Ermenistan-Azerbaycan sınırında aylardır devam eden ve kimi zaman çatışmalara neden olan gerginlik 1 Nisanda doruğa ulaştı. İki ülke arasında çıkan çatışmalarda her iki taraftan onlarca asker öldü. Sivillerin de öldüğü çatışmaların nedenini her iki ülke de karşı tarafın provokasyonu olarak nitelendirdi. Azerbaycan Savunma Bakanlığına göre, Ermenistan ordusu Azerbaycan mevzilerine ve yerleşim birimlerine havan topları, top ve büyük çaplı silahlarla ateş açmıştı. Ermenistan Savunma Bakanlığına göre ise, Azerbaycan güçleri yerleşim yerlerine ve askeri güçlerin mevzilerine ateş açmıştı. Her iki taraf saldırıya uğradığını ve mağdur olduğunu iddia etti. Kayıpların ve itidal çağrılarının ardından çatışmalar 5 Nisanda sona erdi. Ancak yaşanan gerginliğin sürmekte olan üçüncü emperyalist paylaşım savaşının Kafkasya’daki tezahürlerinden biri olduğu ve daha büyük çatışmaların kapıda olduğu aşikârdır.
Azerbaycan ve Ermenistan arasında yaşanan çatışmalar Dağlık Karabağ bölgesinde meydana geldi. Bu bölgenin durumu iki ülke arasında çok uzun süredir bir anlaşmazlık konusu ve hiç kuşkusuz bu anlaşmazlığın başkaca emperyalist-kapitalist tarafları var. Özellikle bölgede nüfuzunu korumak ve tek hâkim güç olmak isteyen Rusya ve Kafkasya’da kendine alan açma çabası içinde olan Türkiye bu çatışmaların arka planında boy gösteriyor.
Çatışmaların başlamasının ardından pek çok devletten iki ülke arasında derhal ateşkes sağlanması yönünde çağrılar geldi. Ancak Türkiye bambaşka bir tutum sergiledi. Ermenistan’ın Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ihlal ettiğini iddia etti. Erdoğan, tıpkı kendisi gibi ABD’den dönmekte olan Azerbaycan devlet başkanı ve “kardeşi” İlham Aliyev’i arayarak taziye dileğinde bulundu. Basının önünde “Minsk Üçlüsü üzerine düşeni yapmıyor” demeçleri verdi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise Azerbaycan’ın Ermenistan tarafından işgal edilmiş topraklarını barışçıl yollarla geri almak istediğini söyledi. Savaşı yatıştırmak yerine kışkırtan povokatif söylemlerini şöyle sürdürdü: “Ne zaman, hangi konuda bize ihtiyaç duyarsa biz Azerbaycan’ın yanındayız. Osmanlı yıkılırken bile «ben yıkılıyorum ama hiç olmazsa kardeşimiz yaşasın» diye Kafkas İslam Ordusu’nu Azerbaycan’a göndermiştir. En zor günlerimizde bile biz kardeş Azerbaycan’ın yanında olduk. Biz bir millet iki devletiz.” Bu açıklamalar, kimi burjuva yayınlara yansıdığı gibi Türkiye’nin provokasyonun bir parçası olduğu, en azından yaşananlardan memnuniyet duyduğu yönündeki izlenimleri kuvvetlendiriyor.
Erdoğan’ın Dağlık Karabağ sorununu çözmek için yeterli çabayı göstermediği için esip gürlediği Minsk Üçlüsü 1992 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı tarafından kuruldu. (AGİT Minsk Grubu, Azerbaycan ve Ermenistan devletlerinin Karabağ sorunu için sözde barışçıl bir çözüm bulmalarını teşvik etmek amacıyla kurulmuştu. “Üçlü” olarak tabir edilen ABD, Fransa ve Rusya’dan eş başkanlara ek olarak, AGİT Minsk Grubu’nda Beyaz Rusya, Almanya, İtalya, Portekiz, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Türkiye ve sorunun tarafları olan Azerbaycan ve Ermenistan yer alıyor.) Ancak o günden bugüne sorunun çözümünde tek bir adım bile atılmadı. Sorun adeta donduruldu. Çünkü sorunun tarafları olan kapitalist-emperyalistler arasındaki çıkar çatışmaları çözümü imkânsız kıldı. Zaten ABD, Rusya ve Fransa’dan oluşan üçlü, Kafkasya’da hegemonya savaşlarının bizzat tarafı iken çözüm nasıl sağlanacaktı? Güney Kafkasya, kökleşmiş sorunları, enerji dağıtımındaki kritik önemi ve çok parçalı yapısıyla ne yazık ki emperyalist savaşın kanlı cephelerinden biri olmaya adaydır.
Çatışmaların nedeni olan anlaşmazlığın konusu Dağlık Karabağ olarak adlandırılan bölge. Azerbaycan sınırlarında bir iç adacık olarak kalan bu bölgede nüfusun %70’ini Ermeniler oluşturuyor. 1923 yılında bölgeye özerklik tanınmasının asıl nedenini bu gerçek oluşturuyor.
SSCB’nin dağılma sürecine girmiş olduğu 1980’lerin sonlarında Dağlık Karabağ’ın yönetimini oluşturan Ulusal Konsey’in Ermeni vekilleri, bölgenin Ermenistan’a bağlanmasını talep ettiler ve bu talep hem Dağlık Karabağ’da hem de Ermenistan’da kitlesel destek gösterileriyle karşılandı. Buna karşılık Azerbaycan’da Bakü’nün kuzeyindeki Sumgayıt kentinde yaşayan Ermenilere yönelik bir pogrom girişimi gerçekleştirildi ve onlarca Ermeni hayatını kaybetti. Moskova bu milliyetçi hareketlenmeleri yatıştırma uğraşı içinde özerk bölgenin statüsünde bir değişikliği kabul etmedi ve iki ülke arasında bazı bölgelerde nüfus değiş-tokuşları yapıldı. Ancak kargaşa ve huzursuzluk devam etti ve sonunda Moskova 1989’un başında bölgenin yönetimini doğrudan kendi üstüne aldı. Ancak bu durum fazla süremedi ve yılın sonuna doğru Azerbaycan bölge üzerinde doğrudan egemenlik ilan etti. Bunun üzerine Moskova bölgeyi Azerbaycan’a devretmek zorunda kaldı. Ne var ki buna karşılık Karabağ Ulusal konseyi de Ermenistan ile birleştiklerini açıkladı.
1991’e gelindiğinde Azerbaycan ve Ermenistan birer ay arayla SSCB’den ayrılıp bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bir ay sonra da Azerbaycan Dağlık Karabağ’ın özerk statüsünü iptal etti. Buna karşılık Dağlık Karabağ Meclisi özerklik referandumu kararı aldı ve referandumdan Azerbaycan’dan ayrılma kararı çıktı. Bundan günler sonra da SSCB dağıldı (31 Aralık 1991). Hızla ilerleyen süreçte bu kez Karabağ bağımsızlığını ilan etti, ama hiçbir ülke bu bağımsızlığı tanımadı. Bu noktaya kadar ara ara alevlenen çatışmalar biçiminde süren sorun, bu noktadan sonra tam bir savaşa dönüştü ve karşılıklı birçok katliamla halklar arasında derin husumet duyguları ekildi. Türkiye’de de çokça dillendirilen Hocalı katliamı da bu sürecin ilk aylarında gerçekleşti. Ermeni birlikleri Hocalı köyünde yüzlerce Azeriyi katletti. Bu katliam Türkiye’de de milliyetçiler ve devlet yöneticileri tarafından “yüzyılın soykırımı” olarak Ermeni düşmanlığını körüklemek üzere alabildiğine istismar edildi. Gerçekte bu kanlı süreçte bu tür katliamları her iki taraf da yapmaktan geri durmamıştır.
Savaş sürecinde Ermenistan, Dağlık Karabağ ile kendi sınırları arasında kalan ve tampon bölge işlevi gören koridorda yer alan 6 rayonu (küçük eyalet) işgal etti. 1993’e kadar devam eden bu savaş sürecinde 1 milyon Azeri’nin yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kaldığı ve her iki halktan toplam 30 bin kişinin öldüğü ifade ediliyor. Sayısız uluslararası girişim, çözüm yolunda sayısız formül ileri sürse de, hatta zaman zaman iki ülkedeki liderlikler bu formüllerden bazılarına eğilim gösterseler de, egemen sınıfların içinden kimi klikler milliyetçilikle doldurulmuş kitleleri kışkırtıp yumuşama süreçlerini her seferinde berhava etmişlerdir.
Bugün gelinen noktada Azerbaycan, ordusunu modernize edip güçlendirdikten sonra atağa geçeceğini ve Rusya’nın ekonomik ve askeri bakımlardan desteklediği Ermenistan’ın Azeri topraklarına yönelik işgaline son vereceğini öne sürüyor. Yani yeniden savaşa hazırlanıyor. İki ülke arasında yaşanan savaşın ardından 1994’te ilan edilen ateşkes, aradan geçen yıllar içinde defalarca ihlal edilmişti. Geçtiğimiz Aralık ayında Ermenistan’ın ateşkesin fiilen ortadan kalktığını ve Azerbaycan’la savaşta olduklarını açıklamasıyla gerginlik daha da tırmandı. Tüm bu nedenlerle sorunun kısa ve orta vadede çözümü muhtemel görünmüyor.
Türkiye’nin iki ülke arasındaki savaşta açıkça Azerbaycan’ın tarafını tutmasının nedeni elbette yalnızca tarihsel bağlar değildir. Azerbaycan’la ekonomik ve siyasi ilişkileri Türkiye’ye Güney Kafkasya’da büyük avantajlar sağlıyor. Türkî cumhuriyetlerle sınırı olmayan Türkiye, Azerbaycan’la ilişkilerine büyük önem veriyor. Zengin enerji yataklarının bulunduğu Türkî cumhuriyetler ve nakil yollarının bulunduğu Güney Kafkasya’da avantajlı bir konuma yükselmek, nüfuzunu arttırmak istiyor. Türkiye, 1993’ten bu yana Dağlık Karabağ meselesini bahane ederek Ermenistan sınırını kapalı tutuyor. Bu ülkeye ekonomik ambargo uyguluyor. Azerbaycan sınırı da kapalı olan Ermenistan büyük bir kuşatma altında bulunuyor. Ekonomik sıkıntılar ve yoksulluk derinleşiyor. Türkiye tarafından kapatılan sınırlar nedeniyle Batı’ya açılan hiçbir kapısı olmayan Ermenistan Rusya’nın desteğini alıyor ve onun güdümünde hareket ediyor. İki ülke arasında kuvvetli tarihsel ve siyasal ilişkiler, Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu güçlendiriyor. Ermenistan, Rusya’nın etkin olduğu Bağımsız Devletler Topluluğu’nun üyesi ve toprakları üzerinde pek çok Rus askeri üssü var. Üstelik 24 Kasımda Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından Rusya, Ermenistan-Türkiye sınırına askeri yığınak yaptı. Türkiye’nin iki ülke arasındaki savaşta bu kadar açık bir tutum almasının en önemli nedenini işte bu gerçekler oluşturuyor. Rusya ve Ermenistan’ın hava savunma sistemlerini ortaklaştırdıkları da hesaba katıldığında Türkiye’nin Azerilere desteğinin Ermenistan’a olduğu kadar Rusya’ya da diş göstermek anlamına geldiği açıktır.
Rusya genel olarak Ermenistan’la daha yakın olmakla birlikte kendisini hasımlar arasında açık bir taraf konumuna sokmayıp bir denge politikası güderken, ABD ise Rusya’nın bölgede ekonomik, siyasi ve askeri açıdan güçlenmesinden rahatsız oluyor. Güney Osetya’da, Ukrayna’da ve Ortadoğu’da kapışan Rusya ve ABD, Kafkasya’da da hegemonya savaşı içindeler. İran, Ermenistan ile yakın ilişkiler geliştirip bölgede kendisine kadar uzanan bir enerji koridoru açmaya çalışırken, Türkiye Hazar petrolleri ve Orta Asya doğalgazının Batı’ya taşınmasından nemalanmak istiyor. AB’li emperyalistler Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu kırmak için türlü oyunlara girişiyor. Bütün bunlar Ermeniler ve Azeriler de dâhil olmak üzere tüm Güney Kafkasya halklarına yoksulluk, düşmanlık, savaş ve ölüm getiriyor. Emperyalist kışkırtmalar olmasa yan yana, kardeşçe yaşayacak, acıyı da sevinci de beraber karşılayacak halklar birbirine düşman kesiliyor, boğazlaşıyor. Emperyalist savaşın yayılma eğilimi ve bölgede yükselen tansiyon, uğursuzca, akacak kanı, görülecek şiddeti, şahit olunacak zulmü, çekilecek kahrı haber veriyor. İtidal çağrılarının yerini savaş naralarının alması için geri sayımın başladığını gösteriyor.
Çarlık Rusya’sının diğer halkları gibi Azeri ve Ermeni halkları da Ekim Devriminin ardından kardeşleşmişlerdi. Ekim Devriminin ihanete uğraması ve kesintiye uğrayan dünya devrimi bu halkların kaderini bambaşka bir noktaya doğru sürükledi. İşçi iktidarına karşı bürokrasinin Stalin önderliğinde gerçekleştirdiği karşı-devrim ve bunun sonucunda inşa edilen Stalinist bürokratik diktatörlükler Çarlık Rusya’sının halklar hapishanesi özelliğini yeniden hortlattı. Büyük Rus şovenizmi ve halklar arasındaki eski önyargıların egemen bürokrasinin çıkarları doğrultusunda duruma göre beslenip körüklenmesi, bugünkü husumetlerin ve kanlı süreçlerin zeminini döşedi. Aradan geçen yüz yılda, devrim sonrasında yeşermeye başlayan kardeşliğin yerini düşmanlık aldı. Kafkasya halkları çok ağır bir fatura ödedi. Sırada daha ağır faturalar var. Halkların umudunu ve kardeşliğini ancak yeni bir Ekim Devrimi yeniden yeşertebilir. Emperyalist savaşı ancak yeni Ekimler durdurabilir. Kafkasya’dan Ortadoğu’ya, Uzak Asya’dan Afrika’ya tüm halkların ihtiyacı savaşlara son verecek yeni Ekimlerdir.
link: Ezgi Şanlı, Azerbaycan-Ermenistan: Güney Kafkasya’da Sular Durulmuyor, 14 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5028
Birinci Dünya Savaşının Işığında Osmanlı’dan Bugüne
“Kapitalizmin Krizi Derinleşiyor, Tekelleşme Artıyor”