Latin Amerika’da da sol esintilerin arkasında, işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından hayati önem taşıyan bir yığın olumsuzluk gizlenmektedir. “Sol rüzgârlar esiyor” tekerlemesiyle sarhoş olmaya izin vermeyen devrimci uyanıklık, bu olumsuzlukların ciddiyetle ele alınmasını gerektiriyor.
Evet, Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde halk kitlelerinin yükselen eylemliliği temelinde devrimci durumlar yaşandı. Ama bazı sol çevrelerin yazıp çizdiklerinin aksine, bu ülkelerdeki devrimci durumlar kapitalist düzene son verecek devrimlere doğru ilerlemedi. Tersine, yine aynı çevreler tarafından devrimci önderler olarak tanıtılan, gerçekte ise sol popülist liderler olarak sivrilen devlet başkanları eliyle devrimci durumlar birer birer söndürüldü. Brezilya’da işçi lideri olarak başkanlık koltuğuna oturan Lula’nın çok açık hale gelen düzen yanlısı niteliği bir yana bırakılacak olsa bile, Venezuela’da Chavez ya da Bolivya’da Morales konusunda da yanılgıya kapılmamak şart. Kapitalist düzen sınırlarını aşmayan bir solculuğun örnekleriyle ilk kez karşılaşıyor değiliz. Türkiye’de burjuva cumhuriyetin kuruluşuna eşlik eden tepeden reformları ve kapitalist devletçiliği solculuk diye lanse eden Kemalizmden tutun da, komşu Ortadoğu ülkelerinde yaşanan ve yine sol bir model diye reklâmı yapılan “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na dek dünyamız burjuva solculuğun çeşitli örneklerine tanık oldu. Yine Türkiye’de 80 öncesinde kuvvetlice esen sol rüzgârlarla yelkenlerini şişirip, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri burjuva düzenin çıkmaz sokaklarına taşıyan Ecevit örneği de unutulmuş değildir. Latin Amerika ülkeleri ise bu tür bir solculuğun, popülizmin, Peronizmin sayısız örneklerini yaşadı. Bu ülkelerde siyaset sahnesinden, ayağa kalkan devrimci kitleleri reform vaatleriyle yeniden düzen sınırları içine oturtan nice ilerici, solcu, kurtarıcı-despot başkan (caudillo) gelip geçti.
Bazı sosyalist çevreler Latin Amerika’daki süreçler üzerine bu değerlendirmelerimizi fazlasıyla aykırı bulabilirler. Hatta bazı siyasi kesimlerden, bizim gibi düşünenlere sekterlik veya aşırı-solculuk suçlamasının yöneltilmesi hiç de şaşırtıcı olmaz. Zira siyasal tutumlar arasındaki ayrımların keskinleşip netleşmesi, devrimci çalkantıların insanları sürüklediği yol ayrımlarında belli olur. İşçi devrimi açısından neyin ilerletici neyin geriletici olduğu da, nerede durduğunuza ve nereden baktığınıza bağlıdır. Unutmayalım ki burjuva sosyalizminin “devrim” dediği, devrimci proletarya açısından çoğunlukla reform niteliğindedir. Devrimci Marksizmin devrimin durdurulması olarak nitelediği taktikler, küçük-burjuva devrimciliğine devrimin şahikası olarak görünebilir. Oysa kapitalizmin tarihi içinde yaşanan sayısız örnekle kanıtlanan ve bugün de kimi Latin Amerika ülkelerindeki gelişmelerle bir kez daha gözler önüne serilen bir gerçek var. Emekçi kitleleri sol görünümlü Başkanların (ya da despotik yönetimlere kapıyı açan Başkanlık Sisteminin) etrafında kenetlemek amacıyla girişilen reformlar, çeşitli ihtiyaçlar içinde kıvranan yoksul kitlelere kısa vadede bir kurtuluş gibi görünse de, neticede kazanan kapitalist düzen olmaktadır.
Venezuela ya da Bolivya’da geçmişin Amerikancı ve sağcı burjuva politikacılarını oligarşik tahtlarından fırlatıp atarak, iktidar koltuklarına halkın içinden çıkma Chavez veya Morales gibi siyasetçileri oturtan temel etken, bu ülkelerde yaşanan devrimci süreçlerdir. Bir başka deyişle, kitlelerin olağan dönemlerde görülmeyen olağanüstü bir hareketlilikle sokaklara taşıdığı isyanıdır. Bu tür gelişmeler kuşkusuz her devrimcinin yüreğini hoplatır ve haklı bir sevinç kaynağı olur. Ama böylesi tarihsel kesitlerde hüner, rüzgârlara kapılmayıp devrimleri ilerletici bir siyasal yola baş koyabilmektedir. Devrimi ilerletenlerle, devrimi geriletenler asla bir tutulamaz. Bir devrimci Marksist, devrimci durumların tam orta yerinde beliriveren yaşamsal sorunları kavrama çabasından asla uzak duramaz.
Bugün sol rüzgârların estiği söylenen Latin Amerika ülkelerindeki en çarpıcı sorun, devrimci durumların devrime ilerleyebilmesinin önüne dikilen ulusalcı, devletçi siyasal liderliklerdir. Gerçekten de bugün bu ülkelerde tam anlamıyla neler oluyor? Kimi sol çevrelerin çözümlemelerine bakacak olursanız, Venezuela gibi petrol zengini bir ülkede bu alanda yürüyen devlet kontrolü fevkalâde devrimci bir gelişmedir. Keza Bolivya’da devlet başkanı Morales’in enerji sektöründe gerçekleştirdiği devletleştirmeler de aynı çevrelerce benzer şekilde değerlendiriliyor. Bu ülkelerde enerji alanında cereyan eden devletleştirmelerin bazı yabancı tekellerin tekerine çomak soktuğu açıktır. Ayrıca, bazen bu devletleştirmeler, ulus-devletler temelinde bölünmüş Latin Amerika’daki sol iktidarlar arasında da iktisadi çıkar çatışmaları yaratıyor.
Bolivya’da enerji alanında büyük yatırımları bulunan Petrobras adlı Brezilya tekelinin tazminatsız devletleştirilerek ayrıcalıklarını yitirmesi nedeniyle, bu iki ülke arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı bile. Fakat gözden kaçırılmaması gereken esas nokta, Brezilya burjuvazisinin zedelenen çıkarları yüzünden Bolivya devlet başkanı Morales’e bozuk atan kişinin kim olduğudur. Bu kişi, “işçilerin kendi partisi” diye yırtınan bazı sosyalistlerin bir dönem işçi sınıfının önderi diye baktıkları Lula’dan başkası değildir. Tek başına bu örnek bile, bu ülkelerde solcu devlet başkanlarının enerji krizi içinde kıvranan ülkelere, kendi ulusal çıkarları temelinde yönelttikleri tehdidin sınıfsal kaynağını teşhir ediyor. Bir de bu gibi konularda tehlikeli yanılgılara düşmemek için, kapıdan kovulan yabancı kapitalist şirketlerin yerini hangi yeni kapitalist güçlerin veya hangi kapitalist devlet iştiraklerinin aldığını da iyi bilmek lazım. Bolivya örneğine bakacak olursak, bu ülkede enerji alanında Brezilya tekelinden boşalan yere, “devrimci” başkan Chavez’in kontrolündeki Venezuela sermayesi talip oldu. Chavez, Morales’e destek için Venezuela’dan Arjantin’e uzanan yeni doğalgaz boru hattı projesinde ortaklık önerdi. Ayrıca, Venezuela petrol şirketi Petroleos’un Bolivya’da büyük çapta enerji yatırımına girişmesi de gündemdedir.
Özetle, sermaye grupları arasındaki rekabet hem de enerji gibi stratejik bir alanda, bu solcu başkanların kontrolü altındaki Latin Amerika ülkelerini de içine alarak kıyasıya sürüp gidiyor. İran’ın, Çin, Rusya veya Hindistan gibi yeni güçlerle gireceği enerji ittifakına dayanarak ABD’ye kafa tutması günümüzdeki çatışmalı süreci doğrudan etkileyen bir olguysa, Chavez’in İran’a da arka çıkan “caudillo” pozlarında ABD’ye esip savurması özünde farklı bir nitelik taşımıyor.
Chavez Venezuela’nın ulusal çıkarları için Amerika’ya kafa tuttuğu kadar, icabında da Venezuela sermayesini koruyup kollamak üzere rakip kapitalist güçleri sollayacak bir “devrimci” liderdir. Ulusalcı solculuğun, burjuva sosyalizminin işçi sınıfını kurtuluşa götürdüğü vaki değildir. Gerçekler buyken, çeşitli Avrupa kentlerinde tantanalı bir Chavez reklâmı yürütülmesi, onun neredeyse dünyanın bir numaralı devrimci önderi gibi lanse edilmesi ve genç kuşaklarda uyanmaya başlayan sosyalizm sempatisinin ya da Che Guevera hayranlığının bir Chavez kültü yaratmaya alet edilmesi son derece zararlı ve asla onaylamayacağımız siyasal tutumlardır.
Gelelim meselenin diğer bir yönüne. Amerikan emperyalizmi gibi hegemon bir güç karşısında, yıllarca onun arka bahçesi sayılan Latin Amerika ülkelerinin kendi ulusal zenginliklerine sahip çıkmak üzere ayağa dikildikleri haberi kulağa hoş gelebilir. Ne var ki bu durum durduk yere işçi sınıfına bir kazanım bahşetmiyor. Latin Amerika’da gelişen devrimci süreçlerin dünya işçi sınıfına heyecan veren yönleriyle, devrimin ilerlemesini engelleyen faktörler birbirinden çok net biçimde ayırt edilebilmeli. Eleştirilerimiz, Latin Amerika’daki devrimci kabarmaların yalnızca şakşakçılığını yaparak siyasal prim toplamaya çalışan çevrelerin öfkesini çekecek olsa da, ulusal çıkarlarla sınıfsal çıkarlar arasındaki kapsam farkının altını tekrar tekrar çizmek zorundayız. Şayet devrimcilikten anladığınız şu ya da bu emperyalist ülke karşısında ulusal çıkarların savunusuyla yetinmek ise, o takdirde Latin Amerika ülkelerindeki devrimci süreçlerin ilerleyişini tehdit eden somut gerçekler elbette gözünüze batmayacaktır. Ve bu gerçeklerin dile getirilmesi de keyfinizi fena halde kaçıracaktır!
Hangi masumane gerekçenin ardına gizlenmek istenirse istensin, reformist sosyalizm akımına verilecek en ufak bir taviz, proletaryanın devrim stratejisinin ve devrimci bilincinin bulandırılmasından başka hiçbir sonuca hizmet edemez. Somut örnek verelim. Emperyalizme karşı kapsamlı mücadele gereğiyle, son tahlilde yerli burjuvaziyi güçlendirecek olan yabancı sermaye düşmanlığı asla aynı kapsamda olamaz. Ayrıca da bu ikincisi, kimi sosyalistlerin anlamını çarpıttığı üzere, işçi sınıfı mücadelesini devrimci hedefler doğrultusunda ilerletecek geçişsel bir kazanım niteliği de taşımıyor. Bazı yabancı sermaye şirketlerinin veya iştiraklerinin ulusal çıkarların savunusu temelinde devletleştirilmesi, olsa olsa, siyaseten milliyetçiliği ve iktisaden de devlet kapitalizmini güçlendirir. O halde bu kapsamdaki devletleştirmelerle, bir işçi iktidarının yerli ve yabancı büyük sermaye üzerindeki özel mülkiyeti sona erdirecek nitelikteki devletleştirmeleri kesinlikle bir tutulamaz.
Çok açık olan bir gerçeği oraya buraya çekiştirmeden olduğu gibi ifade edelim. Devrimci durumların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinde devrimci Marksizmle donanmış siyasal önderlikler olsaydı, bu önderliklerin temel görevi, örgütlü kitle mücadelesini burjuva devlet aygıtının parçalanması doğrultusunda ilerletmek olurdu. Oysa bu ülkelerdeki solcu başkanlar (söylemleri her ne olursa olsun), devrimci süreçleri parçalanma noktasına sürüklemekten kaçınmamışlardır ve kaçınamazlar da. Burjuva devlet aygıtına dokunmadan burjuvazinin egemenliğini sona erdirmek mümkün değildir. Burjuva düzen ve kapitalizm varlığını sürdürürken bazı yabancı sermaye paylarının devletleştirilmesinin, işçi sınıfı hanesine kazanç veya tarihsel kazanım olarak yazıldığı görülmemiştir. Çünkü, diyelim bir petrol rafinerisinin Amerikalı bir şirket yerine bir Venezuela şirketine ya da şu kapitalist devlet iştirakine değil de bu kapitalist devlet iştirakine ait olması, işçi sınıfının ücretli kölelik koşullarında hiçbir değişim yaratmamaktadır.
Sol kuşak diye adlandırılan Latin Amerika ülkelerinde peş peşe iktidar koltuğuna oturan solcu devlet başkanları arasında, Chavez’in çok daha farklı şekilde değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatarak görüşlerimize itiraz edenler olabilir. Zira bazı sosyalistler Chavez’in daha solcu, devrimci, sosyalizme açık bir niteliğe sahip olduğunu düşünüyorlar. Böyle düşünenler Venezuela’da devrimci sürecin bu nedenle daha ileri gittiğini de savunmaktadırlar. Bu konuda kanıt olarak, örneğin bazı işletmelerde gerçekleşen işçi denetimi gösterilmektedir. Oysa bizce, Chavez’e ve Venezuela’daki sürece ilişkin bu ve benzeri değerlendirmelerde hareket noktasını, devletçilik ve sosyalizm gibi temel bazı meselelerde devrimci Marksizmden uzaklaşan kavrayış ve yaklaşımlar oluşturuyor. Örneğin Chavez’in öteden beri Küba’ya hayranlık duyduğu ve kendisine örnek olarak Castro’yu aldığı yolundaki açıklamalar, kimi sosyalistlerce, Chavez’in sosyalizme ilerlemeye ne denli hevesli olduğunun ispatı kabul ediliyor.
Peki ama tartışma gerektirmeyecek bir olguymuş gibi öne sürülen “sosyalist Küba”da, rejimin bilimsel ve Marksist anlamda hiç de sosyalist olmadığı gerçeğini görmezden mi geleceğiz? Küba’da Amerikan emperyalizmine karşı yürütülen ulusal kurtuluş devrimi Ocak 1959’da başarıya ulaştığında, proleter devrim düzeyine yükselmemiş ve işçi sınıfını iktidara getirmemişti. Lakin nefret edilen baskıcı-gerici bir oligarşik diktatörlüğü deviren Küba devrimi, devrimci saflarda haklı olarak büyük bir sempati ve heyecan uyandırmayı başarmıştı. Devrimi takiben kurulan Castro iktidarı, bir süre sonra o günün dünya dinamiklerinin etkisi altında kapitalist sistemden kopmuş ve Küba’da sosyo-ekonomik yapı, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik rejimin bir benzerine evrilmişti. Sonuç olarak Sovyetler Birliği hiçbir zaman sosyalist olmadığı gibi, Küba’nın da günümüzde sosyalizmin ayakta kalan son kalesi şeklinde nitelenmesinin hiçbir bilimsel dayanağı bulunmuyor. Küba’daki bürokratik rejim, artık Sovyetler Birliği’nin ve “sosyalist blok”un olmadığı bir dünyada, varlığı adeta Başkan Fidel’in ömrüyle sınırlanmış biçimde can çekişmektedir. Bu koşullarda Latin Amerika’da Castro’ya hayranlık duyduğunu söyleyen Chavez gibi solcu devlet başkanlarının sayısının artması, Küba’ya biraz soluklanma fırsatı veriyor. Latin Amerika’da beliren sol kuşak, ABD karşısında bir anlamda geçmişin “Bağlantısızlar İttifakı”na benziyor. Ama hemen belirtelim ki, geçmiş dönemin bu ittifakı nihayetinde bir burjuva sol ittifaktan ibarettir ve Sovyetler Birliği’nin olmadığı bugünün dünyasında “Latin Amerika solu” onun niteliğine bile erişemez.
Bugün Amerikan emperyalizminin saldırgan planları karşısında Küba halkının geleceği için duyulan endişe ne kadar yerindeyse, Latin Amerika ülkelerinde Castro iktidarının benzerlerinin kurulmasını savunmak dünya işçi sınıfının çıkarları bakımından o kadar uygunsuz kaçıyor. Kaldı ki Venezuela’daki durum Küba’dakinden çok farklıdır. Bugünün Venezuela’sı ile dünün Küba’sı farklı sosyo-ekonomik yapılardır. Venezuela’da burjuva devlet aygıtı yıkılmamış, kapitalizm tasfiye edilmemiştir. Bu somut koşullarda Başkanlık koltuğuna oturan bir devlet adamının, sınırları ulusal kalkınmacılık olan bir “sosyalizm” hevesinin kendisini ve ülkesini şu an Latin Amerika’daki diğer örneklere oranla çok daha devrimci kıldığı iddiası inandırıcı değildir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci inisiyatifiyle gerçekleşip yaygınlaşan bir işçi denetimi ile, işçi sınıfına ait olmayan bir devletin kontrolü altında yürüyen sınırlı bir “işçi denetimi” hiç de aynı şey olamaz.
Günümüzde Venezuela’da ya da bir benzerinde gündeme gelen devletçi solculuk, kapitalizmi aşan bir işleyişi başlatmıyor; devlet kontrolünde ulusal zenginliklere sahip çıkılarak olsa olsa devlet kapitalizmi uygulanmış oluyor. Bu uygulamalar Venezuela’da sosyo-ekonomik yapıyı Küba benzeri bir “sosyalizm”e dönüştürmez. Ama Küba’nın tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bürokratik merkeziyetçi siyasi yapı altında için için kapitalizme açılması ve neticede sol devletçilik iktidarı altındaki kapitalist Venezuela’ya benzemesi pekâlâ mümkündür!
Şimdi Latin Amerika ülkelerindeki siyasal gelişmeler aslında bu ve benzeri önemli sorunları tartışmamızı gerektirirken, bazı sol çevrelerin sanki bu ülkelerde devrim gerçekleşmiş gibi boş bir iyimserlik dalgasına kapılıp gitmelerine ne demeli? Akla ister istemez, bir zamanlar Marx ve Engels’in küçük-burjuvazinin devrimi yarı yolda durdurmaya yatkın doğası hakkında yaptıkları tarihi değerlendirme geliyor. Yine Marx’ın 1848 Fransa’sındaki siyasal durumdan hareketle dikkat çektiği gibi, bugün de sol denilince burjuva sosyalizminden küçük-burjuva sosyalizmine maşallah her türlü solculuk mevcut, fakat proletaryanın devrimci çıkarlarını savunan sınıf siyaseti, devrimci sosyalizm nerede, ara ki bulasın!
Şu gerçeği bir kez daha vurgulayalım ki, Venezuela ya da Bolivya örneğindeki devletleştirmeler kapitalizmi aşmamakta, bu ülkelerde yaşanan ve yer yer devrimci kabarmaları da içeren süreçleri sosyalizme ilerletmemektedir. Küçük-burjuva sol akımların bu ülkelerdeki gelişmeleri yanlış yorumlamaları tamamen anlaşılabilir bir durum olsa da, bu kervana Marksist, Troçkist, enternasyonalist geçinen bazı çevrelerin katılması artık bardağı fazlasıyla taşırıyor. Ulusal çıkarlar temelinde aslan kesilenlerin, işçi sınıfının enternasyonalist devrimci çıkarları söz konusu olduğunda başka telden çaldığını anlamak için dünyada yeterince deney yaşanmadı mı?
Çıkış yolu belli
Bugünlerde bazı Latin Amerika ülkelerinde enerji alanında gerçekleşen devletleştirmelerin kimi yabancı sermaye gruplarının rahatını kaçırmakta olduğu ve bu tür tutumların ABD emperyalizmini öfkelendirdiği doğrudur. Ama Allende başkanlığındaki Şili deneyiminin de kanıtladığı üzere, düşmanı kışkırtır fakat onu yenilgiye uğratacak orduyu seferber etmezsen, bir yerde yenilgiyi kendi ellerinle hazırlamış olursun. Devrimle oyun oynanmaz. Devrim ve sosyalizmden söz edenler bu sözlerinin arkasında durmak istiyorlarsa, örgütsel ve stratejik planda bunun gereğini yerine getirecek bir yol izlemek zorundalar. Oysa enternasyonalist geçinenlerin bir kısmı da dahil, sosyalist çevrelerin önemli bir bölümü “sol rüzgârlar” denen esintiye kendilerini bırakmış durumdalar. Hafifmeşrep bir tutumla, yalnızca içinde bulunulan anı “kurtaran” siyasetler izlenmektedir. Sözün özü, devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler karşısında kendimizi genel akıntıya kaptırmayıp, tersine ciddi bir endişe duymamızı haklı kılacak fazlasıyla neden bulunuyor.
Latin Amerika’da sol dalga güçleniyor, Venezuela sosyalizme ilerliyor diye işçi sınıfının aklının karıştırılmasına izin vermeyelim. Bolca reklâmı yapılan Latin Amerika’daki sol dalganın içeriğini dikkatle irdeleyelim. Siyasi özelliği açısından bu sol dalga, ilkesiz, belirsiz, içi boş ve bol şamata içeren sözde bir anti-emperyalizme (yani ulusal çıkarların savunusunu temelinde bir Amerikan karşıtlığı!) dayanıyor. İktisadi açıdan da bu ülkeleri gerçek anlamda kaynaştıracak bir sol çimento bulunmuyor. Olay, Brezilya gibi bölgesinde yayılmacı emeller peşinde koşanı da dahil, Venezuela, Bolivya ve Şili benzeri doğal kaynak zengini bazı Latin Amerika ülkelerinin, büyük güç ABD karşısında kendi çıkarlarını savunmalarından ibaret. Bu temelde beliriveren Amerikan karşıtı burjuva ittifakların, ulusal çekişmelerin üzerine çıkabildiği asla görülmedi. En önemlisi de, işçi-emekçi kitlelerin devrimci örgütlü gücüne dayanmayan hiçbir “sol dalga”, sınıf mücadelesini proletaryanın devrimci çıkarları doğrultusunda ilerletemez.
Meselenin bir başka yanını ise, Latin Amerika’daki gelişmeleri dünyanın genel gidişatı içinde doğru bir yere oturtabilme zorunluluğu oluşturuyor. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi, dünyamızın bütünündeki gelişmeleri doğrudan etkileyecek düzeyde ciddileşen, kızışan, derinleşen yönlere sahip. Bugün bu çekişmeler Ortadoğu’da emperyalist sıcak savaş biçimine bürünüyorsa, Latin Amerika ülkeleri genel tehlikeden muaf olarak adeta başka bir gezegende yaşıyor veya yaşayacak değil. Yalnızca Türk, Kürt veya Arap halkları değil, tüm dünyada halk kitleleri artan militarizmin, tırmanan emperyalist çatışmaların, yükselen faşizm tehdidinin altında bulunuyor. Dünya genelinde işçi-emekçi kitlelere karşı saldırıları tırmandıran karşı-devrimci güçler, Latin Amerika söz konusu olduğunda da pusuya yatmış uygun fırsatlar kollamaktadır. Yani özetle vurgulayacak olursak, dünyada bahar rüzgârları esmiyor, tehlikenin ortasındayız.
Aslında esas cayırtı henüz kopmadı. Bugün yaşananlar, çok daha büyük bir kapışmanın peşrevi gibi. ABD, esas rakipleri Rusya ve Çin’e karşı Ortadoğu’da, Afganistan’da yürüttüğü savaş ve kışkırttığı ulusal çatışmalar sayesinde mümkün olduğunca geniş ve yaygın bir alanda mevzi tutmaya çalışıyor. Rusya ve Çin, şimdilik kartlarını açıkça masaya sürmeksizin sessiz ve derinden git politikasıyla daha fazla güç topluyor. Böylece gelecek çatışmalarda ABD’ye karşı daha üstün bir pozisyon sağlamayı amaçlıyorlar. AB ise, içerdiği ulus-devletler arasındaki rekabet temelinde bölünmüş, akıbeti meçhul bir kapitalist birliktir. Bugün AB, dünya politikasının gidişatında söz sahibi bir güç odağı görünümü altında, aslında sinsi ve sinik bir politikayla durumu idare etmeye çalışmaktadır. Emperyalist yeniden paylaşıma konu olan geniş coğrafyada yer alan İran, Türkiye, Hindistan gibi kapitalist ülkeler ise, kendi bölgelerinde esaslı birer alt-emperyalist güç olmaya soyunmuşlardır. Bunların yarın ABD’nin mi, Rusya’nın mı, yoksa Çin’in mi yanında yer alacağı sorusunun yanıtı da, emperyalist hegemonya çatışmasının gidişatında doğrudan etkili olacaktır.
Hiç unutmayalım ki, günün çok yönlü güçler çatışması ortasında ABD emperyalizmi güç de yitirebilir, giriştiği bir savaştan yenik de çıkabilir. Ne var ki, sorun hiç de yalnızca ABD emperyalizminin akıbeti sorunu değildir. Asıl sorun, emperyalist kapitalist sistem yıkılmadıkça ABD’nin olası düşüşü karşısında yükselecek yeni emperyalist güçlerin olacağını unutmamaktır. İkinci Dünya Savaşı çılgınlığını başlatan Alman emperyalizminin bu savaştan yenilgiyle çıktığı hatırlansın. Her savaşın bir kaybedeni olduğu gibi kazananı da vardır. Ama birbiriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkelerden birinin yenilgisi ve diğerinin galibiyeti, hiçbir zaman işçi sınıfı ve emekçi kitlelere kapitalist bataklıktan kurtuluşu sağlamadı. İkinci Dünya Savaşının kazanan gücü ABD, Alman faşizmini yenilgiye uğratan demokrasi şampiyonu ülke pozlarına bürünmüşken, Japonya’da masum insanların yaşamını atom bombalarıyla sona erdirmekten çekinmedi.
Alman Nazizminin yenilgisi emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşını Amerikan emperyalizmi lehine sona erdirirken, kuşkusuz emekçi kitlelerin genel demokrasi mücadelesi ve tarihin gidişatı üzerinde de etkili oldu. Günümüze gelirsek, hegemonya krizinin çılgınlığıyla saldırganlaşan ABD’nin alacağı olası yenilgilerin veya uğrayacağı iktisadi ve askeri güç kaybının dünya üzerinde geniş çaplı etkileri olacağı aşikâr. Ama ne birinci örnek dünya işçi sınıfını ve yoksul kitleleri kapitalizmin kısır döngüsü içinde debelenip durmaktan kurtarabildi, ne de aynı kapsamda kalacak bir ikinci örnekte farklı netice elde edilebilir. Eğer kapitalizmin insan yaşamını boğan cenderesi içinde “bir adım ileri-iki adım geri” benzeri bir siyaset oyununa sürüklenmekten kaçınmak isteniyorsa, tarihten ders alabilmek ve bugünün somutunda da sadece ABD’nin güç kaybıyla yetinmemek gerekiyor. Dünya kapitalist sisteminin bütünsel varlığını görmezden gelip, yalnızca Amerikan aleyhtarlığıyla işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilemeyeceği çok açık.
Dünya genelinde kitlelerin görece olağan koşullarda yaşadığı günler sona erdi. Fakat mevcut durum, emekçi kitlelerin örgütsüzlüğü nedeniyle onların yaşamına geleceğe güvensizlik, yaygınlaşmış korku ve toplumsal paranoya olarak yansıyor. Burjuva medya, yani egemen sınıfın ideolojik savaş aygıtı ise kitleleri terörize ederek bastırmak amacıyla bir yandan şiddeti ve şiddet görünümlerini hayatın en ücra köşelerine sokarken, diğer yandan kapitalizmin cicili bicili görüntüleriyle onları düzen sınırları içinde tutmaya çalışıyor. Ama kapitalist sistemin gerçekte dünyanın ezilen, yoksulluk içinde kıvranan büyük çoğunluğuna vaat edebileceği olumlu bir şey yoktur. Bu sistem, artık tarihsel çöküntü eğiliminin her geçen gün daha da ağır basmakta olduğu bir tık nefeslilik dönemine girmiştir. Kapitalizm, geniş emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını altüst eden hak gasplarıyla, zengin ve yoksul arasındaki uçurumun daha önceki dönemlerde görülmedik düzeyde derinleştiği bir “meçhule” doğru dörtnala sürükleniyor.
Yaşananlardan biliniyor ki, böylesi dönemler kitleleri de olağanüstü oynaklıktaki bir siyasal ortama çeker. İşçi sınıfı açısından krizlerden devrimden başka çıkış yolu yokken, bu gerçeklik egemen güçler dünyasında karşı-devrimci, faşist saldırılar şeklinde yansımasını bulur. Ayrıca da, devrim ve karşı-devrim birdenbire gökten zembille inmez, bunlar yaşamın içinde sınıfların aldığı tutumlara göre gelişen siyasal olgulardır. Dünya genelinde burjuvazi, erken davranıp, işçi sınıfının örgütlü gücü büyüyüp pekişmeden kontrolü tamamen ele almaya çalışıyor. Bugün pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskı yasalarının çıkartılması, gerici, ırkçı, faşizan uygulamaların yaygınlaştırılması boşuna değil. Burjuva cephe, sınıf savaşının kızışma olasılığına karşı hazırlıklarını sürdürüyor, güç yığıyor. İşçi sınıfı ise ne yazık ki son derece geride kalmış bir durumda. Ama bu durum asla değişmez bir kader olamaz. Çözüm yolu, sınıfın muazzam potansiyel gücünün bilincine varmasından ve bu potansiyeli harekete geçirecek devrimci örgütlülüğü yaratmak üzere şaha kalkmasından geçiyor.
link: Elif Çağlı, Tehlikenin Ortasında…, 28 Mayıs 2006, https://marksist.net/node/6588
Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Paylaşım Kavgası Kızışıyor
Brexit, AB ve İşçi Sınıfı