Takvimler 28 Temmuz 1914’ü gösterdiğinde emperyalist güçler arasında gerilim son noktaya ulaşmıştı. Kapitalist krizin barut fıçısına çevirdiği Avrupa’da, o güne kadarki tüm savaşların en kanlısının fitili ateşlenmişti. Avrupa merkezli emperyalist devletler, kitleleri bu dehşetli savaşa sokmak için çeşitli biçimlerde hazırlamışlardı. Batılı kapitalist güçler kendi parlamentolarında savaş ve anayurt savunması üzerine söylevler veriyor, milliyetçiliği ve militarizmi körüklüyor, gazeteler ve radyolar bu içerikte yayınlar yapıyorlardı. Toplum kahramanlık destanlarıyla şişiriliyor ve yaklaşan savaşın psikolojik zemini hazırlanıyordu. Nefret dolu propagandalarla körleştirilmiş Avrupalı kitleler, savaşın kısa sürede başlayıp kısa sürede biteceğine inandırılmışlardı. Bu süreçte burjuvalar savaş sanayiine inanılmaz boyutlarda yatırımlar yapmış ve kitlesel imha silahlarını kullanıma hazır hale getirmişlerdi. Neticede dört uzun yıl sürecek olan bu kanlı savaş için emperyalist devletler 65 milyonu aşkın insanı silah altına almayı başarmışlardı. Dünya, Avrupa’dan başlayarak bir mezbahaya dönmek üzereydi.
Savaşa tutuşacak emperyalist bloklar savaştan önce netleşmiş ve ardından karşılıklı savaş ilanları yapılmaya başlanmıştı. Bir yanda emperyalist itilaf devletleri İngiltere, Fransa ve Rusya; diğer yanda ise başını Almanya’nın çektiği emperyalist ittifak devletleri Avusturya-Macaristan ve bu bloka sonradan eklemlenen ahı gitmiş vahı kalmış Osmanlı İmparatorluğu. Emperyalist bir güç olarak diğerlerine oranla yeni gelişen Almanya, kapitalist rekabette dünya pastasından daha büyük bir pay kapmak için artık savaş haricinde tüm yolların kapanmış olduğunu görüyor ve tüm adımlarını buna göre atıyordu. Almanya’nın dizginsiz bir iştahla dünyayı uçurumun eşiğine getirdiği bu yol, sıkışmışlığından kurtulmaya çalışan dönemin Osmanlı yöneticilerini de bir hayli heveslendirmişti. Savaş başlangıçta Avrupa merkezli cereyan etse de, kapitalizmin rekabetçi mantığı gereği tüm dünya kaçınılmaz olarak Avrupa’da patlak veren bu savaşın içine çekilecekti. Dünya emperyalist temellerde yeniden paylaşılmak üzere adeta ameliyat masasına yatırılmış gibiydi. İşte son dönem Osmanlı siyasi aklı da bu emperyalist yayılma ve pastadan daha çok pay kapma savaşında, Almanya’nın yanında saf tutmanın kendisine çok şey kazandıracağı vehmine kapılarak savaşa dahil olmuştu.
Birinci emperyalist paylaşım savaşı, içinde bulunduğumuz coğrafyanın şekillenmesinde son derece belirleyici olmuştu. Yüzlerce yıl Arap coğrafyasından Kuzey Afrika’ya, Kafkasya’dan Balkanlar’a, tüm bu bölgelerin emekçi halkları, tepelerine binen Osmanlı muktedirlerinin çeşitli baskıları altında yaşamaktaydılar. Bahsi geçen bölgelerde izleri bugün dahi hissedilen acıların önemli bir nedeninin de bu bölgede yaşayan halkların boyunduruk altında tutulması için merkezi Osmanlı devletinin ve onun mirasçılarının uyguladığı iskân politikaları olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Milyonlarca insanın yaşamına mal olan bu önemli tarihsel olay, çok şey öğretmiştir öğrenmek isteyenlere! Neticede o döneme ilişkin tüm kararlar, görüşmeler, belgeler, ittifaklar ve gizli anlaşmalar tarihsel belgeler olarak ortada durmaktadır. Ama Osmanlı’nın bir oldubittiyle girdiği ve bu topraklarda büyük acılara sebebiyet veren Harb-i Umumi ile ilgili gerçekler bugün hâlâ gizlenmeye çalışılmaktadır. Aradan geçen 100 yıla rağmen, bu mesele bugün dahi pek çok siyasi ve tarihi çarpıtmaya konu olabilmektedir. O nedenledir ki, bu konularda işçi sınıfının ve emekçilerin tarih bilincinin netleştirilmesi ve gerçeklerin gün yüzüne çıkarılması, sosyalistlerin önünde hâlâ çok önemli bir görev olarak durmaktadır.
Baştan ifade etmeliyiz ki, o dönemin Osmanlı egemenleri gibi, onların Cumhuriyet Türkiye’sindeki takipçileri de bugün aynı miyopluklarını sürdürmekte ve aynı üstünlük ve kibir duygusuyla hareket etmektedirler. Osmanlı egemen zihniyetinin bugünkü siyasal mirasçıları da aynı şekilde öncüllerinin körlüklerini, kibirliliklerini, kıyıcılıklarını taklit ederek, yaşanan yenilgilere birtakım üstünkörü açıklamalarla, hamasi nutuklarla ve yalanlarla mazeret uydurmaya çalışıyorlar. Fakat bilinmelidir ki, burjuva egemenlerin ve onların sözcülerinin başvurduğu bu türden çarpıtmaların arkasında, günümüzde de takip edilmekte olan aynı siyasal anlayışa zemin hazırlama telâşı vardır. Bir tahterevalli misali, bir dönem birinin, öbür dönem diğerinin öne çıktığı bugünün Türkiye’sinin egemenler bloku içerisinde, Birinci Dünya Savaşı ile ilgili değişik açıklamalar öne sürülmekte ve değişik mazeretler üretilmektedir. Meselâ egemen blokun içindeki bir kesim, Cumhuriyetin kuruluşunu milat kabul edip, imparatorluk geçmişini kendilerinden saymayarak sorumluluktan sıyrılmaya çalışmaktadır. Diğer kesim ise imparatorluğun küçültülerek Cumhuriyete dönüştürülmek zorunda kalındığını ve devletin böylece korunabildiğini, dolayısıyla bir kopuş değil, devamlılık içinde hareket edildiğini, yaşanan acıların gerçek nedeninin ise Batılı emperyalist güçler olduğunu söyleyerek, mirasına sahip çıktıkları Osmanlı egemenlerini sorumluluktan azade kılmaya çalışmaktadır.
Osmanlı’nın birinci emperyalist paylaşım savaşına neleri göze alarak, hangi maksatla dâhil olduğuna, milyonlarca insanın emperyalist savaşa nasıl sürüldüğüne ilişkin esaslı sorular sorulmadan ve bunlara ilişkin cevaplar verilmeden, geçmişten bugüne devrolan Asyatik despotik kafalı politik yaklaşımların özü de doğru anlaşılamaz.
Sonun başlangıcı
Biraz geriye dönüp, konunun esası hakkında yapılmış olan önemli bir çalışmaya başvuralım. Mehmet Sinan, tarihsel olarak Avrupa ve Osmanlı’daki farklılıkları ve gelişmeleri analiz ettiği ayrıntılı çalışmasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalistleşen Batı karşısındaki gelişme dinamiklerinin tükenmesindeki temeli şöyle açıklıyor:
“Marx’ın açıklamalarından anlıyoruz ki, Avrupa’da para olarak servet birikimi ve bunun sermayeye dönüşümü, feodal toplumun kendi iç evrimiyle gerçekleşen bir süreç olmuştur. Toprağın özel mülkiyetinin feodal soylulara ait olduğu, pek çok feodal mükellefiyetler yüklenen ‘bağımlı’ ve ‘yarı bağımlı’ köylülerin bu topraklar üzerinde doğrudan üretici konumunda bulunduğu feodal toplumun belli bir gelişme evresinde, kırla kent arasında mübadele ilişkileri doğmuş ve bu temelde kır toplulukları da meta üretimine açılmıştır…Yani Avrupa feodalitesinde para olarak servetlerin birikimi, daha baştan kırın meta üretimine açılmasının ve kentle kır arasında mübadele ekonomisinin gelişmesinin bir ürünü olmuştu. Kaynağı ticaret ve faizcilik olan bu parasal servet birikimleri, Avrupalı tüccarların elinde 15. yüzyılın sonlarından itibaren tüm kıtaları dolaşarak genişlemesini sürdürecek ve yeni bir üretim tarzına geçişin başlangıç noktasını ve tarihsel ön koşullarından birini oluşturacaktı.
“Osmanlı’da ise bu süreç, Avrupa’dakinden çok farklı bir şekilde yaşanmış ve doğurduğu ekonomik sonuçlar da Avrupa’dan çok farklı olmuştur… Osmanlı’da bu ‘parasal servet birikimi’ olayı, toplumsal sınıfların (tüccar, esnaf, zanaatkâr, çiftçi vb.) kendi özerk ekonomik faaliyetlerinin içinde ve bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir. Osmanlı’da parasal servet birikimleri, doğrudan doğruya tepedeki, yani devlet katındaki egemen siyasal sınıfın (devlet sınıfı) ekonomik faaliyetlere katılışının bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Devlet sınıfına mensup olan kesimlerin katıldığı ya da bizzat kendilerinin yarattığı bu ‘ekonomik’ faaliyetler, aslında, mülkiyeti tamamıyla devlete ait olan ekonomik gelir kaynaklarının bu sınıf mensuplarınca ele geçirilmesi ve paylaşılması eylemlerinden başka bir şey değildir. Yönetici devletli sınıf mensuplarının bu ‘ekonomik’ faaliyetlerine, zamanla toplum sınıflarından bazı unsurlar da (mültezimler, sarraflar, dış-ticaret mukataacıları, tefeciler vb.) katılacaktır. Fakat bu unsurlar da tıpkı devlet sınıfına mensup olanlar gibi, üretken bir ekonomik faaliyeti organize eden değil, hazırda var olanı sömüren, parazit nitelikte sömürücü unsurlardı. Dolayısıyla, geçmişte toplum sınıflarından tamamen ayrı olarak örgütlenmiş ve bütünüyle devletle özdeşleşmiş olan Osmanlı’nın geleneksel devletli sınıfı (despotik-kapıkulu bürokrasi), şimdi toplum içinde eski sömürü biçimlerini kullanarak servet sahibi olmuş parazit nitelikte unsurlarla çıkar ortaklığı kuran ve iktidarını bir ölçüde onlarla paylaşmak zorunda kalan ‘siyasal güç ve servet karması’ bir sınıf pozisyonuna evrilmiş bulunuyordu.” (Modernleşen Despotizmin Sivilleşme Sancısı/10, Aralık 2006)
20. yüzyıla yaklaşıldığında devri kapanmak üzere olan ve varlığını ağır aksak bir şekilde sürdürebilen Osmanlı, iç dönüşümünü engelleyen gelişmemiş ekonomisi ve hantal siyasi yapısıyla Batı kapitalizmi karşısında zaten tutunamayacak bir haldeydi. Padişahlar ve yüksek düzey yöneticiler tarafından muasırlaşmaya yönelik birtakım idari düzenlemeler yapılmışsa da, Mehmet Sinan’ın belirttiği gibi, mesele çok daha derinlerdeydi. Bu süreçte modernleşmeye yönelik atılan adımların başında, orduda yapılan düzenlemeler geliyordu. Donanmanın ıslahı İngilizlere, jandarmanın düzenlenmesi İtalyan subaylara, maliye ve gümrüklerin düzeltilmesi Fransız uzmanlara verilmişti. Öte yandan, kara ordusunun düzeltilmesi için ise Almanya’dan askeri uzmanlar istenmişti. Batılılaşmaya dönük bu tür idari ve teknik düzenlemeler çöküşü bir süre geciktirse de, tamamen engel olamamıştı. Merkezi otoritenin olumsuz gidişatı engellemeye dönük diplomasi manevraları ile süreç biraz daha uzatılmış, fakat bir yarı-sömürgeye dönüşmüş olan Osmanlı için uluslararası manevra alanı artık tükenmiş bulunuyordu. Askeri bürokraside yetişen ve maceracı yöntemlere yatkın olan ordu içindeki İttihatçı ekip, böyle bir ortamda devlet yönetimini bütünüyle ele geçirecek ve Batılı güçlerle savaş temelinde ittifak kurma politikalarını devreye sokacaktı.
Bu dönemde Osmanlı hâkimiyetinin Balkanlar’da iyice zayıflaması ve kapitalizmin krizinin Avrupa’da derinleşmiş olması, her şeyi daha da hızlandırmış ve olayları içinden çıkılmaz hale getirmişti. Zaten imparatorluk da bir süredir merkezine uzak bölgelerden başlayarak dinsel, mezhepsel ve ulusal gerilimlerle sarsılıyor, kopuşlarla çatırdıyordu. Tıpkı aynı dönemde benzer sosyo-ekonomik yapılara sahip olan ve benzer kaderleri paylaşan binlerce yıllık Çin imparatorluğu ve kuzey komşusu olan Rus Çarlığı gibi.
Emperyalistleşmiş kapitalizm, bir yandan tüm dünyayı ekonomik olarak sermayenin kurallarına göre dizayn ederken, diğer taraftan milliyetçiliğe ve ulus devlete dayanan bir sistem yaratıyordu. Osmanlı ise bir Doğu despotizmi olarak, bu yeni dinamikleri kendisine uyarlayabilecek ya da kendisini dönüştürebilecek dinamiklere zaten sahip değildi. Doğu despotizmine özgü bir imparatorluk olan Osmanlı, bünyesinde birçok dilden milleti, inancı, etnik ve dini yapıyı hapsetmiş durumdaydı. Dolayısıyla, böyle bir yapı içerisinde baş gösteren bağımsızlık hareketleri ve uluslaşma tipi gelişmeler, imparatorluğun varlık zeminini kaybetmesi anlamına geliyordu. Bir tarafta kıtalara yayılmış ve birçok unsuru kendi içine hapsetmiş olan bir imparatorluk, diğer tarafta Batı’dan esen ve tüm dünyayı etkileyen kapitalizm esaslı ulusçuluk akımları.
Bu gerilim içinde Osmanlı merkezi siyasetini oluşturan eğilimler, başlangıçta dağılmadan bir arada durmanın formülünü aramakla meşguldüler. Bir süre sonra ağırlık noktaları da birbirinden farklı olan çözüm önerileri gündeme gelmeye başladı. Ayrıca yüzyıllara dayanan imparatorluğun mülkiyet yapısı da zaten Batı’dan farklı olarak, bir sermaye birikimine müsaade etmemişti. Çeşitli dönemlerde kimi adımlar atılmışsa da, hem toprak hem de zenginlik kaynakları sarayla simgelenen devlette birikiyordu. Ne Batılı anlamda bir sivil toplum ve dolayısıyla burjuva sınıfı, ne de buna uygun istikrarlı bir burjuva devlet sistemi oluşabiliyordu. Uluslararası kapitalizm ise önceki yıllara oranla çok daha hızlı bir biçimde dünyayı kendi kurallarına göre dizayn ediyor, bu dönüşüme uyum sağlayamayanlar ise tarih sayfalarından silinmeye yazgılı hale geliyorlardı. Dolayısıyla, bir Doğu despotizmi olan Osmanlı İmparatorluğu’nu da aynı akıbet bekliyordu.
Osmanlı iktidar bloku içerisinde, daha 1800’lerin ortalarından itibaren yapısal sorunların çözümü konusunda rüşeym halinde çeşitli düşünceler belirmişti. Yukarıda sıraladığımız gerekçelerle, Asyatik despotik bir imparatorluk olarak tebaası haline getirdiği halklarla vergi toplamak dışında bir ilişkisi olmayan ve adeta halkların tepesinde farklı bir gezegenmiş gibi asılı duran yönetici devletlû sınıf, siyaseti de bütünüyle kendi tekeline almış bulunuyordu. Merkezi devlet yapısını güçlendirmek adına orduda ve idari yapıda yapılan reformlar modernleşme doğrultusunda kimi sonuçlar verse de, Batı’yı yakalama konusunda gene sonuçsuz kalıyordu. Geniş emekçi kitlelerin ve halkların yaşamında hiçbir iyileşme sağlamayan bu tür reform ve modernleşme girişimleri, despotik devletin kendi krizini bir süre daha ertelemesine yarıyordu sadece. Diğer yandan Batı’yı yakalamak maksadıyla yapılan düzenlemelerle ortaya çıkan mülkiye, harbiye, tıbbiye gibi okullarda yetişen eğitimli unsurlar da devlet yönetimi hakkında bazı yeni düşüncelere sahip oluyorlardı. Otomatik olarak bürokrasiye dahil olan bu eğitimli unsurlar, zamanla devlet yönetimini ele geçirecek güçlerin mayalanmasının da zeminini oluşturdular. Bu grupların mensupları çöküşü engellemeye yönelik çeşitli yöntemler ileri sürüyor, hatta bununla kalmayıp bazı gizli örgütlenmelere ve eylemlere de girişiyorlardı. Üç kıtada milyonlarca insanın kaderini belirleyen siyasal, sosyal mevzuların yalnızca payitahtta belirleniyor olması, merkezin çeperlerine itilmiş ve yalnızca vergi vermeye ve itaat etmeye zorlanmış kesimlerde gün geçtikçe huzursuzluğun artmasına neden oluyordu. Öbür yandan, iktidar tekelini elinde bulunduranlar, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak Batılı güçlerle değişik düzlemlerde temaslar kuruyorlar ve meşhur deyimle “Batı’nın iyi yanlarını alma” retoriğini sıkça terennüm ediyorlardı. İşte son dönemlerde imparatorluk gemisinin dümenini eline geçirmiş olan unsurlar, bu sosyo-ekonomik şartlar altında, imparatorluk politikalarının asıl belirleyicileri haline gelmişlerdi.
1900’lerden itibaren dünyayı kendi normları temelinde birleştirmiş olan kapitalizm epey mesafe katederek emperyalizm aşamasına ulaşmış ve kısa süre sonra kriz, savaş ve devrim süreçlerini de kendi bağrında mayalamaya başlamıştı. 1917 Ekim devriminin önderlerinden Troçki, meşrutiyetin 1908’de ilan edilmesinin ardından Osmanlı’da yaşananlara ilişkin bir makalesinde, hem Osmanlı devletinin niteliği hem de devlet yönetiminde öne çıkan yeni unsurların yapısına ilişkin şöyle bir değerlendirme yapıyordu:
“Tarihsel kökenleri ve gelenekleriyle Türkiye (Devlet-i Aliye) militer bir devlettir. Bugün, ordusunun görece büyüklüğü bakımından Avrupa ulusları içerisinde birinci durumdadır. Büyük bir ordu, bazı subayların emekli olup saflardan ayrılması nedeniyle önemli sayıda subaya gereksinme duyar. Yıldız Sarayı da (Başkent İstanbul’da bulunan Sultanın sarayı), tarihsel gelişimin gereklerine gösterdiği barbar direnişine karşın, ordusunu belli bir ölçüde Avrupalılaştırmak ve onu ülkenin yetişmiş insanlarına açmak zorunda kaldı. Bu insanlar orduya girmek için herhangi bir fırsat beklemediler. Türk endüstrisinin yetersizliği ve kent kültürünün düşük gelişme düzeyi Türk aydınlarına yönetim ya da askerlik mesleğinden başka bir seçim bırakmıyordu. Devlet de kendi bağrında, oluşmakta olan ulusal burjuvazinin militan öncüsünü örgütlemiş oluyordu: Hoşnutsuz ve tehlikeli bir aydınlar grubu. Şu son yıllar, maaşların ödenmemesi ya da terfilerdeki gecikmeler nedeniyle, Türk ordusunda sürekli olarak baş gösteren ayaklanmalara tanık olmuştu. Askeri birlikler bir telgraf istasyonunu işgal etti ve Sarayla doğrudan görüşmelere başladı. Sultanın boyun eğmekten başka çaresi yoktu ve ordu, birliklerin ardarda katılmasıyla, isyan okulunda böyle eğitim gördü.” (Leon Troçki, 1908 Ardından Yeni Türkiye, Kievskaya Mys., sayı 3, 3 Ocak 1909)
Çökmeye yüz tutmuş imparatorluğun “yeni kurtarıcıları”
Bilindiği gibi Osmanlı’da devlet otoritesinin ekseriyeti, üzerinde mutabık olunmuş beynelmilel kanunlarla değil, mutlak iktidarın devlet bürokrasisine göçerttiği ve ağırlığı keyfi sayılabilecek yetkilerle donatılmıştı. Din kaynaklı şer-i denebilecek uygulamalar yüzyıllar boyu merkezi devlet otoritesinin yorumları ile şekillenmiş, gelişmeler karşısında zaten hükmünü yitirmişti. Bu dönemde dış ekonomik ve siyasi gelişmeler kendi zorunluluğunu dayattı. 1876’da padişah II. Abdülhamit’in uluslararası gelişmelerin sonucu olarak kabul etmeye mecbur kaldığı Kanun-i Esasi (Anayasa) esasen Avrupa’nın en tutucu anayasaları örnek alınarak hazırlanmıştı. Yeni yazılan Kanun-i Esasi’ye göre meclisi feshetme yetkisi padişaha tanınmış, ayrıca kabinenin belirlenmesi yetkisi de padişaha bırakılmıştı. Dolayısıyla bakanlar kurulu (Heyet-i Vükela) birincil derecede meclise değil daha baştan padişaha karşı sorumluydu. Yani, kurulan meclisin gücü ve yetkileri son derece sınırlıydı. Bu sınırlı yetki dahi Osmanlı’nın klasik güçlerinin tahammül eşiğinin çok üstündeydi. 1876’da açılan meclis, Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek yine II. Abdülhamit tarafından 1878’de tatil edildi. Böylece otuz yılı aşkın bir baskı ve istibdat dönemi başlamış oluyordu.
Böyle bir tarihi ve siyasi kompozisyon içerisinde, çatırdayan imparatorluğun varlığını sürdürmesi için temelde iki eğilimin belirginleştiğini söylemiştik. Osmanlı’nın klasik kanadının haricinde, “yeni” siyasi aktörler, ordu ve bürokrasi içinde yetişen devlet memurlarının üst tabakalarından unsurlardı. Edindiği siyasi kültürü, yapısı ve yöntemleri, yüzyıllara dayanan bir Doğu despotizmi ikliminde şekillenen bu yeni unsurlardan, meselelere yaklaşım konusunda köklü değişiklikler zaten beklenemezdi. Başlangıçta bu kesimler içinde oluşan temel güdü, üç kıtaya yayılmış imparatorluğu dağılmadan bir arada tutmak ve bunun için de birleştirici zamk olarak İslamcılık ağırlıklı bir siyaseti benimsemek olmuştu. Padişah II. Abdülhamit’le simgelenen bu politika, 20. yüzyıla girildiğinde ve savaş ortamı oluşmaya başladığında, gücünü ve inanırlılığını tamamen yitirmiş bulunuyordu. Dolayısıyla, panislamist yaklaşımlar artık sorgulanmaya ve Batı’daki ulusçu gelişmelere uygun pantürkist düşünceler iktidar bloku içinde daha fazla taraftar bulmaya başlamıştı. Öye yandan toplumsal gelişme düzeyi o derece sınırlıydı ki, yoksul kitlelerde otoriteye karşı oluşan tepkiler de bu nedenle merkezi yönetim üzerinde herhangi bir etkide bulunamıyordu. Ama aynı süreçte bürokrasinin içinde ve özellikle asker kanadında Saraya karşı bir muhalefet güç kazanmaya başlamıştı. Bu muhalefetin motivasyonu, devleti bir arada tutacak pantürkçü düşüncelerin öne çıkarılmasıydı. Dolayısıyla bu süreçten başlayarak merkezi otoriteye karşı muhalefetin ana ekseni askeri bürokrasi olacaktı. Asker ağırlıklı “yeni” unsurların siyasi yaklaşımları ve kullandıkları yöntemler, tam da içinden çıkıp geldikleri askeri bürokrasinin reflekslerine uygun, cesur ve maceracı yöntemlerdi.
1908’e gidilen süreçte, Osmanlı devletinin tebası olup değişim isteyen unsurlar, değişimci İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) otoritesi altında bir araya gelmeye başladılar. Farklı dinler, milliyetler ve dillerden bir araya gelen gruplar, II. Meşrutiyetin ilanından sonra açılan Mecliste, kısıtlı da olsa kendine bir yer bulabileceklerdi. Fakat sonucundan da anlaşıldığı üzere, halklar ve yoksul kitleler bu “değişim” sürecinde özne değil, adeta aksesuar durumundaydılar. 1908’i perde arkasından yöneten İTC, o zamana kadar söylenmemiş olanları söylüyor, yapılmamış olanları yapacağını ifade ediyordu. Fakat bu değişim sürecinin ömrü de tarihsel gelişmişlik ve emperyalist savaş sürecinin belirleyiciliği ile sınırlıydı. 1908’de II. Meşrutiyetin ilan edilmesi ile doruk noktasına ulaşan bu süreç, İTC’nin kısa sürede değişimci ruhunu kaybettiği ve yönetimi tek elde toplayarak otoriter bir yapılanmaya yöneldiği kaotik bir noktaya evrildi. Böylece, Osmanlı’nın klasik mutlakiyetçi merkezine karşı ortaya çıkan ve başlangıçta merkeze muhalif birçok unsuru etrafına toplayan İTC, kısa bir süre sonra devletle bütünleşti ve adeta devletin kendisi haline geldi. İTC’nin reform vaatleri ve baskı altındaki halkların değişim umutları da böylece tükenmiş oldu.
Padişahı ve yetkilerini sınırlamaya dönük olarak 1908’de meşrutiyetin ikinci kez ilanı, bir saman alevi gibi parlamış ve aynı hızla da sönmüştü. Gelinen noktada artık devlet İTC, İTC ise devlet olmuştu. Bu süreçte yoksul kitleler zaten İTC’nin dikkate alınacaklar listesinde yoktu. Üç kıtaya yayılmış ve yüzyıllardır yoksulluktan başını kaldıramamış halklar, Devlet-i Ali Osman’ın karşısında gene bir ayrıntıdan ibaret kalmıştı. Enver Paşa “küçük ayrıntılara” takılmayıp, bu yorgun ve yoksul halk kitlelerini, Avrupalı devletlerin kendi aralarında giriştikleri emperyalist paylaşım savaşına sokuvermişti. Çünkü iktidar gücünü elinde toplamış olan yeni egemenlerin kendi tasavvurlarındaki büyük devlet, ancak bu süreçte ortaya çıkacak fırsatlar değerlendirildiğinde ayağa dikilebilecekti! Bu süreçte İTC’nin liderliğini üstlenen üçlü, nasıl bir dünyada yaşadıklarından bihaber ve nasıl bir yola girdiklerini kavramaktan uzak, kör ve alabildiğine kibirliydiler. Onlara göre kaybetme değil, kazanma ihtimali yüksekti!
Birinci Dünya Savaşı başladığında İTC’nin merkezini oluşturan Enver, Talat ve Cemal paşalar, tam da kendilerinden beklenebilecek bir maceraperestlikle, Osmanlı’yı bir oldubittiyle Almanya’nın yanında emperyalist savaşa soktular. Son yıllarda Almanya ile yürütülen askeri işbirliği artık meyvesini vermiş, yapılan çeşitli pazarlıklar sonucunda halifeliğin koruyucusu Osmanlı ordusu, emperyalist Alman genelkurmayının hizmetine sokulmuştu. İttihatçıların bu maceracı, kıyıcı politikaları Balkanlar’da, Arap yarımadasında, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da yaşayan yoksul halkların yaşamında büyük acılara neden oldu. Anadolu’nun kadim halklarından Ermeniler, bu savaş sürecinde topraklarından zorla koparılarak tehcir edildiler, soykırıma uğratıldılar. İTC tarafından yönetilen bu maceracı çizgi, Birinci Dünya Savaşı sürecinde milyonlarca emekçinin canına mal oldu. Ama savaş aynı zamanda İTC’nin de sonu oldu. Son dönem Osmanlı siyasi aklının bu durumu, Anadolu halkının veciz sözüyle şöyle tarif edilebilir: Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak!
Dünden bugüne egemenlerin maceracılığı
Bugün Türkiye’de yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmalarıyla iç içe yürüyen, çelişkilerle dolu faşizan bir tırmanış süreci yaşanıyor. Bu süreç aynı zamanda Kürt ulusunun demokratik taleplerinin şiddetle bastırıldığı, savaş politikalarının devreye sokulduğu ve bu politikaların bir devamı olarak şehirlerin yakılıp yıkıldığı kaotik bir süreçtir. Öte yandan, kapitalizmin krizinin ve emperyalist rekabetin kendini Ortadoğu merkezli bir Üçüncü Dünya Savaşı olarak ortaya koyduğu bir konjonktürün içinde bulunmaktayız. Uluslararası kapitalizmin krizini aşmak için yaptığı saldırgan manevralar ve bu doğrultuda Ortadoğu’da haritaların yeniden şekillendirilmesi girişimleri, başta ABD olmak üzere, emperyalist güçlerin temel yönelimini gösteriyor. Bu durum, yüz yıl önce gene bu coğrafyada yaşanmış tarihsel örneği hatırlatıyor ve bu örnekle son derece ilginç paralellikler taşıyor.
Tarihin bir ironisi olsa gerek, yüz yıl önce ulusalcı, pantürkist bir siyasal çizgide ilerleyen İttihatçı paşaların maceracı rolünü, bugün onun karşıtı gibi görünen islamcı-ümmetçi Erdoğan’ın partisi üstlenmiş durumda. Başlangıçta panislamist görüşlerle ortaya çıkan ve “yüce Hakan Abdülhamit Han”ın takipçisi olmakla övünen Erdoğan ve ekibi, iktidara yerleşip devletleştikten sonra birden ulusalcı kesilip, Türk-İslamcılığın bayraktarlığını yapmaya başladı. AKP’nin islamcı liderlerinin iktidara yürürken kullandıkları argümanlar ile, devletle bütünleşip muktedir olduktan sonraki yaklaşımları, Osmanlı’nın son döneminde yaşanan iktidar çekişmeleriyle çok benzeşiyor. Vaktiyle İttihatçıların, II. Meşrutiyetin ilanı sürecinde benimsedikleri politikalar ve sonrasında yaptıkları ile, AKP’nin iktidara gelmeden önce söyledikleriyle sonradan yaptıkları birbirine çok benzemektedir. Bölgesel bir alt-emperyalist güç olarak Ortadoğu’ya yayılma hevesiyle gözü dönen AKP’nin siyasi aklı ile onun politikalarına düşünmeden destek veren çevrelerin ferasetten yoksun hali, tarihten yeterli dersi almamışların somut bir örneğini sunmaktadır bizlere.
Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme isimli kitabında Türkiye’nin AKP ile yönetilmeye başladığı sürecin başlarında iç ve dış gelişmeler bağlamında durumu ve dikkat edilecek hususları şöyle tarif ediyordu:
“Şu an AKP iktidarı altında yürümekte olan ‘demokratikleşme’ sürecinin, AB baskısı ve benzeri dış faktörlerin etkisiyle yol alıyor oluşu bazı burjuva çevreleri endişeye sevk ediyor. Ya işler değişirse, ya bu süreç kesintiye uğrarsa? AB ve ABD arasındaki rekabetten yararlanarak, AB kodamanlarından olumlu vaatler kopartan Türkiye’nin artık AB yolundan çıkmasının, bugün yaratılan iklimde zor göründüğü düşünülüyor. Ama yarın bir yol kazası olmayacağını kim garanti edebilir? Emperyalist güçler arasında kızışan çıkar çatışmalarıyla ısınan ve bu güçlerin yeniden paylaşım savaşlarıyla adeta bir cehennem yerine dönen günümüz kapitalist dünyasında, hele ki Türkiye gibi ‘sürprizler’e açık bir ülkede her şey olabilir!” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yayınları, Ekim 2004, s.272)
Çağlı’nın bahsi geçen öngörülerindeki “sürprizi” bugün açıkça yaşıyoruz. AB’nin kendisi ve Türkiye’nin AB üyeliği süreci bambaşka boyutlara evrilmiş ve adeta yerinde yeller eser hale gelmiştir. Elif Çağlı çalışmasının devamında, kapitalizme içkin bazı temel yönleri ve tehlikeleri işaret ediyorken tutulması gereken ana halkaları şöyle vurguluyor:
“Birincisi, kapitalizm var oldukça olağanüstü siyasal yönetimler de, askeri darbe ve faşizm tehlikesi de var olacaktır. İkincisi, Türkiye’de bugün TC’nin geleneksel bürokratik yönüne karşı liberal demokrat bir tavır sergileyen büyük sermaye çevrelerinin, yarın sınıf mücadelesinin keskinleşmesi halinde yine üniformalı devlet güçlerini imdada çağıracağı çok açıktır. Üçüncüsü ve son söz: unutmayalım ki, hangi alanda ve hangi kapsamda olursa olsun, ancak örgütlü mücadeleyle elde edilen ve korunan kazanımlar kalıcı olabilir!” (age, s.272)
Bugünkü iç ve dış siyasi gelişmeler beraber okunduğunda, devlet ile bütünleşip faşist tırmanışa kapı aralayan AKP ve Sarayın, bu topraklarda yaşanacak muhtemel acıların zehirli mayasını çoktandır ortalığa saçtığını anlatmaktadır bizlere. Birinci emperyalist paylaşım savaşı sürecinde birbirlerine boğazlatılan bu toprakların yoksul emekçi kitleleri bugün de aynı tehlikeyle yüzyüzedirler. Bugünün yoksul emekçi kitleleri de, geçmişteki söylemlerinin aksine devletle bütünleşmiş ve kendini devlet olarak tepeden tırnağa yeniden örgütlemiş olan AKP’nin faşizan politikalarını bilinçsiz bir cehaletle destekler pozisyona düşmüş durumdadırlar. Bu topraklarda hafızası silinip, devlet kanallı resmi tarih yorumları ile doldurulanlara, geçmişte yaşanmış büyük tarihsel deneyimleri kavratmak gerçekten de zor bir iştir. Egemenler, örgütsüz emekçi kitlelere televizyonlardan seyrettirerek alıştırdıkları savaşı, şimdi yaşatarak benimsetme safhasına geçmiş durumdalar. Belli ki yoksul kitleler, gerçek durumu, gerçek yaşam deneyimlerinin acılarından fark ederek ve öğrenerek ilerleyecekler.
link: Ulaş Yücel, Birinci Dünya Savaşının Işığında Osmanlı’dan Bugüne, 3 Nisan 2016, https://marksist.net/node/5027
10 Ekim Katliamının Altıncı Ayında Anma
Azerbaycan-Ermenistan: Güney Kafkasya’da Sular Durulmuyor