Güney Asya’nın ucunda 20 milyonluk nüfusuyla orta boy bir ada ülkesi olan Sri Lanka’da son haftalarda yaşanan politik kriz günümüz dünyasının gidişatının bazı ana eğilimleri hakkında önemli ipuçları veriyor, hatta denebilir ki boyundan büyük anlamlar içeriyor. Kapitalizmin krizinden tutun, küresel hegemonya mücadelesine, emperyalist bağımlılık ve tahakküme, egemen sınıfların yolsuzlukları ve çürümesine, otoriterleşmeye kadar ne ararsanız Sri Lanka’nın şimdilerde yaşadığı bu politik krizin içinde var.
Giderek derinleşmekte olan kriz, pek haber konusu olmasa da 26 Ekimde devlet başkanı Sirisena’nın başbakan Wickremesinghe’yi görevden almasıyla başladı. Aynı anda başbakanın yerine eski devlet başkanı Rajapaksa’yı atayan Sirisena, ertesi gün de parlamentoyu 16 Kasıma kadar askıya aldığını duyurdu. Başbakan Wickremesinghe görevden alma kararını tanımadığını duyursa da, yeni başbakan olarak atanan Rajapaksa parlamentoda yeni bir hükümet için çoğunluk sağlama işine koyuldu. Ancak bu çabaların pek umut vermemesi üzerine, bir adım daha atan başkan, 16 Kasım gelmeden bir hafta önce, parlamentoyu feshettiğini, erken seçim yapılacağını (5 Ocakta) duyurdu. Yarı-başkanlık sisteminin yürürlükte olduğu Sri Lanka’da başkanın yürüttüğü tüm bu operasyon açıkça anayasanın çiğnenmesi anlamına, dahası bu yolla hükümet devirme girişimi olduğu için bir anayasal darbe anlamına geliyor. Ancak, görevden alınan başbakan ve partisi ile diğer birkaç parti, başkanın bu tepeden inme oldubittisine karşı bir yandan parlamentoda yeni başbakanın hükümet kurmasını engellediler, bir yandan da Yüksek Mahkemeye başvurdular. 13 Kasımda bir ara karar veren Yüksek Mahkeme, başkanın meclisi feshetme kararının yürütmesini durdurdu. Bu da başkan tarafından başlatılmış olan seçim sürecinin askıya alınması sonucunu da getirerek politik krizi yeni bir evreye taşımış oldu.
Şu anda Sri Lanka, “asıl başbakan” olduğunu iddia eden iki başbakana sahip ama hükümeti olmayan, parlamentoda arbedelerin patlak verdiği, kimsenin ne olacağını bilmediği bir ülke durumunda. Yüksek Mahkeme kararı sonrası parlamento tekrar toplanmaya başlasa da başkanın yeni başbakan olarak atadığı Rajapaksa için iki kez güven oylaması yapıldı ve Rajapaksa güvenoyu alamadı. Tatmin olmayan başkan bir üçüncü kez daha oylama yapılması için bastırıyor. Krizin ne yönde evrileceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Karşılıklı seri hamlelerle ilerleyen krizin seyrine bakıldığında, tablo egemenler arası bir parlamenter tepişme gibi görünebilir. Ama arka plana bakıldığında, sorunun bir parlamenter krizle ya da uzaklarda bir ada ülkesiyle sınırlı olmadığı görülür. Nitekim bölge ülkeleri ve emperyalist merkezler soruna ilgisiz kalmadıklarını göstermiş durumdalar. Örneğin Sirisena’nın başbakanlığa getirdiği tartışmalı Rajapaksa’yı kutlayan ilk ülke Çin olurken, Hindistan, ABD ve AB başkana seslenip anayasaya bağlı kalmasını istemişlerdir. ABD dışişleri sözcüsü yaptığı açıklamada, “Devlet Başkanı Sirisena’ya, Sri Lanka halkı tarafından demokratik yollardan seçilmiş kişilerin görevlerini yerine getirmesine izin vermesi ve parlamentoyu da acilen yeniden toplaması çağrısında bulunuyoruz” dedi. Bunlardan ve diğer birçok açıklama ve girişimden, uluslararası basına yansıyan değerlendirmelerden açıkça görülüyor ki, başkan Sirisena’nın giriştiği bu operasyondan Batı ve Hindistan rahatsız iken, Çin memnundur.
Arka plan
Yaşanan krizin köklerini anlamak için ülkenin son 10-15 yıllık geçmişine bakmak gerekiyor. Yeni “başbakan” olarak atanan Rajapaksa, mevcut başkanın göreve başladığı 2015 yılı öncesinde art arda iki başkanlık seçimini kazanarak ülkeyi 10 yıl boyunca (2005-2015) başkan sıfatıyla yönetmişti. Rajapaksa ülkede uzun yıllardır Tamil ulusal sorunu temelinde sürmüş olan iç savaşı 2009 yılında imha yoluyla bitirmiş kişi olarak nam salmış durumda. Sri Lanka nüfusunun %75’ini oluşturan Budist Sinhalalara mensup olan Rajapaksa, Sinhala şovenizminin önde gelen aktörlerinden birisi. O dönem kendisi için uygun uluslararası şartların oluştuğunu hesap ederek tarihte eşi az görülen cinste bir askeri imha operasyonuna girişebilmişti. Asıl olarak ülkenin kuzey kısmını oluşturan Tamil bölgelerinde yürütülen askeri operasyonda on binlerce Tamil hayatını kaybetmiş, yüz binlerce insan yerinden yurdundan olmuş, söz konusu bölgeler aynı zamanda ağır bir fiziksel yıkıma da uğramıştı.
Hindistan’ın burnunun dibinde ve başta din birliği dolayısıyla (Hindu) onun da belli ölçüde desteklediği Tamil toplumuna dönük böylesi bir kitlesel imha ve katliam ancak uygun uluslararası şartlar varsa mümkün olabilecek bir şeydi. Hele de bunu yapan devlet Sri Lanka gibi görece küçük bir ülkenin devleti ise. O dönemde uluslararası camiada belli bir tepki oluşmuş ve Sri Lanka yönetimi eleştirilere konu olmuşsa da, özellikle Birleşmiş Milletler’de bu konu üzerinden gelen kınama ve yaptırım girişimleri esasen veto yetkisine sahip beş ülkeden biri olan Çin’in tutumuyla boşa çıkarılmıştı. Elbette söz konusu girişimlerde bulunan emperyalist ülkeler insanlığın yüce değerleri uğruna bunu yapmıyorlardı. Bir yandan içteki demokratik kamuoyunun vicdanını yatıştırmak, diğer yandan asıl olarak emperyalist güç oyununda kendi çıkarlarının zarar görmesini engellemek ya da zararı sınırlamak için bunu yapıyorlardı. Özetle kimsenin hareket tarzı mazlum Tamil halkının acılarına sahip çıkma ve onun demokratik haklarına kavuşmasını sağlama amacını taşımıyordu.
Muhalifleri tarafından “Rajapaksa rejimi” olarak da nitelenen o dönemki yönetimin en önemli özelliklerinden birisi, iktidardaki “güçlü adam” Rajapaksa’nın küresel ölçekte yükselmekte olan bir emperyalist güç olarak Çin’e yaklaşmasıydı. Özellikle, “savaş sonrası” dönem olarak anılan 2010-2015 döneminde Sri Lanka ekonomisi görünüşte yüksek büyüme rakamları yakaladı. Bunda belli ölçüde bir istatistik makyajlama unsuru varsa da, büyük çaplı borçlanmanın ve ülkeye enerjik biçimde dalan Çin sermayesinin rolünün ağır bastığı biliniyor. Rajapaksa’nın başta olduğu 2005-2015 döneminde Sri Lanka’nın borçları 4 kat arttı. Bu rakam içinde Çin’in hızla artan payı, bir yandan yükselen emperyalist Çin sermayesinin yayılma ihtiyacı ve stratejilerinin bir sonucu olduğu kadar, Sri Lanka gibi küçük ve zayıf kapitalist ülkelerin dış sermaye kaynağına duyduğu yakıcı ihtiyacın da bir ürünüdür. Hele de özellikle ülkede 2009’da yaşanan ağır yıkımdan sonra büyük bir yeniden inşa hamlesinin zorunluluğu ortaya çıkmışken.
Bu dönemde büyük altyapı yatırımları başta olmak üzere Çin’in ön plana çıktığı birçok proje başlatıldı. Yollar, havalimanları, limanlar, şehirler vb… Çin açısından bu projelerin önemli bir bölümü onun tarihteki İpek Yolu’na referanslarla da gündeme getirdiği “Kuşak ve Yol” girişiminin bir parçasını oluşturuyor. Bu girişim Pasifik havzasıyla Avrupa ve Afrika’yı Avrasya üzerinden birbirine bağlayan dev projeleri içeren ve doğal olarak bunu Çin’in başat gücü altında yapmayı tasarlayan bir girişim. Bu kapsamda Pasifik’teki ada ülkelerinden tutun Avrasya anakarasına ve Afrika’ya kadar uzanan dev bölgeyi iletişim ve ticaret yolları bakımından canlandırarak birbirine bağlamak Çin’in temel hedeflerini oluşturuyor. Bununla bağlantılı olarak tüm bölgede altyapı yatırımlarını artırmak, başta kara ve demiryolları olmak üzere, deniz yolları da dahil, ulaşımı güçlendirmek, dünyanın yeni atölyesi konumundaki Çin için buraları verimli pazarlar haline getirmenin bir aracı. Deniz ticaret yolları bakımından Hint Okyanusu üzerindeki önemli bir geçiş noktası olan Sri Lanka da Çin’in yayılma stratejisinde önemli bir yer tutuyor.
Örneğin bu çerçevede ülkenin güney kıyılarında inşa edilen dev liman, Sri Lanka hükümetinin aldığı borcu ödeyememesi nedeniyle Çin’in mülkiyetine geçmiş bulunuyor. Batılı emperyalist güçler Çin’in Asya ve Afrika’daki zayıf ülkeleri borçlandırarak kendisine bağımlı hale getirdiğinden, onlara “borç tuzağı” kurduğundan, bu yolla o ülkeler üzerinde nüfuz sağladığından dem vuruyorlar. Hatta sanki kendileri böyle şeyleri yapmamışlar ve halen de yapmıyorlarmış gibi, sanki emperyalizmin doğası bu değilmiş gibi, söz konusu ülkeleri Çin’in bu hainâne emelleri konusunda uyarıyorlar. Çin sermayesinin, altyapının yanı sıra ülkenin önemli sektörleri olan çay ve kauçuk üretimi ile turizme de el atmış olmasının Batılı emperyalist güçlerin ve bu arada Hindistan’ın kaygılarını arttırdığını tahmin etmek zor değildir.
Rajapaksa’nın önemli özelliklerinden birisi de bu dönemde özellikle kendi ailesinin merkezinde yer aldığı geniş bir yolsuzluk ağı kurmuş olmasıydı. Sonunda artan yolsuzluklar ve hissedilmeye başlanan yoksullaşma 2015’teki seçimlerde Rajapaksa’nın üçüncü kez seçilmesini engelledi ve şimdiki başkan Sirisena başkan seçildi. İlginç nokta Sirisena’nın Rajapaksa’nın başında olduğu partideki üst düzey isimlerden biri olmasıydı. Seçimler yaklaşırken son ana kadar kendisini gizleyen Sirisena ana muhalefet partisi ve bir kısım diğer partilerle anlaşarak Rajapaksa’ya karşı rakip aday olduğunu açıkladı. Rajapaksa tarafından ihanet suçlamalarına maruz bırakıldıysa da birikmeye başlamış olan hoşnutsuzluğu kendine kanalize etmeyi başarabilen Sirisena esas olarak muhalefet lideri Wickremesinghe ile birlikte seçimi kazandı ve Wickremesinghe de başbakan oldu. Yolsuzluklara, usulsüzlüklere, yağma ve talana karşı söylem geliştiren Wickremesinghe liberal değerlerin seçkin ve eğitimli bir temsilcisi görüntüsüyle ülkenin yönünü Batı’ya doğru çevirmeye başladı. Bu iktidar değişimi aslında Sri Lanka burjuvazisi içinde daha Batı yanlısı güçlerin Çin yanlısı güçlere karşı bir hamlesi anlamına geliyordu. Zaten tüm bu Rajapaksa’yı ekarte etme operasyonu esasen Washington’da ve Wickremesinghe üzerinden tezgâhlanmıştı.
Ancak kendi iktidarı döneminde bir yandan başkanla sallantılı ilişkileri, bir yandan da yoksul emekçi kitlelerin sorunlarına hiçbir çözüm getirmemesi, kapitalist talanın biçim değiştirerek devam etmesi, sözde yolsuzlukla mücadele vaatlerinin hiçbir sonuç getirmemesi Wickremesinghe’nin popülaritesini çabuk eritti. Bu dönemde IMF borçları hızla arttı. Artan hoşnutsuzluğun farkında olan ve buna güvenen başkan Sirisena da kanlı bıçaklı olduğu eski dost Rajapaksa’ya yüzünü çevirerek komplosunu yürürlüğe soktu. Rajapaksa’yla bu nikâh tazelemede hiç kuşkusuz Şubat ayında yapılan yerel seçimlerde, yeni kurulan ve Rajapaksa’nın desteklediği partinin önemli kazanımlar sağlamış olması rol oynuyordu. Dolayısıyla ülkenin burjuva siyasi haritasında konumu yeniden güçlenen Rajapaksa’nın şimdi başbakanlığa atanması bu gücün bir bakıma tanınması demek oluyordu. Sirisena’nın derdi hiç kuşkusuz Rajapaksa ile pazarlık ederek kendi iktidar ikbalinin devamını sağlamaktır. Çürümüş yerel burjuva siyasal güçlerin bu tepişme ve manevralarının ötesinde, daha büyük ölçekte bakıldığında bu tabloda görünen şey, küresel jeopolitik güç savaşında Çin emperyalizminin kendisine karşı yapılan üç yıl önceki Batıcı hamleyi püskürtme çabasıdır. Çok önemli bir ticaret yolu olan Hint Okyanusundaki bir diğer ülke olarak Maldivler de aslında benzer çekişmelere sahne olmaktadır. Ne var ki orada, Çin’e yakınlaşan burjuva güçler, geçtiğimiz Eylül ayındaki seçimlerde Batıcı ve Hindistan’a daha yakın duran güçlere karşı kaybetmişlerdir.
İçinden geçmekte olduğumuz tarihsel dönem emperyalist hegemonya mücadelelerinin kızıştığı ve bunun bir üçüncü dünya savaşı düzeyine ulaştığı bir dönem. Bu kapışmaların yükselen bir kutbu da Çin. Soldaki bazı kesimler Çin’in emperyalist, hatta kapitalist bile olmadığını savunadursun, Çin küresel hegemonya mücadelesinde çeşitli ülkelerin iç işlerine tam da emperyalist güçlere yakışır biçimde müdahil olmakta, buralarda nüfuz oluşturmak için başta ekonomik güç olmak üzere elverdiği ölçüde her imkânı kullanmaktadır. Bu çabalarında hiç kuşkusuz geriden gelmektedir, ama hızlı bir yükseliş içindedir. Onun bu girişimleri Afrika’da askeri üsler edinme, Sri Lanka’da Tamil hareketinin bastırıldığı savaşta iktidara doğrudan askeri destek verme deneyimlerinden çoktan geçmiştir. Şimdi işler kaçınılmaz olarak Sri Lanka ve Maldivler’de olduğu gibi doğrudan hükümet süreçlerine müdahalelere kadar varmıştır. Çin’in bu emperyalist konumunu görmemek dünya üzerindeki politik eğilimlere dair büyük bir körlük anlamına gelecektir.
Sri Lanka gibi görece küçük ve iktisaden zayıf ülkeler böylesi dönemlerde daha fazla emperyalist tahakküm oyunlarının konusu olmaktadırlar. Genel iktisadi zayıflık ve kapitalist kriz koşullarında yerel burjuva güçler de artan ölçüde büyük emperyalist güçlerin uzantıları haline gelmektedirler. Emperyalizmin doğası bunu getirmektedir. Bu yerel burjuva güçler çoğu zaman mevcut etnik, dinsel, mezhepsel vb. ayrımları sömürerek, yürütmeye çalıştıkları kanlı sömürü düzenini ve emperyalist güçlerle kirli ilişkilerini örtülemeye çalışmaktadırlar. Bu tarihsel kavşakta emekçi kitleler için burjuva güçlerden bağımsız bir siyasal yolun ve mücadelenin zorunluluğu hiç olmadığı kadar yakıcıdır. Sri Lankalı emekçi kitleler, benzer gelişmişlik koşullarındaki pek çok ülkeye göre bazı olumlu başlangıç noktalarına sahipler. Zira Sri Lanka’da geçmiş toplumsal-siyasal mücadelelerin ürünü olarak belirli bir sol miras ve kültür halen yaşamakta, sosyalizm gibi kavramlar ve sol semboller geniş halk kitlelerinin gözünde kriminal anlamlar taşımayıp aksine meşru görülmekte.
link: Levent Toprak, Sri Lanka’da Burjuva Kapışmanın Gösterdikleri, 28 Kasım 2018, https://marksist.net/node/6540
Ben Muhammed Aden
Özgürlük Savaşçısı Küçük Siyah Kadın: Harriet Tubman