Yeter artık, kalksın artık Yurdumuzun ve dünyamızın üstünden karanlık! Derken bir gün de baktık, Ağarmağa başlamış ortalık. Kalkıyor, kalkacak o karanlık, Çünkü biz ayağa kalktık!
Bu satırlar Peter Weiss’ın Saloz’un Mavalı adlı tiyatro oyunundan. Can Yücel tarafından Türkçeye çevrilen bu oyunda, can çekişen Salazar faşizminin Afrika sömürgelerindeki politikaları ve bunun Portekiz’e etkileri çarpıcı bir dille anlatılıyor. Oyunda Saloz’un, yani Salazar’ın büyük tekellerin çıkarını koruduğu, “devlet, aile, din, düzen” mavallarıyla emekçilerin bu düzene ikna edilmeye çalışıldığı, ama sonunda sömürgelerdeki isyanların Portekiz’e de yansıdığı ve Saloz’un koltuğundan indirildiği resmedilir. Oyunun sonunda işçiler Saloz’dan kurtulurlar.
Kaldıralım ortadan şu molozu, Öyle bir yok edelim ki Salozu Bir daha çıkıp karşımıza, Cehennem etmesin yurdumuzu!
Oyun yazıldığı sırada Salazar faşizmi çözülme dönemine girmişti ama Salazar’ın liderliğindeki faşist rejim devam etmekteydi. Portekiz’i on yıllar boyunca bir diktatörlükle yöneten Salazar, oyun yazıldıktan kısa bir süre sonra, 1968 yılında, evinde geçirdiği bir kaza sonucunda felç oldu. Salazar gibi faşist iktidar da artık can çekişiyordu ama hemen gitmeye niyeti yoktu.
Saloz’un Mavalı 70’li yılların başında Türkiye’de de sahnelenmeye başladı ve ardından oyunun çevirisi kitaplaştırılarak basıldı. Avrupa’nın öte ucundaki Portekiz faşizmini ve sömürgeciliğini eleştiren kitap 12 Mart cuntasının gazabına uğradı. Kitabın çevirmeni Can Yücel ve yayınevi hakkında dava açıldı. İlk bilirkişi heyeti kitapta suç unsuru tespit etti:
“Kitap Portekiz’in Afrika kıtasındaki sömürgelerinin durumunu anlatır. Siyah ırka karşı yapılan haksız hareketlerin eleştirildiğini, onların sömürüldüğünün belirtildiğini..., bu arada Portekiz’de faşist bir idarenin bulunduğunu, ekonominin belirli şahısların elinde olduğunu, işçi, köylü ve emekçinin sömürüldüğünü, bu düzenin devamı için ordunun destek edildiğini, bazı ülkelerin de yardımlarının bulunduğunu, işçinin ve köylünün yedikleri şeylerin muayyen olduğunu kitapta belirtilip mevzu olunan işçi köylü ve emekçi yaşantısının ve bunların muayyen şahıslar tarafından sömürüldüğü izahının cemiyetin muhtelif sınırlarını kamunun emniyeti bakımından kin ve adavete tahrik olacağının, bu bakımdan kitapta suç unsurunun bulunduğunun belirtildiği görülmüştür.”
Sonraki bilirkişi heyeti ise kitapta anlatılanların Türkiye ile açık ve yakın bir ilişkisinin mevcut olmadığını belirtti. Sonunda Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi sanıkların beraatına karar verse de böyle bir davanın açılmış olması bile düşündürücüdür. Belli ki Portekiz’de bile olsa, ordunun, sömürgeciliğin, faşizmin ve kapitalizmin eleştirilmesi 12 Mart cuntacılarını rahatsız etmişti. Yükselen sınıf hareketini bastırma telaşındaki Türkiye sermayesi, böylesi eserlerin yaratacağı etkiden endişe ediyordu.
Finans kapitalin kanlı diktatörlüğü olan faşizme, kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaştığı 20. yüzyılda birçok Avrupa ülkesinde başvuruldu. Almanya’dan İtalya’ya, Polonya’dan Bulgaristan’a, İspanya’dan Portekiz’e kadar emekçiler yıllarca faşizmin koyu karanlığında kaldılar. Ama ne kadar baskı uygulanırsa uygulansın faşizm hiçbir yerde ilânihaye sürmediği gibi toplumu tamamıyla zapturapt altına da alamadı. Ekilen direnç ve umut tohumları er ya da geç güneşe uzanmanın bir yolunu buldular.
İşçi sınıfının mücadelesinin nihayetinde başarıya ulaşabilmesi için geçmişin deneyimlerinden doğru derslerin çıkarılmasının son derece önemli olduğunu çeşitli yazılarda defalarca tekrarladık. Dünyanın farklı ülkelerinde yaşanan gericilik dönemlerinin öne çıkan yanlarının altını kalınca çizdik ki, bugün içinden geçtiğimiz gericilik döneminin nitelikleri ve böylesi dönemlerde verilecek mücadele doğru temellerde kavransın.
“İşçi sınıfının dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir bölüğünün verdiği mücadeleler, bu mücadelelerde elde edilen zaferler ya da yenilgiler, kazanımlar ya da kayıplar, sınıfımızın tamamının tarihsel hafızasına kaydedilir. Eksikliklerden dersler çıkarıldığı, yapılması gerekenler örnek alındığı ölçüde, bu deneyimler paha biçilmez öneme sahiptir. Bu deneyimlerle donanarak verilen her bir muharebe, o son kavganın zafere ulaşmasının kilometre taşlarını döşeyecektir. Yeter ki bu deneyimleri aktaracak kayışlar sağlamca örülmüş, işçi sınıfına önderlik edecek devrimci yapının harcı güçlü bir şekilde karılmış olsun!”[1]
Portekiz’de yaşanan faşizm süreci de bu bakımdan çarpıcı derslerle doludur. Portekizli emekçiler, her dönem aynı koyulukta olmasa da, toplamda 50 yıl gibi uzun bir süre boyunca karanlık bir dönem yaşadılar. Faşizm henüz kurumsallaşma aşamasındayken işçi sınıfı son bir denemeyle faşizmi durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Fakat yıllarca süren sessizlikten sonra yeniden seslerini çıkarmaya, taleplerini haykırmaya başladılar. Arada yeniden bir gerileme dönemi yaşansa da aslında bu dönemler hep bir sonraki mücadele günlerine hazırlığın yapıldığı zamanlardı. 50 yılı bulan bu karanlık dönem inişlerle çıkışlarla doludur. Ve en sonunda diplerde biriken enerji öylesine bir patlama noktasına geldi ki bıraktık faşizmi, kapitalizmden kurtulmak bile mümkün olabilirdi. Ne var ki işçi sınıfına önderlik edecek, harcı güçlü bir şekilde karılmış devrimci bir yapı olmadığı için kapitalizm kendini kurtarabildi.
Böylesine uzun süren bir karanlık dönemin bir siyasi devrimle sona ermesi, kapitalizmin olağanüstü yönetim biçimlerinin aynı zamanda devrimci fırsatlar doğurduğunu gösterdiği için önemli dersler içeriyor.
Portekiz ve Salazar faşizmi
Bir zamanların en büyük sömürgeci güçlerinden biri olan Portekiz, kapitalizmin Avrupa’daki gelişimi karşısında gerilerde kalmıştı. Fakat ilerleyen yıllarda kapitalizmin gelişerek sınıf çelişkilerini keskinleştirmesi Portekiz’i de devrim/karşı-devrim ikilemine soktu. Ne var ki 1926 yılında karşı-devrim cephesi üstün gelerek Portekiz’i on yıllarca sürecek bir faşist rejim sürecine soktu. Portekiz faşizmine ismini verecek Salazar, 1928’de maliye bakanı olarak göreve getirildi. “Salazar Portekiz’de faşizmi yerleştirmek üzere 1930’da Milli Birlik adlı bir hareket oluşturmaya girişti. 1932 yılında da başbakan olarak atandı. Ardından, yine Salazar’ın önayak olmasıyla Mavi Gömlekliler adıyla faşist bir örgütlenme daha yaratıldı ve Portekiz Lejyonu adıyla paramiliter silahlı çeteler oluşturuldu.”[2]
Ancak Elif Çağlı’nın deyimiyle, faşizm Portekiz’de “kör-topal” iktidara gelse de Salazar ancak başta İspanya olmak üzere Avrupa faşizminin desteği sayesinde faşist iktidarını güçlendirebilmiştir: “Portekiz’de genç parlamenter rejimi tasfiye eden askeri darbe faşizmin önünü açmış, faşizm Salazar yönetimi altında örgütlenmiş ve böylece Avrupa’nın bu geri ülkesinde faşizm biraz “kör-topal” biçimde iktidara gelmiştir. Ancak nasıl ki kapitalizmi salt ulusal ölçekte tahayyül etmek mümkün değilse, sermayenin faşist saldırısı da salt ulusal boyutlu bir olgu değildir. Portekiz örneğinde faşizm, Avrupa’daki genel durumdan destek alarak alelacele iktidara adımını atmış, ihtiyaç duyduğu kitle desteğini yaratmaya bundan sonra girişmişti. Fakat genel kural değişmedi. Faşizm bu ülkede de iktidarını küçük-burjuva kitle tabanıyla yürütmeyecek ve tıpkı Hitler’in SA’lara yaptığı gibi faşist harekette temizlik operasyonlarına başvuracaktı. Her türlü siyasal faaliyeti yasaklayan, basına göz açtırmayan faşist iktidar, Nazizmin gestapo yöntemlerini uygulamaya sokan bir gizli servis de oluşturacaktı.” (age)
Faşist rejim gerek muhalefeti bastırarak gerekse iç temizlik yaparak iktidarını tahkim etmeye çalışsa da çeşitli ayaklanmaların ve eylemlerin önüne geçememiştir. Faşist Salazar’ın ilk icraatlarından biri yeni bir iş kanunu ile sermayenin önündeki engelleri kaldırmak, sermaye için dikensiz bir gül bahçesi yaratmaktı. Salazar, başbakan olduktan bir yıl sonra, 1933’te İtalyan faşist iş yasasından esinlenerek hazırlanmış bir Ulusal İş Kararnamesi çıkardı. Bu kararnameye göre hem tarımda hem endüstride işçiler ve işveren ayrı ayrı korporatif biçimde örgütleneceklerdi. Bu korporatif örgütlerin kendi iç seçim mekanizmaları yoktu, yani yöneticileri doğrudan devlet tarafından atanacaktı. İşçi-işveren ilişkilerinin kuralları sıkı sıkıya saptanıyordu. Bu korporatif işçi örgütlerinin yönetimi işveren örgütüyle eşgüdüm içinde, “toplu iş sözleşmelerinin” zamanına ve koşullarına karar verecekti. Ancak grev yasaklandığı için toplu iş sözleşmesinin pek bir anlamı yoktu. Bu kararname işçi sınıfı açısından çok büyük bir saldırı anlamına geliyordu. Sendikal haklar, toplu iş sözleşmesi ve grev hakları işçilerin ellerinden alınıyordu. Yeni iş yasası pratikte sendikaların kapatılmasından başka bir şey değildi. Sonuç olarak, sendikalar ya kısa zaman önce kurulan “Korporasyon Odası”na katılacak ve rejimin bir uzantısı haline geleceklerdi ya da buna karşı bir mücadele başlatacaklardı. İşçi sınıfının öncü kesimleri ikincisini tercih ettiler ve 18 Ocak 1934’te faşizmin saldırısına faşizm döneminin en yaygın ve örgütlü genel greviyle karşılık verdiler. Komünistlerin ve anarko-sendikalistlerin mücadelenin başını çektiği bu iki günlük genel grev dalgası bir ayaklanmaya dönüştü. Cam sanayiinin merkezi pozisyonunda olan Marinha Grande kentinde işçiler silahlanarak kentin yönetimini ele geçirdiler. Ancak ülkenin diğer bölgelerine yayılmayınca rejim güçleri ayaklanmayı kanla bastırdı. Sosyalistler, öncü işçiler tutuklandılar ya da yurtdışına kaçmak zorunda kaldılar. Bu hazırlıksız ve kontrolsüz diyebileceğimiz ayaklanma başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Ama işçiler şunu anlamışlardı: Faşizme karşı mücadele etmek imkânsız değil, yeniden ileri atılmak ve yenilmemek için hazırlık yapmalıyız! Nitekim işçi sınıfı genel grevle durduramadığı yeni iş yasasına ve faşist iktidara karşı Komünist Partinin öncülüğünde illegal bir sendikal çalışma yürütmeye başladı.
Faşist iktidar 1934 ayaklanmasından sonra baskıyı daha da arttırdı ve en ufak bir muhalefeti bile şiddetli bir biçimde bastırdı. Yaklaşık sekiz yıl boyunca işçi sınıfı hareketine bir sessizlik hâkim oldu. Faşist baskı koşullarında işçi sınıfından büyük bir tepki gelmemesi, işçilerin hayatlarından hoşnut olduğu anlamına gelmiyordu. Tersine, sermaye için yolu düzleyen faşizm, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını giderek ağırlaştırıyordu. Bu da derinlerde tepkinin büyümesine yol açıyordu. Nitekim biriken tepki 1942’de yeniden patlak verecekti.
1942 yılının sonlarına doğru, Lizbon’da farklı sektörlerde çalışan 20 bin işçinin katıldığı grevler gerçekleşti. Bu grevlerde farklı siyasi görüşlerden işçiler yer alıyordu. Sosyalist, anarşist, Katolik, cumhuriyetçi işçiler Salazar iktidarı karşısında sınıf temelinde bir araya gelmişlerdi. Talepleri faşist iktidarın çalışma saatlerini arttırmaya dönük adımlarını geri çekmesi ve ücretlerin yükseltilmesiydi. Baskılara, öncü işçilerin tutuklanmasına rağmen grevler durdurulamadı. Başkentte hayat adeta felç oldu. İşçilerin mücadele azmini kıramayan faşist iktidar sonunda işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Grevlerin sonunda ücretler arttırıldı, işgününün uzatılması kararı geri alındı ve tutuklanan işçilerin önemli bir bölümü serbest bırakıldı. Bu grevlerin, 1934’ten beri suskun olan işçi sınıfının faşizme karşı mücadelede kendi gücünün farkına varmasına son derece önemli katkıları oldu. İşçi sınıfı sermayenin faşist iktidarına karşı ortak bir mücadele yürütüldüğünde başarılı olunabileceğini yeniden deneyimledi.
Nitekim aradan henüz bir yıl bile geçmemişken 1943 Temmuzunda yeni bir grev dalgası patlak verdi. İşçilerin eylemlerinin sonucunda ücret artışlarının sağlanması yeni grevleri beraberinde getiriyordu. Kazanımla sonuçlanan grevler işçilerin kendilerine olan güvenlerini arttırıyor, “birlikte mücadele edersek kazanırız” duygusu güçleniyordu. Lokal başlayan grevler kısa sürede diğer fabrikalara sıçrayarak yaygınlaşıyordu. Fabrikalar arasındaki koordinasyonu sağlayansa komünist militanlardı. Grevler başarılı olunca 21 Temmuzda komünistlerin öncülüğünde Lizbon’da ücretlerin arttırılması, fazla mesai ücretlerinin iki katına çıkarılması, spekülasyon ve gıda yetersizliğine karşı önlemler alınması ve aile desteği gibi taleplerle genel grev ilan edildi. Tersanelerde, bir petrokimya ve deterjan fabrikasında başlayan grevler birkaç gün içinde Lizbon’daki tüm fabrikalara yayıldı. Toplamda 50 bin işçinin katıldığı bu grevlere kitlesel gösteriler ve açlık yürüyüşleri eşlik etti.
İkinci Dünya Savaşına katılmasa da, zaten Avrupa’nın en geri ülkelerinden biri olan Portekiz’de emekçiler için yaşam savaşla birlikte daha da zorlaşmıştı. Temel gıda ürünlerine erişim gittikçe zorlaşıyordu. Yüksek fiyatlar ve karaborsa yüzünden açlık önemli bir sorundu emekçiler için. Zenginler ve karaborsacılar temel gıda ürünlerini istifliyorlarken, emekçiler sefalet içinde yaşıyor, ekmeğe dahi ulaşamıyorlardı. Bu yıllarda Portekiz’in birçok kentinde siyah pankartlar ve dövizlerle, “Açız”, “Ekmek İstiyoruz”, “Yiyecek İstiyoruz” sloganlarıyla açlık yürüyüşleri düzenlendi. İşçiler ekmek, yağ ve diğer temel gıda maddelerinin makul fiyatlarla satılmasını talep ediyorlardı.
“Barreiro’da 28 Temmuzda CUF (Portekiz’in en büyük tekellerinden-SK) işçileri, demiryolu işçilerini kendilerine katılmaya ikna etmek için demiryolu hangarlarına yürüdüler; sonra da diğer fabrikalara. Belediye binasına doğru yürüyüşe geçtiklerinde göstericilerin sayısı 6 bini geçmişti. Fakat çok geçmeden, polisin coplu saldırısı ve «havaya ateş etmesiyle» (yine de kurşunla yaralanan birçok protestocu vardı!) durduruldular. Diğer protesto kolları Lavradio, Alhos Vedros ve civar yerlere gidip, şişe mantarı fabrikalarında çalışan işçileri eyleme katılmaya çağırıyor, Alentoja ana demiryolundaki bir treni durduruyor, polisin ve takviye birliklerin çağrılmasını engellemek için telefon ve telgraf tellerini kesiyorlardı. Yerel polislerden bazıları kitleye karşı güç kullanmayı reddetti ve ancak düzenli memurlar tarafından kumanda edilen çok sayıdaki ağır silahlı GNR’nin (Ulusal Cumhuriyet Muhafızları) gelmesiyle durum kontrol altına alınabildi. Başka bir deyişle, hareket bir ayaklanma niteliği kazanıyordu ve eğer hemen durdurulamasaydı neler olabileceğini söylemek mümkün değildi.”[3]
1944 yılında da grevler devam etti ve on binlerce tarım ve sanayi işçisi greve çıktı. Açlık yürüyüşleri, sanayi ve tarım işçilerinin grevleri iktidarı sıkıştırıyordu. Faşist iktidar işçileri yıldırmak ve kitleleri pasifize etmek için gizli istihbarat teşkilatı PIDE’yi ve polisi acımasızca grevcilerin üstüne gönderdi. Ama faşist hükümetin bütün baskılarına rağmen işçiler haklarını aramak için mücadele etmekten geri durmadılar. Aradan geçen yıllardan sonra işçiler özgüvenlerini yeniden kazanmaya başladılar. Çeşitli kazanımlar elde ettiler. İşçilerin mücadelesi henüz faşist iktidardan kurtulabilecekleri bir düzeye gelmemişti ancak gelecek günlerin habercisiydi.
İkinci Dünya Savaşının sonunda Avrupa’da faşizmin aldığı darbe Salazar faşizmini de etkilemişti. Elif Çağlı, İspanya’da yaşanan sürece benzer biçimde, Portekiz’de de faşist rejimin 1950’lerde çözülme belirtileri göstermeye başladığını belirtir ve ekler: “Faşist iktidarın altını oyan önemli faktörlerden biri de, Portekiz sömürgelerinde (Mozambik, Angola ve Portekiz Ginesi) 60’larda yükselişe geçen ulusal kurtuluşçu hareketler oldu. 60’lı yıllar aynı zamanda Portekiz’de önemli bir ekonomik gelişmenin yaşandığı dönemdi. Kendini artık güvende hissetmeye başlayan büyük sermaye çevreleri, normalleşmek ve Avrupa ile bütünleşmek istiyorlardı. Değişen koşullarla birlikte, işçi mücadelesi ve kitle hareketi de canlanma belirtileri sergilemeye başlamıştı. Tüm bu faktörlerin bileşkesi olarak Portekiz’de faşizmin çözülüş süreci hızlandı.”
Sömürgelerde yürütülen savaşlardan Portekiz emekçileri de hoşnutsuzdu. Çünkü faşizm altında yaşamları zaten yeterince zordu, bir de bu savaşların bindirdiği yük iyice bellerini bükmeye başlamıştı. Sömürgeler Portekiz sermayesinin semirmesinde önemli bir etkendi ama sömürgelerin varlığı ve sağladığı zenginlik Portekiz emekçilerinin yaşamlarını kolaylaştırmıyordu. Aksine savaşın getirdiği ekstra maliyetlerin faturası da Portekiz emekçilerine kesiliyordu. Üstelik bu kanlı savaşlarda hem yerli halka büyük eza ediliyordu hem de Portekiz ordusundan ölenler çoğunlukla emekçi çocuklarıydı.
Ama “Saloz” bu haksız savaşa destek sağlamak için maval okumaya devam ediyordu; tıpkı bütün faşist liderlerin yaptığı gibi:
Barbarlar bar bar bağırıyor, Tehdit ediyorlar dünyamızı; Kapımıza dayandı düşman, Kapıyı kapasan bacadan, Beynelmilelcilik zehrini saçıyor. Mukaddes haklarına kastetmiş Mülkiyetin, mülkiyenin, askeriyenin; Çökertmeğe kalkıyor aile ahlâkını, Haşa huzurunuzdan ve elden gidiyor din.
Faşist iktidara muhalif olanlar barbardırlar, vatan hainidirler! Dış mihrakların oyunudur bunlar! Mülkiyeti, aileyi, dini, yani düzeni bozmak için zehirli fikirler yayarlar! Devletin tüm imkânlarını arkasına alsa da, faşizmin bu propagandası hayatın gerçeklerinin gücü karşısında tutunamaz ve yıllar ilerledikçe inandırıcılığını ve etkisini kaybetmeye başlamıştır. Burjuvazinin çıkarları için yürütülen fakat bedeli emekçilere ödetilen bir savaşı emekçilerin sonsuza kadar desteklemesi mümkün değildir. Portekiz’de de öyle olmuştur. Derinden derine öfke mayalanmış, “Saloz” ne kadar bağırırsa bağırsın, Portekizli emekçiler korkularından kurtulmaya, bu “mavallara” kulaklarını tıkamaya başlamıştır.
Kapanmış yasa yolundan direnme yolu, Duran suçlu, yürüyen suçlu Sussan bir türlü, konuşsan bir türlü, Yalanlar gerçek, yanlışlar doğru… Düşman tazı gibi izleyerek nefesimizi, Bize karşı kullandığı zoru Kendine karşı kullanmağa zorluyor bizi.
Faşist rejimler dişlerini daha sıkı geçirmeye çalıştıkça emekçileri kaçınılmaz olarak mücadeleye sevk ederler, daha direngen hale getirirler. Düne kadar kolaylıkla aldatılan, korkutulan kitleler faşizme karşı mücadele etmenin gereğini kavrayarak “Salozların” korkulu rüyası haline gelirler.
Portekiz’de olan da buydu. Çelişkilerin giderek keskinleşmesi sonucu emekçilerin hoşnutsuzluğunun ve öfkesinin artması Salazarcı diktatörlüğü sarsmaya başladı. Salazar’ın 1968’te felç geçirmesinden sonra işbaşına gelen rejimin iki numaralı adamı Caetano, olağan burjuva işleyişe geçiş için çeşitli hazırlıklara girişti. Ne var ki, toplumun çivilerini yerinden oynatmak pahasına sermaye için yolu düzleyen faşizm, çözülüş sürecinde bir ayaklanmaya sebep olacak koşulları da yaratmıştı. 1973 yılına geldiğinde öğrenci hareketinin gösterileri artmış, ordu içinde de Salazarcı diktatörlüğe karşı gizli bir örgütlenme başlamıştı. Nihayetinde 25 Nisan 1974’te Salazarcı diktatörlük yıkıldı. Subayların faşizmin son bulduğunu ilan etmesiyle birlikte kitleler sokaklara aktılar, kitlesel gösteriler gerçekleşti. Kitleler askerleri karanfillerle karşıladığı için 25 Nisan devrimi tarihe Karanfil Devrimi olarak geçti. Genç subayların isyanıyla tetiklenen sürecin devamında kurulacak işçi komisyonları ve mahalle komisyonlarından da anlaşılacağı üzere emekçiler açısından kapitalizmden tümden kurtulmanın fırsatı da doğmuştu. Ancak Komünist Parti ve Sosyalist Partinin izlediği uzlaşmacı ve reformist politikalar nedeniyle kitleler burjuva demokrasisi ve bazı sosyal reformlarla yetinme yoluna hapsedildiler. Doğru bir önderlik olduğunda kitleler sadece Salozlardan değil, Salozları insanlığın başına musallat eden kapitalizmden de kurtulabilirler. Bu yapılmadıkça yeni Salozların çıkma ihtimali daima mevcuttur.
Saloz’un Mavalı yıllar öncesinde bu gerçeği dile getiriyordu.
Sanmayın ki kırk yıldır bize hayatı zehir eden bu hortlak Cavlağı çekti diye Portekiz kurtulacak! Nasıl sırtlanların yavrusu, çıyanın yumurtası varsa, Ve nasıl kendi gölgesinden çoğalıp ürüyorsa yarasa, Yıkılmadıkça bu mağara, değişmedikçe bu düzen, Daha çok çekeceğimiz var salozların elinden.
[1] İlkay Meriç, Güney Kore’de Askeri Diktatörlüklere Karşı Mücadelenin Otuz Yılı, marksist.com
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.
[3] D.L.Raby, Fascism and Resistance in Portugal: Communists, Liberals and Military Dissidents in the Opposition to Salazar, 1941-74, s.77
link: Suphi Koray, Salozların Mavalları, 15 Mart 2018, https://marksist.net/node/6262
“Yalnızlığa Son! Artık Yalnızlık Bakanlığı Var!”
Komün’ün Mücadeleci Kadın İşçileri