Osmanlı’da “devlet”in ya da bürokratik korporasyonun oluşumu
Yazımızın birinci bölümünde değindiğimiz üzere, Orta Çağ Avrupa’sında oluşan feodal sistem ile Osmanlı’nın asyatik-despotik sistemi arasında aynılıklar değil, niteliksel farklılıklar vardır. Nitekim temeldeki bu farklılıklar, her iki sistemin tarihsel gelişme eğilimine de yansımış ve neticede farklı toplumsal-siyasal sonuçlara yol açmıştır. Tekrarlamak pahasına da olsa, bu iki sosyo-ekonomik formasyon arasındaki önemli farklılık noktalarını burada bir kez daha hatırlatalım:
Batı feodalitesinde bürokrasi, egemen sınıfa (büyük toprak sahibi feodal beylere) tâbi bir görevliler topluluğu iken, Osmanlı’da “bürokrasi” egemen sınıfın ta kendisi idi. Batı feodalitesinde büyük topraklar feodal beylerin (senyörler, lordlar) ve kilisenin özel mülkiyeti altında iken, Osmanlı’da toprak devletin mülkiyeti altında (mirî toprak) idi. Batı’da feodal beyler, sahibi oldukları toprakların gelirlerine (yani serflerin ürettiği artık ürüne) özel mülkiyet hakkına dayanarak doğrudan el koyarken, Osmanlı’da bürokrasi, toprağın gelirine (reayanın ürettiği artık ürüne) ancak devlet dolayımıyla ve devlet adına (vergi biçiminde) el koyabilirdi. Batı’da feodal bey, üzerinde bağımlı köylülerin (serfler) yaşadığı toprağı (fief) bireysel mülk edinirken, Osmanlı’da egemen bürokrasi devleti mülk edinmişti kendine. Batı’da feodal beyin fief sahibi oluşu, özel mülk sahibi oluştan biraz fazla bir şeyi ifade etmekteydi. Çünkü bu sahiplik, toprakla birlikte, üzerinde çalışanlara da hükmetme yetkisi veriyordu feodal beye. Oysa Osmanlı’da sipahi beyinin, tımarı ve reayası üzerinde bireysel olarak böyle bir hükümranlık yetkisi yoktu. Batı’da feodal senyörün veya lordun başlıca kaygısı, kendi özel mülkü (malikânesi ve fief’i) üzerinde feodal egemenlik haklarını (dominium) merkezî krallığa karşı korumak ve sürdürmek iken, Osmanlı’da egemen sınıfı oluşturan bürokrasisinin temel kaygısı, kendi egemenliğinin başlıca kaynağı olan despotik devlet aygıtını, yani kendi merkezî iktidar gücünü merkezkaç güçlere (derebeyleşmeye) karşı korumak olmuştur hep. Batı Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren ekonomik ve siyasal feodalizm (feodal beyliklerin hâkimiyeti) tasfiye olurken ve mutlak krallık (merkezî devlet) güçlenirken, Osmanlı’da bunun tam tersi olmuş; merkezî devletin gücü çözülüp zayıflarken, merkazkaç güçler (ayan, bey, ağa, derebeyi vb.) gelişmeye başlamıştır.
Osmanlı’da egemen bir sınıf niteliği taşıyan yönetici bürokrasinin tarihsel-toplumsal rolünü, Batı’daki bürokrasinin rolüyle karşılaştırdığımızda, gerçekten de ilginç sonuçlar çıkmaktadır ortaya. Bu bakımdan, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık dönemde, Osmanlı bürokrasisinin tarihsel-toplumsal evrimine biraz daha yakından bakmakta yarar var. Böylece, Doğu’nun despotik devletlerinde egemen bir sınıf olarak tezahür eden bürokrasinin, ne mene bir “bürokrasi” olduğunu daha iyi anlamış oluruz.
Bilindiği üzere, Osmanlı devletinin kuruluş süreci 14. yüzyılın başlangıcına dek gitmektedir. Ama onun gerçek anlamda asyatik despotik bir imparatorluk devleti olarak yapılanması, esas olarak Bizans’ın fethinden (1453) sonra olmuştur. Osmanlı devleti bu yeniden yapılanma ve yükseliş döneminde, Doğu örneği bir bürokratik imparatorluk olan Bizans’ın mirasını da devralarak çıkmıştır tarih sahnesine.
Kuruluşundan yıkılışına kadar geçen 600 yıllık tarihine baktığımızda, Osmanlı’nın birbirinden farklı özellikler taşıyan dört ayrı döneminden söz edebiliriz. 1300’lerin başından Bizans’ın fethine (1453’e) kadar olan birinci dönem, Osmanlı beyliğinin diğer Türk beylikleri üzerinde hegemonyasını kurmaya ve feodalizm karşıtı merkezî bir devlet gücü oluşturmaya çalıştığı dönemdir. Bizans’ın fethinden 17. yüzyıla kadar süren ve “klasik Osmanlı dönemi” diye adlandırılan ikinci dönem, Osmanlı devletinin despotik bir Doğu imparatorluğuna yükseldiği dönemidir. 17 ve 18. yüzyılları kapsayan üçüncü dönem, bu asya tipi despotizmin sosyo-ekonomik temellerinde ve merkezî siyasal yapısında bozulmaların olduğu (bozuk düzenli despotizm) ve büyük toplumsal çalkantıların yaşandığı bir istikrarsızlık ve gerileme dönemidir. Ve nihayet 19. yüzyıldan itibaren gelişen dördüncü dönem ise, Batı kapitalizmi karşısında sürekli gerileyen ve giderek bir yarı-sömürge durumuna düşen despotik bir imparatorluğun çözülüş ve çöküş dönemidir.
Osmanlı Devletini kuranlar kimlerdi?
Osmanlı devletini kuranların bir göçebe-aşiret topluluğu (Kayı aşireti) olduğu ve aşiret geleneklerini muhafaza ederek bir devlet kurmaya giriştikleri görüşü bir zamanlar çok yaygın bir inanıştı. Ne var ki bu inanışın Osmanlı tarihçileri tarafından sonradan uydurulmuş rivayetlere dayandığı ve tarihsel gerçeklerle bir ilgisinin bulunmadığı anlaşılmıştır. Nitekim Osmanlı tarihi üzerine yapılan yerli ve yabancı pek çok bilimsel araştırma ve inceleme, bu tür rivayetleri doğrulayacak herhangi bir tarihî belge ve bilginin mevcut olmadığını ortaya koymuştur.[1]
Çağdaş tarihçilerin yaptığı araştırmalar da göstermektedir ki, Osmanlı devletini kuranlar, bir göçebe aşiret topluluğunun değil, “savaşçılığı zenaat edinmiş ve bunun için bir nevi şirket haline gelmiş”[2] bir savaşçılar topluluğunun (gaziler ocağının) başındaydılar. Yani Osmanlılar bağımsız beylik kurmaya kalkıştıklarında, bir kabile aristokrasisine değil, bir savaşçılar birliğine mensuptular. Osmanlı ailesi etrafında gönüllü olarak örgütlenmiş meslekten savaşçıların oluşturduğu bu askerî çekirdek, gerçekte göçebe-aşiret topluluğunun çözülüşü döneminde ortaya çıkmış bir örgütlenmeydi. Yani bu savaşçı topluluğun üyesi olan “meslekten savaşçılar”ın ve onların başındaki Osmanlı ailesinin ne göçebelikle ne de aşiret yaşamıyla bir ilişkileri kalmıştı.
Bir benzetme yapılacaksa eğer, “gazi ocağı” denen bu savaşçı topluluk, Orta Çağın başlangıcında Cermen aşiret topluluklarının içinden çıkan Cermen savaş şefleri ve askerî maiyetlerin (Comitatus) oluşturdukları savaşçı birliklere benzetilebilir ancak. Bilindiği üzere, Orta Çağın başlarında Avrupa’da, Cermen aşiret yapılarından kopan ve bir askerî şefin etrafında profesyonel bir savaşçı birlik oluşturan insanlar, ya doğrudan kendi hesaplarına ülke ve toplum zaptetmek üzere fetih savaşları yürütürler, ya da bir devletin (örneğin o dönemde Roma’nın) hizmetine girerek paralı asker olurlardı.
Roma eyaletlerinin Cermen kavimler tarafından istilası döneminde, kendi hesaplarına fetih ve ganimet savaşları yürüten bu Cermen askerî şefleri ve maiyetleri, Cermen aşiretlerinin ortak mülkiyeti altında olan topraklara da el atarak, buraları da kendi özel mülkleri haline getirdiler. Böylece, bir zamanların askerî şefleri, bu yolla toprak beyliğine (senyör) terfi ederken, toprağını yitiren özgür Cermen köylüsü de giderek bağımlı bir köylü (serf) durumuna düşecekti. Nitekim, Batı Avrupa’da feodalizmin ekonomik, siyasi ve hukuki bir sistem olarak örgütlenmesi de bu taban üzerinde olmuştur.
Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş olan askerî maiyetlerin (gazilerin) başlangıçtaki durumu da bir bakıma bu Cermen comitatus’unun durumuna benzemektedir. Çoktandır aşiret yapılarından kopmuş ve kişisel bağlılık temelinde bir savaş şefinin etrafında toplanmış bulunan meslekten savaşçılar (Gaziler Ocağı), daha Anadolu’ya gelişlerinden itibaren, başlarındaki askerî şefleriyle birlikte Selçuklu devletinin hizmetine girmişlerdi. O dönemde Selçuklu Sultanından Bizans sınırında küçük bir uç beyliği alan Osmanlı ailesi, Selçuklu devletine bağlı onlarca askerî beylikten (uç ümerası) biriydi. Selçuklu ümerasının (askerî bürokrasinin) içinde yer alan Osmanoğulları, göçebe-aşiret reislerinin yaşadığı kır ya da yaylada değil, genelde olduğu gibi, ümeranın ikamet ettiği şehirlerde yaşıyordu. Yani gelecekte Osmanlı devletinin başına geçecek olan Osmanlı ailesi, bir göçebe-aşiret aristokrasisinin içinden değil, Selçuklu devlet ricalinden (devlet adamlığından) geliyordu.
Osmanlı devletinin doğuşu
13. yüzyılın sonlarına doğru, Anadolu-Selçuklu devletinin Moğol (İlhanlılar) istilası altında çözülüp dağılması ve Selçuklu tahtının boşalmasıyla birlikte, Anadolu’nun siyasal durumu tamamen değişmişti. O dönemde Bizans sınırında Selçuklu Sultanı adına küçük bir uç beyliğini deruhte etmekte olan Osmanlı beyliği, Selçuklu devletinin yıkılmasıyla birlikte, Anadolu’daki pek çok Türkmen beyliği gibi (Karamanoğlu, Eşrefoğlu, Tekeoğlu, Çandaroğlu, Menteşe, Germiyan, Saruhan, Aydınoğlu, Umur Bey, Karasi vb.) bağımsız bir beylik haline gelmiş ve çok geçmeden de “hanedanlık” ilan ederek kendi “devletini” kurmaya girişmişti.
“Savaş gücü ile ülke ve toplum zaptederek bunların üstüne siyasal güç kuranlar çeşitli kaynaklardan gelirler. Bazan bir göçebe aşiret önderi bu işi yapar, bazan aşiret değil de, savaşçılığı zenaat edinen ve bunun için bir nevi şirket haline gelen ‘savaşçı ocakları’ görülür. … Eğer şartlar elverişli ise, kendi teşebbüsleriyle savaşlar yapıp servetler edinirler, güçlenir, devlet kurarlar. … Fakat hangisi olursa olsun, kazandıkları serveti ekonomik üretime yatırmazlar. Önemli fark burada. Onu bir fon olarak kullanıp, idare ve savaş yolu ile bu serveti daha da arttırmanın yolunu tutarlar. Kendilerine ‘din uğruna gaza’ etme süsünü de verebilirlerse milyonlarca insana hükmederler; ekonomik üretimin herhangi bir kolunda bulunan bir sınıf olmadan, sınıfların tepesinde bir ‘süper sınıf’ haline gelirler, devleti bu nitelikte güderler.”[3]
İşte Osmanlılar da kurdukları askersel temelli ilkel devlet aygıtına dayanarak, kendilerine memleket (üzerinde tarımcı toplulukların yaşadığı topraklar) edinmeyi ve Anadolu’daki diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmayı bu süreçte başlıca stratejik amaç edinmişlerdi. Gerek Bizans’la ve gerekse Anadolu’daki Türkmen beylikleriyle olan ilişkilerinde hep bu stratejik hedefi gözeten bir politika güttüler. Osman Gazi’den Fatih Sultan Mehmet’e kadar uzanan birinci dönemin karakteristik çizgisi budur.
Bu dönem boyunca, toprak fethi için savaşmak ve fethedilen topraklardaki tarımcı toplulukları (müslim ve gayrimüslim reayayı) merkezî devletin bağımlı kiracısı konumuna sokan bir toprak düzeni kurmak, Osmanlıların temel politikası oldu. Bu ilk kuruluş döneminden itibaren, devletin ekonomik temelini sağlamlaştırmak ve Osmanlı Beyliği’nin birliğini ve dirliğini sağlamak üzere, fethedilen toprakların devlet mülkiyetine geçirilmesi (mirî arazi yapılması) Osmanlılar için yaşamsal önem taşıdı. Osmanlılar kendilerinden önce Selçukluların uygulamış olduğu despotik devlet geleneklerine uyarak, daha kuruluş döneminden itibaren, merkezin (hanedanın) otoritesini güçlendirecek ve merkezkaç güçlerin oluşmasına fırsat vermeyecek bir mülkiyet ilişkisini (mirî arazi) ve toprak rejimini (dirlik düzeni-tımar sistemi) tesis etmeye büyük özen gösterdiler. Dolayısıyla, Osmanlı devletinin uyguladığı bu rejim, başlangıçta özel mülkiyete ve feodal oluşumlara kapı açabilecek kimi mülkiyet biçimlerini (örneğin malikâne, yurtluk, vakıf mülkler gibi) içermiş olsa bile, bunlar genel uygulamanın yanında birer “istisna” olarak kalmıştır. Esasen toprakta hâkim mülkiyet biçimi “devlet mülkiyeti” olduğu için, Osmanlı toplumunda özel mülkiyete dayalı feodal oluşumlar asla yaşama fırsatı bulamayacaklardı.
Batı Avrupa’daki feodal toprak sistemine (feodal beylerin, toprağın bireysel-özel mülkiyetine ve bağımlı köylüler üzerinde hükümranlık hakkına sahip olmaları) karşıt olan Osmanlı toprak sistemi, özel olarak Osmanlıların bir keşfi değildi elbette. Onlardan çok önce, hem Arap-İslam, hem de Türk-İslam devletlerinde Doğu despotizmine özgü bir gelenek olarak uygulanmaktaydı bu sistem. Buna göre, başlıca üretim aracı olan toprakların ve doğal kaynakların mülkiyeti, hükümdarın şahsında somutlanan devlete aitti. Dolayısıyla, yalnızca devletle özdeşleşmiş olan hükümdar toprağı dilediği gibi temellük edebilirdi. Nitekim bir Türk-İslam devleti olan Selçuklu Devleti’nin sultanları da, mülkiyeti devlete ait olan toprakları askerî ikta (tımar) olarak ümeraya (askerî bürokrasiye) tahsis etme geleneğini hep sürdürmüşlerdi. Buna göre, toprağın rakabesi (kuru mülkiyeti) devlete ait olmak üzere, kullanım (tasarruf) hakkı çiftçiye (reayaya) ve gelirinden yararlanma (intifa) hakkı da askerî hizmet karşılığı olarak ümeraya bırakılmıştı. İşte Osmanlılar da bağımsız bir beylik haline gelip, kendi hesaplarına toprak fethine girişince, zaptettikleri topraklar üzerinde bu asyatik-despotik geleneği aynen sürdüreceklerdi.
Daha önce de belirttiğimiz üzere, kuruluşundan Bizans’ın fethine kadar olan birinci dönem, Osmanlı Beyliği’nin bir yandan yeni topraklar zaptetmek, diğer yandan da merkezî otoritesini Anadolu’daki Türkmen beyliklerine kabul ettirmek için savaştığı dönemdir. Bir başka deyişle bu dönem, Osmanlı’nın küçük bir hanedanlık devleti olmaktan, gerçek bir asya tipi despotik imparatorluk devleti olmaya doğru ilerlediği dönemdir. Yaklaşık yüz elli yıl (1300-1453) süren bu tarih kesiti, hanedanlık ilan eden savaşçı-fetihçi bir topluluğun (uç beyliğinin), asya tipi bir imparatorluğa nasıl yükselebildiği ve mutlak otoritesi altına soktuğu bölgelerde, tarımcı toplulukları yüzyıllar boyunca nasıl duragan bir asyatik yapı içerisinde tuttuğunu göstermesi bakımından çok önemli bir tarihsel kesittir.
Bu Doğuya özgü tarihî olayın sırrına ilk vakıf olan insan, günümüzden yüzyıllarca önce (14. yüzyılda) yaşamış büyük tarihçi İbn Haldun’dur. Kuzey Afrika’da yetişmiş olan bu tarihçi, yazdığı eserde (Mukaddime) bize “despotik devlet” denen türün bir çeşit anotomisini vermektedir. Buna göre, Doğuda kurulan devletlerin tarihsel yaşamı şunu göstermekteydi: Doğuda her devlet, tıpkı bir insanın yaşamında olduğu gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama devletlerin yaşamında meydana gelen bu değişikliklerden alttaki toplumlar (tarım toplulukları) hiçbir biçimde etkilenmezler. Bunlar oldukları yerde dururlar. Ve kurulacak olan yeni “despotik” devletler de gene bunların tepesine çöreklenerek kurulurlar. Nitekim İbn Haldun’dan yüzyıllarca sonra gelen Karl Marx da aynı sonuçları çıkartacaktı Doğu toplumlarına ilişkin olarak.
Osmanlı’da egemen sınıfın oluşum tarzı
Kuruluş dönemindeki Osmanlı hükümdarları, henüz Sultan ya da Padişah unvanıyla değil, savaşçı-fetihçi bir askerî şefi simgeleyen Gazi ya da Bey unvanıyla anılırlardı. Arapçadan gelme bir sözcük olan sultan, aslında “egemenlik” demektir. Farsçadan gelen padişah ise, hükümdarların hükümdarı anlamına gelir. “Sultan” unvanını ilk kullanan, dördüncü Osmanlı hükümdarı I. Bayezid (1389-1402) olmuştur. Bu ayrıntı, ilerde göreceğimiz gibi, kuruluş dönemindeki bir devletin durumu ile daha sonra imparatorluk haline gelmiş bir devletin durumu arasındaki farkı yansıtması bakımından oldukça önemli bir “ayrıntı”dır.
Savaş, Orta Çağın tüm despotik devletleri için olduğu gibi, Osmanlı devleti için de biricik ekonomik görevdi. Çünkü o dönemde devletin gelirlerini arttırmanın başlıca yolu, savaşarak toprak ve ganimet elde etmekti. Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde fethedilen ve yerleşilen topraklar, Osmanlı hükümdarının akrabalarına, silah arkadaşlarına (Gazilere) ve gördükleri hizmetlere karşılık şeyh ve dervişlere (dinsel ve mesleksel kökenli tarikat ehline) paylaştırılmakta idi. Ama bunlar toprağa yerleşsin ve çiftçilik yapsınlar diye değil! O topraklar üstünde zaten çitçilik yapmakta olan reayanın ürettiği üründen bir pay alarak geçimlerini sağlasınlar ve aynı zamanda bu toprakları ve reayayı hükümdar (devlet) adına denetlesinler diye!
Demek ki Osmanlı hükümdarının maiyetlerine bağışladığı şey, toprağın mülkiyeti ya da kullanım (tasarruf) hakkı değil, yalnızca gelirinden (vergi-rant) yararlanma (intifa) hakkıdır. Osmanlıların kullandığı terimle söylersek, bağışlanan bir geçim kaynağı, yani “dirlik” idi. Üstelik, bağışlanan bu dirlik, verasetle geçmez ve dirlik sahibi onu başkasına devredemezdi. Genellikle dirlikler, sahiplerine ömür boyu kaydıyla verilirdi. Topraklar üzerinde mutlak hakka sahip olan ise, devletle özdeşleşmiş Osmanlı hükümdarıydı ve dirlik alıp vermeye yalnızca o yetkiliydi. Toprağın tek ve gerçek sahibinin devlet olduğu ve tabandaki üreticinin (reayanın) ise devletin daimi kiracısı sayıldığı böyle bir sistemde, acaba egemen sınıf kimdi? Yoksa devlet mi?
Soyut bir kavram olan “devlet”in kendi başına bir sınıf olarak tanımlanamayacağı çok açık. Çünkü genel anlamda toplumsal bir sınıf, üretim araçlarıyla olan ilişkisine ve toplumsal üretim sürecinde tuttuğu yere göre tanımlanan somut bir insan grubunu ifade eder. Bu insan gruplarından biri veya birkaçı egemen-yönetici durumunda iken, diğerleri egemenlik altındadır yani yönetilen durumdadır. Osmanlı toplumunda egemenlik altında olan reaya olduğuna göre, bu durumda egemen sınıf kimlerden oluşuyordu? Elbette ki reayanın ürettiği artık ürüne el koyanlardan, onun sırtından geçinenlerden başkası değildi bu sınıf. Yani devletin sahip olduğu ekonomik ve siyasal gücü elinde bulunduran ve bu güce dayanarak reayayı sömüren Osmanlı hükümdarı (saray) ve aristokratik bürokrasi! O halde, burada açıklığa kavuşturulması gereken asıl nokta, Osmanlı’da bu egemen “devletlû sınıf”ın nasıl oluştuğu ve hangi unsurlardan teşekkül ettiğidir.
Osmanlı’da egemen sınıf bileşiminin zaman içinde değişikliğe uğradığını biliyoruz. Örneğin, kuruluş döneminde egemen sınıf korporasyonu içinde yer alan kimi unsurların yerini, ilerleyen dönemlerde başkaları devralmıştır. Bu bakımdan, Osmanlı’daki egemen sınıf bileşiminin tahlilini, ilgili dönemlere göre ayrı ayrı ele almak gerekiyor.
Kuruluş dönemindeki egemen sınıf korporasyonunun bileşimi
Osmanlı devletinin kuruluşu döneminde öncü bir görev üstlenmiş olan askerî unsurlar, aynı zamanda Osmanlı yönetici (egemen) sınıfının da ilk kuşağını oluşturuyorlardı. Egemen sınıfın bu ilk kuşağı, değişik toplumsal kökenden gelerek Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş savaşçı gaziler ile, tarikat mensubu şeyh ve dervişlerin (şehirlerde ahîler, kırlarda babailer) seçkinlerinden oluşuyordu. Bunlardan birinci gruba girenlerin seyfiye (askerî), ikinci gruba girenlerin ise ilmiye diye adlandırıldığı biliniyor. Bu ilk kuşak yöneticiler içinde hegemon durumda olanlar ise askerî şefler idi. Fakat devlet örgütlenmesinin en tepesinde, savaşçı birliğin başı olarak, her zaman Osmanlı hükümdarının üstün egemenliği vardı.
Osmanlı yönetici sınıfının bu ilk kuşağının oluşmasında başlıca rolü, kabile yapılarından derlenen “askerî güç” ile toprakta uygulanan “dirlik” düzeni oynamıştır. Buna göre, fethedilen ve devlet mülkiyetine geçirilen topraklar, bir geçim kaynağı (dirlik) olsun diye seyfiye ve ilmiye mensuplarına tımar verilmekteydi. Tımarlar büyüklüğüne göre has, zeamet ve tımar olarak üçe ayrılıyor ve bunlar bulundukları mertebeye göre seyfiye ve ilmiye mensuplarına tahsis ediliyordu. Osmanlı’nın devlet yapılanmasına göre, toplum karşısında devletin otoritesini temsil eden seyfiye ve ilmiye mensupları, aynı zamanda devletin mülkiyeti altında bulunan tımarların yönetim ve denetimini de hükümdar adına ellerinde bulunduruyorlardı. Toplumun üretmen sınıfı (reaya) karşısında, seyfiye ve ilmiye bürokrasisinin bu örgütlü üstün konumu, giderek kolektif sömürücü bir sınıf niteliği kazandıracaktı onlara. Nitekim, Osman Gazi’den I. Murad’a kadar olan birinci dönemde (1300-1360), devleti yöneten ve aynı zamanda toplumun egemen sınıfını oluşturanlar, bu ilk kuşak seyfiye ve ilmiye mensupları olmuştur.
Şimdi bu iki kesimin, mülkiyet ilişkileri açısından durumlarına bakalım. Osmanlı devletinin ilk zamanlarında askerî sınıfın önde gelen kesimini alpler, gaziler ve akıncı beyleri oluşturmaktadır. Osmanlı’nın ilk zamanlarında ordunun belkemiğini oluşturan tımarlı sipahinin (süvari birliğinin) ilk nüvelerini de bunlar oluşturacaktır. Tımar sahibi askerî sınıf (sipahi beyleri), reayadan toprak rantı karşılığı olarak topladığı vergilerle hem kendi geçimini sağlamakta, hem de savaşta orduya tam teçhizatlı asker yetiştirmekte idi. Türkmen ahaliden derlenen bu sipahi askerleri, seferde Osmanlı ordusunun asıl gücünü temsil ediyordu. Osmanlı devleti bu tımar usulü sayesinde, en önemli asker gücüne maaş vermekten, iaşesini temin etmekten, savaş alet ve edevatı hazırlama masraflarından da kurtulmuş oluyordu.
Kuruluş dönemindeki Osmanlı askerî teşkilatında, tımarlı sipahi dışında iki cins örgütlenme daha bulunuyordu: Azap askeri ile yaya ve müsellemler. Azap askeri nakdi ücretle tutulmuş olup, Osmanlı hükümdarının şahsına bağlı hassa ordusunu oluşturmaktaydı. Osmanlı Beyliği’nin ilk dönemlerinde büyük bir şöhrete sahip olan bu askerler, yeniçerilik kurulmadan önce devletin ücretli daimi ordusunu meydana getiriyorlardı. Yaya ve müsellemler (atlılar) ise, çoğu Türk olan köylü halktan toplanan askerlerdi. Başlangıçta bunlara askerî hizmetleri karşılığı olarak ulufe (gündelik) dağıtılır ve toprakta çalıştıklarında birtakım vergi muafiyetleri tanınırdı. Bu askerler yalnızca sefer zamanlarında çağrılır ve diğer zamanlarda kendi işlerini (tarımcılık) yaparlardı.[4]
Mülkiyet ilişkileri bakımından ilmiye sınıfının (ulema) durumuna gelince: Osmanlı beyliğinin kuruluşunda, şehirlerde ahîlerin, kırlarda babailerin büyük roller üstlendiğini daha önce belirtmiştik. Bu her iki teşkilât da dinsel kökenli idi. Bu teşkilâtların mensubu olan şeyh ve dervişlere başlangıçta hem tımar olarak, hem de malikâne biçiminde toprak bağışlandığı bilinmektedir. “Mirî arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlâl yoluyla yapılmakta ve karşımıza, bazan hayrî, bazan da aile vakıfları olarak çıkmaktadır. Bu vakıfların bazan öşürü (ürün vergisi -M.S.) alınmakta, fakat bazan öşürü bile zaviyeye terkedilmektedir.”[5]
Ulemaya dirlik olarak verilen, fakat zamanla vakıf mülk niteliği kazanan bu topraklar, aslında mirî toprak sisteminden bir hayli sapmış ve neredeyse özel mülkiyete yaklaşmış topraklardı. Osmanlı hükümdarlarının, yaptıkları hizmetlere karşılık şeyh ve dervişleri devamlı mükâfatlandırmaları, bu zümreyi, diğerlerine kıyasla oldukça zenginleştirmişti. Nitekim, şeyh ve dervişlerin ileri gelenlerinin 15. yüzyıldan itibaren egemen sınıf korporasyonu içinde en varlıklı kesim haline gelmeleri de bunu teyit etmektedir.
I. Bayezid (Yıldırım) devrinden itibaren şehirlerde ulema olarak anılmaya başlayan bu kesim, devlet ve toplum içinde artan nüfuzları sayesinde önemli bir güç sahibi kişiler haline geldiler. Artık Osmanlı devlet yönetiminde iktidar, egemen yönetici sınıfın ikinci kuşağını oluşturan bu ulema kesimin elinde yoğunlaşacaktı. Ulemanın, Osmanlı sultanları üzerindeki nüfuzu ve devlet içindeki otoritesi, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar tartışmasız devam edecekti.
“Bu ulema Osmanlı hükümdarlarının yanına geldikleri zaman dünyayı her türlü düzenbazlıklar ile doldurdular. Evvelleri hesap ve arazi defterleri bilinmiyordu. Bunlar gelince hesap ve arazi defterleri yaptılar. Para yığmak ve hazine vücuda getirmek âdetinin başı da onlardır.”[6]
Fakat bu birinci dönemde, gerek askerî seçkinlerin gerekse ulemanın arazi temlikleri ve aile vakıfları dolayısıyla artan ekonomik güçleri, mirî toprak düzenine dayanan Osmanlı’nın despotik devlet yapısını gene de bozamamış ve sistemi feodalizm yönünde bir çözülmeye ya da parçalanmaya uğratamamıştır. Sözü edilen bu özel mülkiyet benzeri malikâneler ve vakıf-mülkler, Osmanlı toprak sistemi içinde, kaideyi bozamayan birer istisna olarak kalmışlardır.
“Osmanlı toplumunda toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu ve devletin saray, asker ve ulema gibi hâkim zümreler tarafından temsil edilişi, bu devirlerde hâkim sınıf içindeki iktisadi çatışmaların, çok kere siyasi çatışmalar şeklinde tezahür etmesine sebep olmuştur.”[7]
Nitekim egemen sınıf korporasyonu içinde, gerek şehzadeler arasındaki saltanat kavgaları olsun, gerekse bürokrasi içinde ulema, ümera ve kapıkulları arasındaki siyasal çatışmalar olsun, bunların hepsinin altında yatan şey aslında iktisadi çıkar çatışması idi.
Burada şu soru akla gelmektedir: Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde temel bir rol oynayan askerî maiyetlerin (gazilerin, akıncı beylerin) pozisyonu, Orta Çağdaki Cermen askerî maiyetlerinin (comitatus) pozisyonuna çok benzemesine rağmen, neden Osmanlı toplumunda da Cermenlerde olduğu gibi bir feodalleşme süreci yaşanmamıştır? Ya da toprakta bir servaj sistemi (serf-senyör ilişkisi) neden gelişmemiştir? Bu soruların yanıtı, mükemmel biçimine Bizans’ın fethinden sonra ulaşan Osmanlı Devleti’nin despotik örgütlenmesinde aranmalıdır. Bu örgütlenmenin yarattığı “yönetici sınıf” (kapıkulu bürokrasi) yalnızca Doğu’ya özgü olup, Batı Orta Çağının hiçbir devletinde görülmeyen bir sınıftı. Sorunun bu yönleri üzerinde yazımızın üçüncü bölümünde duracağız.
[1] Bu konuda Mustafa Akdağ, Ömer Lûtfi Barkan, Halil İnalcık, Niyazi Berkes gibi tarihçi ve araştırmacıların eserlerine bakılabilir.
[2] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, cilt I, Gerçek Yay., 1972, s. 12
[3] age, s.12
[4] M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c.1, Cem Yay., 1974, s.276
[5] Sencer Divitçioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, Köz Yay., 1971, s.60
[6] P. Wittek’den aktaran Sencer Divitçioğlu, age, s. 61
[7] age, s.63
link: Mehmet Sinan, Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı /2, 1 Kasım 2005, https://marksist.net/node/530