Türkiye totaliter bir rejimin kurumsallaşması sürecini yaşıyor. Sosyalistler açısından, böylesi olağanüstü dönemler ve siyasi koşullar altında mücadeleyi sürdürmek hem çok zor hem de çok önemlidir. Bu istibdat döneminin ömrü billâh sürmeyeceği herkesin malûmudur, ama nasıl ve ne zaman sona ereceği iç ve dış gelişmelerin yanı sıra işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin vereceği mücadeleye bağlıdır. Bu noktada da geçmişin mücadele deneyimleri özel bir anlam kazanmaktadır. Türkiye’de yaşanmış örneklerin yanı sıra farklı ülkelerde faşizm altında mücadele deneyimlerinden alınacak derslerin de irdelenmesi ve özümsenmesi gerekiyor.
Bu açıdan, İspanya’da 1936-39 yılları arasında yaşanan iç savaşın ardından gelen ve 36 yıl süren faşist Franco diktatörlüğü döneminde, işçi sınıfının öncü kesimlerinin İşçi Komisyonları (CCOO, Comisiones Obreras) adı altında verdikleri mücadeleler de incelenmeyi fazlasıyla hak etmektedir.
Franco liderliğindeki faşist güçlere karşı savaşan anti-faşist cephenin yenilmesinin ardından başlayan ve yüz binlerce insanın ölümü, sürgün edilmesi, toplama ve çalışma kamplarında hayatlarının karartılmasıyla; işçi sınıfının ve sosyalist hareketin o güne dek elde ettiği tüm kazanımların yok edilmesiyle; işçi sınıfının ve emekçi halkın uzun yıllar boyunca koyu ve kanlı bir diktatörlük altında ezilmesiyle karakterize olan bu dönemde dahi sınıf bilinçli işçiler ve sosyalistler boş durmamış, ümitsizliğe kapılmamış, örgütlenmeye ve mücadeleye devam etmiş ve nihayetinde de başarı elde etmişlerdir.
İspanyol işçilerinin ve sosyalistlerinin faşizme karşı bu kahırlı, sabırlı ve azimli mücadelesinden Türkiye’nin devrimci ve mücadeleci işçilerinin de alacağı çok dersler vardır. Tıpkı İtalyan, Fransız, Latin Amerika ve Güney Kore’nin mücadeleci işçileri gibi İspanyol işçileri de faşizmin kanlı yumruğu altında sinmemiş, mücadele ateşinin sönmesine izin vermemiş, onurlarını korumuşlardır.
İspanyol işçilerinin faşizm koşulları altında yürüttükleri mücadelelerden alınacak dersler, bugünün yeni kuşaktan genç işçilerine yol gösterecek niteliktedir. İspanya dersleri, hiçbir koşulda işçi sınıfından umudun kesilmemesi ve en zor koşullarda bile örgütlenmenin, mücadele etmenin mümkün olduğunu göstermesi bakımından özellikle zihin açıcıdır.
İç Savaş ve Franco’nun faşist diktatörlüğü
İç Savaş öncesinde İspanya tam anlamıyla devrim/karşı-devrim ikileminde kıvranan bir ülkeydi. Bir yanda Halk Cephesi adı altında liberal burjuvaziyle uzlaşmış Sosyalist ve Komünist Partinin koalisyonu yani cumhuriyet yanlısı güçler, diğer yanda da General Franco’nun liderliğinde birleşmiş faşist güçler (kralcılar, faşistler, Katolik kilisesi vs.) bulunuyordu. Ancak ayağa kalkmış kitleleri devrime götürmekten kaçan Sosyalist ve Komünist Partinin bu sınıf uzlaşmacı tutumu, işçi ve köylülerin tepkisini dindiremediği gibi cumhuriyet karşıtı cephenin de iyice saldırganlaşmasına yol açıyordu. İşçilerin kitlesel grevlerine köylülerin toprak işgallerinin ve boykotlarının eşlik ettiği, darbe girişimlerinin birbirini takip ettiği, ayaklanmaların ardı arkasının kesilmediği, Bask ve Katalonya bölgelerindeki ulusal hareketlerin giderek yükseldiği bu süreç İç Savaşa kadar devam etti.[1] En sonunda Hitler Almanya’sının ve Mussolini İtalya’sının desteğini de arkasına almış olan General Franco önderliğindeki faşist güçler, iktidardaki cumhuriyetçi güçlere karşı harekete geçtiler ve 3 yıl sürecek olan iç savaşı başlattılar. Bu 3 yıl boyunca anarşistler, sosyalistler, komünistler ve en önemlisi de İspanya’nın devrimci işçileri ve emekçileri tarihe geçecek yiğitlik ve fedakârlıklarla dolu bir kavga verdiler, faşizme karşı direndiler. Bu kavga, sonu yenilgiyle bitse bile, sonradan ortaya çıkacak anti-faşist mücadelenin tohumlarının toprağa düşmesini sağladı. Faşist diktatörlüğün tüm zalimliğine rağmen İspanya işçi sınıfının devrimci, mücadeleci geleneğini tümden yok edemediği ve işçi sınıfının bu geleneğin taşıyıcısı olacak devrimci işçileri bağrına gömerek saklamayı becerdiği bir süre sonra ortaya çıkacaktı.
Faşistlerin İç Savaşı kazanmasının ardından İspanya’da karanlık bir dönem başladı. Ağır baskılar ve katliamlar 50’li yılların sonuna kadar hız kesmeden devam etti. İç Savaş sona erdiğinde, faşist iktidarın açıkladığı resmi rakamlara göre 270 bin kişi faşizmin zindanlarında tutuluyordu ve 500 bin kişi de yurt dışına (özellikle de Fransa’ya) kaçmak zorunda kalmıştı. 200 binden fazla kişi, faşist diktatörlüğün ilk yıllarında işkence, katliamlar, baskılar, açlık ve hastalıklar yüzünden hayatını kaybetti.
Tek adam ve tek parti diktatörlüğü altında yönetilen İspanya’da faşizmin anayasası olan Organik Yasa altında tüm devlet aygıtı ve toplum yeniden yapılandırılacaktı. Faşistlerinki dışında tüm sendika ve partiler yasaklanmıştı. Ücretler devlet tarafından saptanıyor ve greve çıkmak vatan hainliği sayılıyordu. İşçiler, korporatist faşist sendika CNS’ye (ya da işçilerin ona verdikleri adla “Dikey Sendika”) üye olmaya zorlandılar. PCE (İspanya Komünist Partisi) yeraltına çekilirken, PSOE (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) ve ERC (Katalanya Cumhuriyetçi Solu) yasaklandı. PNV (Bask Ulusal Partisi) sürgüne gitti.
Franco, İspanyol milliyetçiliği üzerinden İspanya’nın kültürel ve ulusal çeşitliliğini bastırarak tekçi bir ulusal kimlik inşa etmeye girişti. Katolik Kilisesi, devlet kilisesi düzeyine yükseltildi ve cumhuriyet döneminde kaybettiği birçok ayrıcalığını geri kazandı. Dini değerlerin topluma hâkim kılınması bizzat devlet tarafından hayata geçirilmeye çalışılıyordu. Franco’nun “iyi yurttaş” tanımına uymayanlara yönelik bir ötekileştirme ve “öteki” kabul edileni dışlama politikası yürütülüyordu. Kadınlar, özellikle de işçi ve emekçi kadınlar, faşist iktidarın uygulamalarından ve baskılarından yoğun biçimde etkilendiler. Franco iktidarı, kadının toplumdaki geleneksel rolünün dışına çıkmasını istemiyordu.
İspanya ekonomisi de İç Savaşta tamamen harap olmuştu. Buna II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım da eklenince ekonomik durum 50’lerin ortalarına kadar düzeltilemedi. Bu dönemde Franco içe kapalı bir ekonomi politikası izledi ki bu da işçi sınıfının ve emekçilerin durumunu daha da kötüleştirdi. Faşist rejim kırda tamamen büyük toprak sahiplerinin lehine ekonomi politikaları izliyordu. Köylülerin büyük bir kısmı bu dönemde topraklarını kaybettiler ve ya tarım işçisi haline dönüştüler ya da şehre göç edip işçileştiler. Bu ucuz işgücü bolluğu hem burjuvaziye yoğun bir sömürü olanağı sağlıyor hem de 50’lerin sonuna doğru başlayacak sanayi atılımının işgücü kaynağını oluşturuyordu.
Bu faşist diktatörlük ve zor koşullar altında, işçi sınıfının yediği ağır darbenin ve yenilginin etkisinden kurtulup yeni mücadele ve örgütlenme şekilleri bulması bir on yılı bulmuştur. Ancak 50’lerden itibaren İspanya işçi sınıfı tekrar başını doğrultmaya, üzerindeki ezikliği atmaya başlayabilmiş ve bir toparlanma sürecine girmiştir. Bunda İşçi Komisyonları’nın çok özel bir yeri vardır. İşçi Komisyonları, İspanyol işçisinin faşizm koşullarında dahi mücadele edebilmesinin ve mücadelenin tüm işçi sınıfı içinde yayılmasının, böylece İspanya’nın faşizmden kurtulmasının yolunu açan işçi öz-örgütlenmesinin adı olmuştur.
İşçi sınıfı canlanmaya başlıyor
İşçi sınıfı içindeki ilk kıpırdanışlar 50’li yıllara doğru ortaya çıkmıştır. 1 Mayıs 1947’de Basklı direnişçilerin ve illegal olarak varlığını sürdüren sendikaların daha yüksek ücret istemiyle başlattığı genel grev, faşizmin karanlığının yırtılmaya başladığının ilk işaretiydi.[2] Bu genel greve, bölge işçilerinin neredeyse dörtte üçü katılmıştı ve faşist ordu birlikleri tarafından hızlıca ve şiddetli biçimde bastırılsa da, işçi sınıfının ataletinin kırılması bakımından ciddi sonuçları olacaktı.
1947 genel grevini 1951 yılında zamlara ve ulaşımın pahalı olmasına karşı düzenlenen bir dizi eylem takip etti. Ulusal hareketin güçlü olduğu bir başka bölge olan Katalonya’nın başkenti Barcelona’da halk günlerce ulaşım araçlarını boykot etti. Bu boykot sonucu faşist rejim ulaşım zammını geri çekmek zorunda kaldı. Böylece ilk kez işçi-emekçi halk faşist rejime karşı bir başarı elde etmiş oluyordu. Aynı yılın Nisan ayında Bask ülkesinde gerçekleşen ve 2 gün süren bir başka genel greve ise 250 bin işçi katıldı. Mayıs ayındaysa Madrid halkı hayat pahalılığına karşı kitlesel boykotlar gerçekleştirdi. Bu grevler ve eylemler işçi sınıfı içindeki örgütlenme arayışlarını da hızlandıracaktı.
İşçi sınıfı hareketinin yeniden canlanmaya başladığı bu dönemde, faşist rejimin tüm yok etme çabalarına karşın sınıfın içinde varlığını sürdürebilmiş durumdaki sosyalist ve komünistler, ilk etapta eski sendikaları illegal olarak sürdürmeye ve sınıfın örgütlenme arayışına cevap vermeye çalıştılar. Ancak faşizmin ağır baskıları, işçi sınıfı içinde yaşanan atomizasyon, sınıfın çoğunluğunun Katolik kilisesinin etkisi altında bulunması ve faşist sendikalara zorunlu olarak üye yapılmış olmasının da etkisiyle, bu girişimler çok sınırlı sonuçlar verebildi. Bu arada işçi sınıfının öteden beri mücadele geleneğine sahip olduğu bölgelerde farklı öz-örgütlenme deneyimleri ortaya çıkmaya başlayacaktı.
Bu ilk öz-örgütlenme deneyimleri daha ziyade “işçi temsilcileri” ya da “işçi komiteleri” adı altında gerçekleşiyordu. İşçi ücretlerini devlet belirliyordu ve genelde bu ücretler çok düşüktü. Faşist sendikaların zaten mücadele etmek gibi bir durumu söz konusu değildi. Bu durumda da işçiler kendi aralarında temsilciler seçiyorlardı ve bu temsilciler de işverenle görüşme yürütüyorlardı. Ücretle ilgili pazarlıklar bir şekilde sona erdiğinde de, işçi temsilcilerinden oluşan bu heyet dağılıyordu. Dolayısıyla “işçi temsilcileri” deneyimi çok fazla yayılamadı ve çoğu durumda da geçici örgütlenmeler olarak kaldı. “İşçi komiteleri” de grevlerin gerçekleştiği yerlerde bir nevi grev komitesi olarak kuruluyor, grevlerin yaygınlığı ve sürekliliğine bağlı olarak varlığını devam ettiriyordu. Ancak faşist iktidarın grevleri bastırmaya yönelik uyguladığı azgın polis şiddeti ve yoğun gözaltı/tutuklamalar nedeniyle, öne çıkan öncüler hareketten koparılıyor ve komiteler dağılıyordu. Süreklilik kazanamasalar da bu ilk öz-örgütlenme deneyimleri, işçi sınıfının mevcut koşulları kabul etmeme ve haklarını arama konusunda kendine güvenmeye başlaması açısından önemliydi. Yer yer başarı kazanan işçi temsilcileri, işçi sınıfının, faşizm altında da olsa bir şeyler yapılabileceği bilincine ilerlemesi bakımından etkili olmuştu. Bu örgütlenme çabalarının hayat bulmasında, kuşkusuz, sınıfın içinde varlığını sürdürebilmiş sınıf bilinçli ve devrimci unsurların rolü büyüktür. Bu unsurlar, eskinin mücadele geleneğinin yeni kuşak işçilere aktarılmasında birer “aktarma kayışı” görevi görmüşler ve harekete geçilen yerlerde işçileri örgütlenmek yönünde ileri itmişlerdir.
1954 yılından itibaren faşist rejim Batı’yla, özellikle de ABD’yle arasını düzeltmeye ve ülkeye yabancı sermaye girişi artmaya başladı. Bu dönem aynı zamanda İspanya kapitalizminin atılımının başlangıcıydı. Yabancı sermaye açısından İspanya tam bir ucuz işgücü cennetiydi, üstelik faşist rejimin boyunduruğu altındaki işçiler hiçbir şeye ses çıkaramıyorlardı. Ancak sanayideki bu atılım yani “İspanyol mucizesi” tarım ürünlerinin ithal edilmeye başlanmasına ve oldukça pahalılaşmasına yol açacaktı. Tüketim maddelerinin fiyatları da sürekli artıyordu. Artan hayat pahalılığına karşın ücretlerin neredeyse yıllardır yerinde sayıyor oluşu, henüz mücadeleye uzak duran işçiler arasında da huzursuzluğun ve tepkinin artmasına yol açıyordu.
Bu koşullar altında 1955 yılında, özellikle metal işçilerinin öncülük ettiği çeşitli grevler yaşandı. Pamplona’da başlayan grevler kısa sürede Katalonya’ya, oradan da ülkenin kuzey bölgelerine sıçradı. Yüz binlerce metal ve tekstil işçisi hayat pahalılığına ve zamlara karşı grevler düzenledi. En önemli nokta ise, ekonomik talepler içeren bu grev dalgasında yer yer faşist rejime karşı sloganların da atılmaya başlanmasıydı. Bu grevler sonucunda faşist rejim işçi ücretlerine %27 oranında zam yapmak zorunda kaldı. Hayat pahalılığına karşı büyük bir iyileştirme olmasa da, faşizm altında elde edilen bir kazanım olması bakımından işçiler nezdinde önemliydi. Bu sınırlı kazanım işçi sınıfının örgütlü kesiminin mücadele azmini daha da körükledi.
İşçi sınıfının yeni mücadele örgütü: İşçi Komisyonları
1955 yılındaki bu grev dalgasının önemli bir sonucu da İşçi Komisyonları olarak bilinen özgün yapıların öncüllerinin ortaya çıkmış olmasıdır. Grevleri örgütlemek ve koordinasyonu sağlamak için oluşturulan bu komisyonlar başlangıçta geçici ve sadece o işyerini kapsayacak şekilde hayat buluyordu. Ancak grev dalgasının 1956 yılında da sürmesiyle birlikte İşçi Komisyonları kalıcı hale gelmeye, birden fazla işyerini kapsamaya ve işçi sınıfının dikkatini çekmeye başladı.
Sınıf hareketindeki yükselişin yarattığı tehlikenin farkına varan faşist rejim, 1957’de, bunun önünü kesmek için çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesine dönük bazı yasal değişiklikler yaptı. Bunu da işçi sınıfına büyük bir lütufmuş gibi sundu. Sadece faşist sendikalar aracılığıyla olsa da toplu iş sözleşmesi yapma hakkına yönelik yasak kaldırıldı. Her işyerinde, temsilciler faşist sendika tarafından belirleniyor ve bunlar aracılığıyla sadece o işyerini bağlayan TİS’ler imzalanıyordu.
Faşist iktidarın işçi sınıfı hareketinin gelişmesini önlemek veya kontrol altına almak için hayata geçirdiği bu önlemler bir süre iş görse de, mücadele geleneğine sahip bölgelerde ve işyerlerinde, işçilerin kendi bağımsız örgütlenmelerini oluşturmaya başlamalarının ve kendi temsilcilerini seçmeye çalışmalarının önüne geçemedi. İlk dönemde, baskılardan dolayı seçim yapılamadığı için işyerindeki öncü işçilerce oluşturulan komisyonlar, şimdi işyerinde bulunan ve isteyen her işçinin katıldığı geniş toplantılarda belirleniyordu. İşçiler hem sorunlarını ve çözüm önerilerini tartışıyor hem de kendi aralarından seçtikleri delegelerle İşçi Komisyonları’nı oluşturuyorlardı. Varolan yerlerde İşçi Komisyonları temsilci seçimini ve işverenle görüşme işini örgütlemeye başladılar. Böylece İşçi Komisyonları yayılmaya, tanınmaya ve sınıfın gözünde meşruluk kazanmaya başladı. Özellikle 1962’deki grev dalgası İşçi Komisyonları’nın tanınmasını sağlaması bakımından önemlidir.
1960’lı yıllara gelindiğinde İspanya ekonomisi yüksek bir büyüme hızı yakalamış durumdaydı ve bu büyümenin temelinde de emeğin yüksek orandaki sömürüsü yatıyordu. Ekonomik büyümeye ve burjuvazinin yüksek kazancına rağmen ücretler yerinde sayıyor, işçi-emekçi sınıfların geçim sıkıntısı artarak devam ediyordu. Bu koşullarda, 1962 yılında başlayan demir-çelik işçilerinin TİS süreci, işçilerin ücret artış talebiyle harekete geçmesine vesile oldu. Metal işçilerine maden işçileri de katıldı. Devletin işçilerin talebini karşılamaya yanaşmaması ve faşist sendikanın üretimin arttırılması yönünde kararlar alması işçilerde büyük tepkiye yol açtı. Sonuçta yeni bir grev dalgası baş gösterdi. Greve katılan işçi sayısı 400 bine kadar çıktı ve grev dalgası İspanya’nın hemen bütün sanayi bölgelerine yayıldı. Grevin kitleselleşmesi üzerine faşist rejim OHAL ilan etti ve grevci işçilerin üzerine orduyu yolladı. Çatışmalara, baskılara ve tutuklamalara rağmen işçiler grevi sürdürmeyi başardılar ve sonuçta faşist rejim taleplerin önemli bir kısmını kabul etmek zorunda kaldı. Rejimin işçi ücretlerini dondurma politikası fiilen geçersiz hale geldi.
1962 grevinin en önemli sonucu işçi sınıfının dağınıklığının aşılması ve faşist sendikaların etkisinin kırılmaya başlamasıydı. Bu süreçte İşçi Komisyonları oldukça öne çıktılar. Birçok yerde grevleri bizzat İşçi Komisyonları örgütlediler. Bu komisyonlar bizzat işçiler arasından ve tarafından seçilen delegelerden oluşmaktaydı ve grevin yönetici organı haline gelmişlerdi. Grevlerin en yaygın yaşandığı Asturya maden bölgesinde 50’den fazla komisyon kurulmuştu. Bu komisyonlar grev bitiminde dağılmadığı gibi, işyerleri arasında ortak/üst komisyonlar kurulmuş, yani komisyonlar hem kalıcı hale gelmeye başlamış hem de çok sayıda işçiyi temsil eden bir niteliğe kavuşmaya başlamışlardı. 1934’te Asturya Komününü kurarak devrimci bir atılım gerçekleştirmiş olan maden işçileri, İşçi Komisyonları hareketinin de merkezini oluşturuyorlardı.
İşçi Komisyonları sayesinde grevci işçiler faşist rejimin önlerine koyduğu yasal engelleri aşarak işverenlerle pazarlık edecek konuma geldiler. İşçi Komisyonları yasal bir statüye sahip olmasa da işverenler bu komisyonları fiilen tanımak zorunda kalmışlardı. Bu başarının ardından İşçi Komisyonları İspanya’nın diğer bölgelerine de yayılmaya başladı. 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren İşçi Komisyonları artık sendikal bir nitelik kazanmaya, işçi sınıfının daha genel ve kalıcı mücadele organı haline gelmeye başlamıştı. 1963 yılında Bask ülkesindeki mücadelelerin koordinasyonunun sağlanması ve dayanışma ağının yaratılabilmesi için bir araya gelen İşçi Komisyonları ilk bölgesel komisyonu oluşturdular. Bunu Asturya işçilerinin merkezi bir İşçi Komisyonu örgütlenmesine giderek aylık bir yayın organı çıkarmaları izledi. Böylece giderek artan merkezileşme ve koordinasyon ihtiyacının sonucu olarak 1966 yılında İşçi Komisyonları ulusal düzeyde merkezi bir organizasyon yaratmaya giriştiler. Bir program açıklandı ve aylık bir yayın organı çıkartılmaya başlandı. Artık işçi sınıfının geniş kesimleri, başlangıçta faşist rejimin ve Katolik kilisenin etkisinde kalmış işçiler de dâhil olmak üzere, İşçi Komisyonları altında örgütleniyordu. Örneğin İspanya’nın başkenti ve işçi sınıfının da önemli merkezlerinden Madrid’de, yaklaşık altı bin işyerinde çalışan yüz binden fazla işçi İşçi Komisyonları altında örgütlenmiş durumdaydı.
Sıra faşist iktidarın hizmetindeki korporatist sendika engelinin aşılmasına gelmişti. 1966 yılı sonuna doğru yapılan faşist sendikaların seçimlerine İşçi Komisyonları kendi listeleriyle girdiler ve büyük başarı kazandılar. 6 milyon seçmenin %83’ü seçimlere katıldı ve faşist sendikaların belirlediği temsilcilerin dörtte üçü değişirken, İşçi Komisyonları tarafından belirlenmiş adaylar bunların yerini aldılar. Bu gelişme üzerine faşist rejim seçilmiş işçi temsilcilerine yönelik büyük bir tutuklama saldırısı başlattı. Hemen ardından da İşçi Komisyonları “illegal” ilan edildiler. Fakat rejimin bu saldırısı bile İşçi Komisyonları’nın gelişmesini durduramadı. 1967 yılında en önemli sanayi merkezlerinde yapılan seçimlerle İşçi Komisyonları delegeleri belirlendi ve ilk ulusal kongre toplandı. Bu kongreye 50 ilden temsilciler katıldılar.
60’lı yılların sonuna doğru İspanya’da toplumsal muhalefet her yönden yükselmeye başlamıştı. Kent yoksulları, öğrenci gençlik, köylüler, tarım işçileri, kadınlar, kısacası toplumun tüm ezilen kesimleri kendi örgütlülüklerini yaratmaya ve faşizme karşı muhalefeti yükseltmeye başlamışlardı. Bu yükselişin önünü açan ve başını çeken de İşçi Komisyonları’ydı. 1967 yılında Madrid’de 150 bin işçinin katıldığı, faşist iktidarın ekonomik krizin faturasını işçilere kesmeye çalışan politikalarına bir tepki olarak gerçekleştirilen genel grev, Barcelona, Bilbao, Valencia, Malaga, Zaragosa gibi büyük kentlere de yayıldı. Grevlerin örgütleyicisi İşçi Komisyonları’ydı ve bu grevler komisyonların ülke çapındaki etkisinin ortaya çıkması bakımından önemliydi.
Bir yıl sonra tüm Avrupa’yı saran 68 dalgası İspanya’yı da vurdu. 1968 yılında İşçi Komisyonları üçüncü kongresini topladı ve faşizme karşı mücadele temalı bir program oluşturdu. Bu mücadele programı bir genel grevin örgütlenmesine dayanıyordu ve ülkenin her yerindeki İşçi Komisyonları’nı bu genel grevi örgütlemeye çağırıyordu. İşçi Komisyonları’nın dışında kalan işçilerin de greve katılmalarının sağlanmasının özellikle önemli olduğunun altı çiziliyordu. Bu amaçla mümkün olan her fabrikada toplantılar yapılması ve mücadele programının işçilere anlatılması hedeflenmişti.
İşçi Komisyonları’nın bu kararına faşist rejim sıkıyönetim ilan ederek karşılık verdi. Sıkıyönetimle gelen baskı ve devlet terörüne işçiler ve halkın örgütlü kesimleri büyük bir dirençle tepki verdiler. Özellikle öğrenci gençlik her yerde sokaklara döküldü, boykot eylemleri gerçekleştirdi. Gençlik hareketi polis zoruyla dağıtılsa da işçi sınıfı direnmeyi sürdürdü ve İşçi Komisyonları’nda yer alan birçok işçi önderinin tutuklanmasına veya sürgüne gönderilmesine rağmen direniş kırılamadı. Sonunda işçi sınıfının bu kararlı duruşu faşist rejime bir kez daha geri adım attırdı ve sıkıyönetim kaldırılmak zorunda kalındı. Böylece İşçi Komisyonları sıkıyönetim sürecinden daha da güçlenmiş olarak çıktılar. Faşist rejimin sınıf hareketini bastırmaya yönelik her saldırısı, hareketin daha da yayılmasına ve yükselmesine yol açıyordu.
1970 yılı İspanya işçi sınıfının mücadele tarihi açısından da önemli bir yıl, bir bakıma dönüm noktalarından biri oldu. Asturya maden işçileri, artan iş kazalarının önlenmesi ve çalışma koşullarının düzeltilmesi, ücretlerin yükseltilmesi talepleriyle greve çıkmışlardı. Grevler hızla Bask ve Katalonya’daki diğer madenlere de yayıldı. Buna, Sevilla’daki 25 bin inşaat işçisi de eklendi ve farklı sektörlerden işçiler de bu dalgaya dâhil oldular. Granada’da faşist sendika binası önünde gösteri yapan işçilere polisin saldırması sonucu polisle çatışmaya başlayan işçilerden 3’ü öldürüldü. Bu katliam tüm İspanya’yı saran geniş protestolara ve grevlere yol açtı. İktidar “askere alma” dediği bir yöntemle (devlet işletmelerinde çalışan işçileri asker sayarak ve her türlü eylemi yasaklayarak) bu kabarmanın önünü kesmeye çalıştı. İşçilerin işten ayrılması veya herhangi bir eylemde bulunması yasaklandı, öncü işçilere yönelik devlet terörü başladı. Ancak iktidarın saldırıları, işçi sınıfındaki kabarmanın toplumun diğer kesimlerine de yayılmasından başka bir sonuç doğurmadı. Böylece 1970 yılı, genel olarak faşist iktidarın devrilmesi yönündeki toplumsal mücadelenin sıçramalı bir şekilde geliştiği ve sonraki yıllarda da devam ettiği bir sürecin açılışı oldu. Ve bu süreçte, faşizme karşı yürütülen mücadelede İşçi Komisyonları son derece başat bir rol oynuyordu.
1970 yılında tarım işçileri ve yoksul köylüler de örgütlülüklerini ulusal düzeyde birleştirmeye karar verdiler ve bir genel kurul düzenlediler. Bu birleşik örgütlenme, aynı yıl yapılan İşçi Komisyonları’nın genel kurulunda da temsil edildi. Bu kurulda tarım işçilerinin ve köylülerin yanı sıra mülteciler, kadın işçiler ve öğrencilere ait örgütler de yer aldılar. Bu kurulda alınan kararlardan en öne çıkanı, politik tutuklularla dayanışma başlatılması ve sendikal mücadele nedeniyle tutuklanan işçi önderlerinin serbest bırakılması için genel af mücadelesinin yürütülmesiydi.
Genel af mücadelesi toplumda önemli bir karşılık buldu. Kitlesel eylemler gerçekleştirildi. Üstelik bu kez kilise de mücadeleye destek vermek durumunda kaldı. Bu mücadeleye Avrupa ülkelerinden de destek geldi. Artık burjuvazi de Franco’nun faşist rejiminin sona ermesini ve normale yani burjuva demokratik sisteme geri dönülmesini istiyordu. Rejim bu konuda da geri adımlar atmak zorunda kaldı. Genel af ilan edilmese de idam cezaları kaldırılmak ve siyasi tutukluların cezaları azaltılmak zorunda kalındı. Süreç artık faşist rejimin sona yaklaştığını açıkça ortaya koyuyordu.
İşçi Komisyonları deneyiminden çıkarılması gereken dersler
İşçi Komisyonları’nın en önemli yanı, sınıfın mücadele pratiği içinde kendiliğinden doğmuş öz-örgütlenmeler olmalarıdır. Çeşitli grevlerin idare edilmesi için geçici olarak oluşturulan komiteler, işverenlerle ücret pazarlığı yapmak için oluşturulan temsilcilikler gibi deneyimler, sınıf bilinçli ve devrimci işçilerin de katılımı ve ön ayak olması ve kitlesel grev dalgalarının yaşanmasıyla kalıcı örgütlenmelerin yaratılmasına vesile olmuştur.
İşçi Komisyonları tüm işçileri kapsamaya dönük bir anlayışa sahiptiler. İşçi Komisyonları’nın programında yer alan şu ifade, sahip olunan anlayışı net biçimde ortaya koymaktadır: “İşçi komisyonları belli bölümlerin değil tüm işçi sınıfının birlik hareketidir. Arkadaşlarının ve sınıfın çıkarları doğrultusunda davranan her işçi politik görüşü, dini inancı ve felsefesi, düşüncesi ne olursa olsun komisyonlara katılabilir.”[3]
İşçi Komisyonları’nın dayandığı temel fabrikalar ve işyerleriydi. İşyerlerinde yapılan ve isteyen her işçinin katılabildiği toplantılarda sorunlar birlikte tartışılıyor, kararlar birlikte alınıyor, sorgulanıyor ve temsilciler yahut delegeler seçiliyor, gerektiğinde de geri çağrılabiliyordu. İşçi Komisyonları bir anlamda işçi sınıfının doğrudan demokrasisinin de doğal bir örneğini sunuyordu. Faşizmin baskısından dolayı toplantı yapılamadığı zamanlarda da, komisyon, çıkardığı ve bir nevi sorunların tartışıldığı kürsülere dönüşen bildirilerle bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Bu bildirilerin işyerindeki her işçiye ulaştırılması işi de titizlikle örgütleniyordu. Toplantı yapılamadığı koşullarda yetki komisyondaydı. Komisyon üyeleri zaten o işyerinde bilinen, tanınan, güvenilen ve mücadeleci görülen unsurlar oldukları için genelde bir sorun da yaşanmıyordu. Kuşkusuz bulundukları çoğu yerde, işyerindeki sınıf bilinçli veya devrimci, sosyalist işçiler bu komisyonlarda yer almakta, başı çekmekteydiler.
İçinde bulunulan faşizm koşullarına rağmen, gerek faşizm öncesi dönemin deneyimleri gerekse de sınıf bilinçli ve devrimci işçilerin yardımıyla İşçi Komisyonları illegal ve legal yöntemleri birlikte kullanmayı başarmıştır. Ancak en zorlu koşullarda bile demokratik işleyiş gözetilmiştir: “İşçi komisyonları demokratik bir harekettir. Fabrikalardaki işçi toplantıları hareketin antidemokratik rejim ve (‘faşist’ çn.) sendikaya karşı demokratik karar ve eylemlerinin konulduğu yerlerdir. Mücadele ile kazanılmış hakların olanak verdiği her zaman komisyon temsilcileri açık toplantılarda seçilmektedir. Fakat en eylemci ve en bilinçli işçilerin gizli toplantılarında seçilen temsilciler ve onların oluşturduğu komisyonlar, işyeri toplantılarının kararlarına uymak zorunda olup onların denetimi altındadırlar. Bu komisyonlar sınıf bilincinin, demokrasinin ve sosyalizmin okuludurlar.”[4]
İşçi Komisyonları’nın mücadelesi ve etkisi sadece fabrikalar ve işyerleriyle sınırlı kalmamıştır. İşçi Komisyonları, greve çıkmış her işyerindeki mücadeleyi sahiplenmiş, bu eylemlerin propagandasını toplumun diğer kesimlerine taşımaya çalışmış ve böylece sınıfın mücadelesinin genelleşip siyasallaşmasında önemli rol oynamışlardır.
İşçi Komisyonları ekonomik mücadeleyle politik mücadeleyi birleştirebilmeleri bakımından da olumlu bir örnek oluşturmuşlardır. Komisyonlar bu iki mücadele alanını doğal olarak birleştirmiş ve sınıfın ekonomik taleplerle başlayan mücadelesinin siyasallaşmasına ciddi katkıda bulunmuşlardır. Birçok durumda ekonomik talepler siyasal, anti-faşist sloganlarla birleştirilmiş ve faşizme karşı her türlü politik mücadele yöntemi esnek biçimde kullanılmıştır. İşçi Komisyonları’nın faşist sendikalar içinde aktif, akılcı ve başarılı bir çalışma yürütmesi de, işçi sınıfının geniş kitlelerine ulaşmasında etkili olmuştur. Kilisenin etkisindeki işçilere önyargıdan uzak bir şekilde yaklaşılması, faşist sendikalarda dahi çalışmak gerekliliğinin öneminin kavranması, başarıya giden yolu açmıştır.
Kuşkusuz bu bağlamda Komünist Partinin belirleyici bir rolü olmuştur. Bu sebeple KP’nin İşçi Komisyonları’yla olan ilişkisine de değinmek gereklidir. İspanya Komünist Partisi, Stalinist bir çizgide olmasına ve İç Savaş sürecinde son derece olumsuz bir rol oynamasına rağmen, Franco döneminde İspanya içerisinde örgütlülüğünü koruyabilmiş neredeyse yegâne partiydi. Merkezi kadrolarının ve üyelerinin birçoğu Fransa’da sürgünde bulunuyordu ama yeraltına çekilerek ülke içinde kısıtlı bir düzeyde de olsa örgütlü gücünü koruyabilmesi sayesinde, sınıf hareketi canlanmaya ve akabinde yükselmeye başladığında müdahil olma fırsatı bulabildi. KP başlangıçta anarşistlerin başlattığı ve 1943-50 yılları arasında süren gerilla mücadelesine destek verse de, kısa süre sonra bunun çıkmaz bir yol olduğunun anlaşılmasıyla ağırlığı sendikaları illegal yoldan canlandırma ve faşist sendikaların içinde yer tutma çabalarına verdi.[5] Zaten diğer sosyalist ve anarşist partiler de benzer bir yol izliyorlardı. Bu illegal sendikalar, tüm uğraşlara rağmen istenen sonucu vermediler ve böylece KP’ye bağlı unsurlar 60’ların ortalarından itibaren İşçi Komisyonları içinde daha etkin biçimde görev almaya başlayarak nihayetinde 60’ların sonlarına doğru İşçi Komisyonları’nın kontrolünü ele geçirdiler. KP’nin etkisindeki ve kontrolündeki İşçi Komisyonları anti-faşist mücadelenin en önde gelen ayaklarından biri haline geldi ve ülke çapına yayılan bir örgütlülüğe ulaştı. Ancak öte yandan önceleri Stalinist olan ve sonradan da Avro-komünizm çizgisine kayarak burjuvaziyle uzlaşan KP, İşçi Komisyonları’nın giderek bürokratik bir yapıya kavuşmasına da sebep oldu. 70’lerden sonra ülke çapında etkili ve yüz binlerce üyesi bulunan bir sendikal yapıya dönüşen İşçi Komisyonları, faşizmin çözülme sürecinde işçi sınıfının devrimci mücadelesinin aracı olabilecekken, KP’nin sınıf uzlaşmacı çizgisine kaydı.
Sonuç olarak İspanya İşçi Komisyonları deneyimi, Türkiye’nin öncü ve mücadeleci işçileri için son derece zengin derslerle doludur. Her şeyden önce İşçi Komisyonları, faşizme karşı alınan ağır yenilgiye ve hüküm süren kanlı bir diktatörlüğe rağmen işçi sınıfı mücadelesinin adeta kendi küllerinden nasıl da yeniden doğabileceğini açıkça göstermiştir. Bu bağlamda hiç kuşkusuz en önemli ders, işçi sınıfına her koşulda güvenmek ve ondan umudu kesmemek, onun mücadelesinden yüz çevirmemektir. İspanya’da faşizm altında yaşanan deneyim, diğer anti-faşist mücadele pratiklerine rağmen neden işçi sınıfının başı çektiğinin ve nihayetinde faşizmin sonlandırılmasında başarılı olduğunun anlaşılması bakımından önemlidir.
Bir diğer önemli husus ise, en “kendiliğinden” görünen örneğin bile gerçekte tam anlamıyla “kendiliğinden” olmadığıdır. İşçi Komisyonları bir anlamda sınıfın kendiliğinden pratiğinin içinde doğup gelişmişse de, hemen her örnekte az sayıda da olsa sınıf bilinçli veya devrimci işçinin diğerlerine öncülük ettiği yadsınamaz bir gerçekliktir. İspanya örneğinde de, faşizmden aldığı ağır darbelere rağmen sınıfın içinde gömülü kalmış az sayıda sınıf bilinçli işçinin öncü rolü göz ardı edilemez. Zaten İşçi Komisyonları’nın ilk örneklerinin mücadele geleneğinin derin köklere sahip olduğu Asturya maden işçileri veya metal işçileri arasında görülmesi boşuna değildir. KP’ye bağlı unsurların, tüm yanlışlarına rağmen 60’lı yıllardan itibaren İşçi Komisyonları içinde yer almaları da hareketin gelişmesi, yayılması ve siyasallaşması açısından önemlidir. Siyasi bir yapının faşizm koşullarında örgütlü gücünü korumasının ve işçi sınıfıyla bağlarını sürdürmesinin önemi açısından dikkate alınması gereken bir örnektir.
İşçi Komisyonları’nın illegal-legal mücadele yöntemlerini birlikte kullanabilmesi ve gizliliğe önem vermesi de, faşizmin saldırılarına ve baskılarına rağmen mücadeleye devam edebilmesi açısından hayati derecede belirleyici bir başka husustur. En “demokratik” göründüğü durumda bile düzene güvenmemek gerektiği açıkken, faşizm koşullarında işçi sınıfının bu tür mücadele yöntemlerini hayli hayli öğrenmesi ve uygulaması önemlidir.
İşçi Komisyonları’nın faşizmin tabanı durumundaki muhafazakâr ve Kilisenin etkisindeki işçilere yaklaşımı da örnek alınması gereken bir başka noktadır. Franco’nun faşist rejiminin dayanağı sayılabilecek bu dindar-muhafazakâr-milliyetçi işçiler, süreç ilerledikçe İşçi Komisyonları’na katılmış ya da onu destekler hale gelmişlerdir. Bugünün Türkiye’sinde de işçi sınıfının önemli bir kısmı bilinçsizlik nedeniyle kendi çıkarlarına karşı olan totaliter bir rejimi desteklemektedir ve bu işçilerin en önemli ortak özelliği dini hassasiyetlere sahip olmalarıdır. Bu işçileri karşısına alan, onlara karşı küçümseyici söylemler sarf eden, dolayısıyla da bu işçileri faşizmin kucağına iten hiçbir yaklaşımın faşizme karşı mücadelede başarı şansı yoktur. Sınıf devrimcilerinin Türkiye’de de dünyanın bir başka yerinde de görevleri aynıdır; umudu kesmeden sınıf içinde çalışmak ve örgütlü gücü korumak, mücadelenin yükseleceği dönemlere hazırlık yapmak.
Kaynakça:
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y.
Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri 2, Bibliotek Y.
H. Werner Franz, Bugünkü İspanya’da Sınıflar Savaşı, Sorun Yay.
Richard Gunther/Giacomo Sani/Goldie Shabad, Spain After Franco, University of California Press
Radical Unionism and the Workers' Struggle in Spain, Ruben Vega Garcia/Carlos Perez, Latin American Perspectives
[1] İspanya İç Savaşı ve öncesindeki döneme yönelik detaylı bir okuma için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Ek II, Tarih Bilinci Y.
[2] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Ek II, Tarih Bilinci Y.
[3] Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri 2, s.45, Bibliotek Y.
[4] Hans Werner Franz, Bugünkü İspanya’da Sınıflar Savaşı, s.62-63, Sorun Y.
[5] KP, 1945’te Demokratik Güçlerin Birliği adlı ittifakta yer aldı. 1948’e kadar gerilla mücadelesi içinde yer aldı, ama sonrasında OSO (Sendikal İşçi Muhalefeti) aracılığıyla işçilerin ve faşist sendikanın içinde mevzi tutmaya çalıştı. 1956 yılında burjuvazinin kimi muhalif kesimlerini de kapsayacak şekilde, faşizme karşı “Ulusal Birlik” politikasını ileri sürdü. Etkisiz kalması nedeniyle 1964’te OSO’yu dağıttı ve İşçi Komisyonları içinde çalışmaya başladı.
link: Kerem Dağlı, İspanya İşçi Komisyonları: Faşizm Koşullarında Sınıf Mücadelesi, 6 Ekim 2017, https://marksist.net/node/5932
TEOG’un Kaldırılmasının Altından İmam-Hatipler Çıkıyor
ILO Toplantısına Büyük Boykot