Mali sermaye, kırk yıla yakın bir süredir, daha önceki işçi kuşaklarının uzun mücadelelerle elde ettiği kazanımları gasp etmek üzere işçi sınıfına saldırıyor. Bu saldırıların küresel ölçekte ve eşgüdümlü bir şekilde yürütülebilmesi için ise IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist kurumlar aracılığıyla somut reçeteler hazırlanıyor. Özgürlüklere ve toplumsal refaha ulaşma iddiasıyla sermayenin önündeki her türlü engelin kaldırılması gerektiğini savunan bir ideolojik altyapıya dayanan bu saldırı politikaları, neo-liberalizm adı altında teorileştirmiş durumda. İkinci Dünya Savaşını izleyen ekonomik yükseliş döneminin, 1970’lerin başında yerini krize bırakması, burjuvaziyi düşen kâr oranlarını yükseltmek ve bu krizden en az hasarla çıkmak üzere işçi sınıfına dönük kapsamlı saldırılara sevk etmiş ve neo-liberal politikalar da bu bağlamda gündeme sokulmuştu. Ne var ki, işçi hareketinin ve sosyalist hareketin tüm dünyada güçlü olduğu 70’li yıllarda, burjuvazi bu politikaları henüz uygulamaya koyamamıştı. 1980’lerin başından itibarense neo-liberalizm geniş bir etki alanına kavuşacak ve söz konusu politikalar farklı tempolarda da olsa tüm dünyada hayata geçirilmeye başlanacaktı.
Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, bu doğrultuda öncelikle, “II. Dünya Savaşı sonrası yükseliş dönemine eşlik eden Keynesçi politikalar, ilerde tekrar ihtiyaç duyulacağı günler gelinceye dek gözden düşürüldü. Yüksek kamu harcamalarını gerektiren kapitalist devletçilik politikası krizlerin yaratıcısı olarak ilân edilip suçlandı, artık yeni dönemin gereksinmeleriyle bağdaşmayan mali politikaların tasfiyesi yoluna gidildi. Bunun yerini ise, kapitalist devletin, iktisadi devlet teşebbüslerinden ve eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim gibi kamusal alandan elini çekerek ekonomiyi tamamen piyasanın serbest rüzgârlarına bırakmasını ve tüm bu kuruluşların özelleştirilmesini savunan neo-liberalizm aldı. Artık yeni dönemin gözdesi, Friedman misali iktisatçılar tarafından teorize edilen ve Reaganizm, Thatcherizm örneklerinde somutlanan neo-liberalizmdi. Bu değişim, işçi hareketinin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan cesaret bulan ve bu koşulları daha da kötüleştirmek amacıyla harekete geçen uzun dönemli bir gericilik dalgası anlamına geliyordu.”[1]
Burjuva ideologlar, neo-liberalizmi akademiden medyaya her türlü ideolojik aracı ve kurumu kullanarak küresel ölçekte egemen söylem haline getirirken, sola ve sol değerlere karşı da derin bir saldırıya giriştiler. Bireyselliğin kutsanması, örgütsüzlüğün yüceltilip bireysel kurtuluş hayallerinin pompalanması, işçi sınıfının öldüğü, proleter hareketlerin yerini yeni toplumsal hareketlerin aldığı vs. türünden tezlerin yaygınlaşması, kapitalizmin nihai zaferinin ilan edilmesi vb., söz konusu ideolojik saldırının temel ayaklarını oluşturdu.
Devleti bir dönem belli ölçüde üstlenmek zorunda kaldığı sosyal yükümlülüklerden sıyırmaya çalışan neo-liberalizm, aldatıcı bir şekilde ve sanki mümkünmüş gibi devletin “küçültülmesi”ni, ekonomiye müdahale etmeyip piyasayı kendi dengelerine ve işleyişine bırakmasını savunmaktaydı. Fakat sermayenin çıkarları icap ettiğinde her türlü devlet müdahalesini mubah gören, karşılaştığı her büyük krizde devleti imdada çağıran da bizzat burjuvaziydi. Örneğin 2008 krizi döneminde, neo-liberalizmin şampiyonluğunu yapan ABD ve İngiltere’de, batan tekelleri, bankaları kurtarmak için devlet trilyonlarca doları boca etti. Bu şirketlerin alacaklısı olan sermaye gruplarının yanı sıra neo-liberal ekonomistler de, bunları kamulaştırarak borçlarını üstlenmesi için devlete baskı yaptılar. Sonuç olarak, sermayenin çıkarları gereği her türlü devlet müdahalesini onaylayan neo-liberaller, iş “sosyal sorumluluğa”, yani krizin işsiz, aşsız bıraktığı işçilere devlet yardımı yapılmasına gelince, neo-liberalizmin “ilkelerine” sıkı sıkıya bağlı kalınmasını savunmaktadırlar.
Tüm hükümetlere neo-liberal politikaları dayatan mali sermaye, siyasi, askeri, hukuki, mali, ideolojik, her türlü baskıyla ve şantajla bunların hayata geçirilmesini sağlamaya çalışmaktan da çekinmemektedir. Örneğin IMF’nin dayattığı “yapısal uyum programları” borçlu ülkeleri neo-liberalleştirmenin başlıca araçlarından biri haline getirilmiştir. Son olarak Yunanistan’ın başına gelenler bunun çarpıcı bir örneğini oluşturuyor.
Türkiye’de neo-liberal saldırılar
70’li yılların sonlarından itibaren neo-liberalizmin deneme tahtası olarak kullanılan ilk ülkeler Şili ve Arjantin olmuştu. Zira bu politikaların hayata geçirilmesi, işçi sınıfının başını kaldıramayacak denli ağır bir darbe almış olmasını gerektiriyordu ve her iki ülkede de, 70’lerde gerçekleştirilen askeri darbelerle iktidara gelen faşist diktatörlükler işçi hareketini ve sosyalist hareketi tarumar ederek buna uygun bir ortamı sağlamışlardı.
Neo-liberal politikaların Türkiye’ye bu denli hızlı bir şekilde nüfuz edebilmeleri de, aslında aynı dönemlerde, benzer bir yoldan geçerek mümkün olabilmişti. 70’lerin sonlarına gelindiğinde, gerek uluslararası sermayeyle entegrasyona gitmek isteyen tekelci sermaye, gerekse IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar, neo-liberal yapısal dönüşümlerin bir an önce hayata geçmesini zaruri görüyorlardı. Bunun için de, Dünya Bankası’nın eski uzmanı ve metal patronlarının sendikası MESS’in başkanı olan Turgut Özal müsteşar yapılarak ekonominin dümenine geçirilmişti. Sözü Mehmet Sinan’a bırakalım:
“Başbakanlık müsteşarlığına getirilen Turgut Özal’ın ilk işi, hemen bir «ekonomik istikrar» programı hazırlamak olacaktı. Bu «istikrar» programı, 24 Ocak 1980’de resmi gazetede yayınlanarak kamuoyuna açıklandı. Esasında IMF’nin ve TÜSİAD’ın direktifiyle hazırlanmış olan bu ekonomik istikrar programı, yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda yapılacak ekonomik dönüşümlerin önünü açmayı hedefleyen bir programdı. 24 Ocak kararlarıyla Türk lirası %32,7 oranında devalüe edildi ve günlük kur uygulamasına geçildi. Alınan kararlar arasında devletin ekonomideki payının küçültülmesi, tarım ürünleri destekleme alımlarının sınırlandırılması, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonların kaldırılması, dış ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi ve yabancı sermayenin kâr transferlerine kolaylık sağlanması, yurtdışı müteahhitlik hizmetlerinin desteklenmesi, ithalatın kademeli olarak serbestleştirilmesi ve ihracatçı firmaların vergi iadeleri, düşük faizli krediler ve çeşitli gümrük muafiyetleri ile desteklenip teşvik edilmesi gibi esaslı değişiklikler yer alıyordu. 24 Ocak kararlarından da anlaşılıyordu ki, asıl hedeflenen, devlet ağırlıklı kapitalist-karma ekonomiyi tasfiye etmek ve IMF’nin önerdiği serbest piyasacı neo-liberal kapitalist ekonomik politikaları uygulamaya geçirmekti!”[2]
Fakat büyük sermaye, bunun kolayca yapılamayacağının da farkındaydı:
“Çünkü IMF’nin önerileri arasında devletin sosyal harcamalarının kısılması ve tarıma devlet desteklerinin kaldırılmasının yanı sıra, işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren düzenlemeler de yer alıyordu. Örneğin toplu pazarlık sisteminin denetim altına alınması, işçi ücretlerinin belli bir dönem için dondurulması, sosyal hakların budanması, kıdem tazminatlarının kaldırılması vb. isteniyordu. Holdingci büyük sermayenin çıkarına olan bu düzenlemelerin, aslında işçi sınıfının kazanılmış haklarına bir saldırı anlamına geldiği çok açıktı. Böyle bir saldırı, ister istemez örgütlü işçi ve emekçi yığınların, sendikaların tepkisini çekecek ve onları daha da militan eylemlere sevk edebilecekti. Dolayısıyla, işçi sınıfının aleyhine olacak bu türden düzenlemelerin yapılabilmesi için, burjuvazinin ve onun devletinin her şeyden önce bunun koşullarını hazırlaması gerekiyordu. Bir başka deyişle, öncelikle mücadeleci sınıf sendikacılığını etkisiz hale getirecek, özgür toplu pazarlık düzenini fiilen askıya alacak ve işçi sınıfını baskı altında tutacak bir siyasal iktidarın iş başına getirilmesi gerekiyordu. Çünkü sınıf mücadelesinin yükseliş içinde olduğu ve mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının giderek yaygınlaştığı mevcut devrimci durum koşullarında, işçi sınıfının aleyhine olacak bu düzenlemeleri normal bir şekilde işçilere kabul ettirebilmek o kadar kolay bir iş değildi!”[3]
Özal’ın ilk önemli icraatı, gerek kamu gerekse özel sektörde ücret artışlarının sınırlandırılmasına yönelik önlemler almak olmuştu. Bu amaçla toplu sözleşme görüşmelerine de müdahale edilmişti. Bu müdahaleler örneğin metal sektöründe aylar süren grevlerin bağıtlanamaması sonucunu doğurmuştu. Ancak işçi sınıfı cephesinden gelen tepkiler nedeniyle, bu neo-liberal saldırı programı sermayenin istediği hız ve biçimde uygulamaya konamamıştı. Sınıf hareketini ve sosyalist hareketi ezecek bir buldozere duyduğu ihtiyaç yakıcı boyutlara ulaşan sermayenin imdadına ise ordu yetişecekti.
12 Eylül 1980’de gerçekleştirdiği darbeyle yönetime el koyan faşist cunta, işçi sınıfı muhalefetini ezerek, sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanan 24 Ocak kararlarını teker teker devreye soktu. Faşist diktatörlüğün ardından parlamenter şala bürünerek devam eden 12 Eylül rejimi de neo-liberal politikaların 80’ler ve 90’lar boyunca ciddi bir dirençle karşılaşmaksızın uygulamaya konmasını kolaylaştırdı. Söz konusu dönemde Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü ise ideolojik saldırıya güç verdi.
Thatcher ve Reagan nasıl neo-liberalizmin bayraktarları olarak tarihe geçtilerse, Türkiye’de de neo-liberalizmin baş bayraktarı Özal’dı. Özal dönemi, işçi sınıfına ve sola yönelik ideolojik saldırının had safhaya çıkarılarak neo-liberal politikaların yolunun düzlenmesi açısından özel bir işlev görmüştür. Böylelikle 90’lar ve sonrasında iktidara gelen burjuva hükümetlerin de bu yoldan rahat bir şekilde ilerlemeleri sağlanmıştır. 13 yıllık AKP iktidarı altında ise bu politikalar çok daha fütursuz bir şekilde uygulamaya konulmuştur. Erdoğan bunu, “sermayenin önündeki tüm ayakbağlarını kaldıracağız” diyerek veciz bir şekilde ifade de etmiştir.
Neo-liberal uygulamaların savunuculuğunu yapan burjuva ideologlar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, sosyal güvenlikten kamusal hizmetlere, tarımdan ekonomiye pek çok alanda bu politikaların uygulanmasının kaçınılmaz olduğu kanaatini yaratmak için şu tip gerekçe ve yalanlar ileri sürmüşlerdir: Sosyal güvenlik kurumunun bir kara delik gibi bütçeyi emdiği; elektrik, su, telekomünikasyon, doğalgaz, madencilik gibi çeşitli alanlardaki devlet tekelinin rekabeti engelleyerek tüketicinin daha yüksek maliyetlerle karşılaşmasına neden olduğu, dolayısıyla bu sektörlerin özelleştirilmeleri ya da serbestleştirilmeleri (özel sektöre de açılmaları) gerektiği; devlet işletmelerinde gereğinden fazla işçi bulunduğu, bunların ücretlerinin çok yüksek olduğu, devletin bu yükü kaldıramayacağı; kadrolu çalışanların tembellik yaptıkları, sözleşmeli hale getirilmelerinin ve performansa göre ücret almalarının hizmet kalitesini arttıracağı; eğitim, sağlık gibi hizmetlerin kaliteli hale gelmesi için özel sektörün payının arttırılması gerektiği vs. vs…
Sonuçta, özelleştirmeler, esnek çalışma adı altında güvencesiz ve eğreti çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, kamu hizmetlerinde kısıntıya gidilmesi, taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi, emeklilik yaşı ve prim gün sayısının arttırılması, emekli maaşlarının düşürülmesi, eğitim ve sağlığın adım adım paralı hale getirilmesi, kentsel dönüşüm adı altında kentlerin ve doğanın sermaye tarafından yağmalanması vb. Meksika’dan Türkiye’ye dünyanın her tarafında sermayenin saldırılarının ortak paydasını oluşturmaktadır.
Türkiye’de 12 Eylül darbesinin ardından hayata geçirilmeye başlanan neo-liberal saldırı politikalarını özetleyecek olursak:
Sosyal güvenlik alanı
Sosyal güvenlik kurumları, 80’lerden bu yana, neo-liberal saldırıların en temel hedeflerinden biri olagelmiştir. Burjuvazi, Özal döneminde başlattığı ideolojik saldırıyla, SSK’nın bütçenin önemli bir bölümünü emip tükettiğine, sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilirliğinin kalmadığına emekçileri inandırmaya çalışmış, bunda büyük ölçüde de başarılı olmuştur. Böylece “sosyal güvenlik reformu” adı altında neredeyse her beş yılda bir yapılan yasa değişiklikleriyle, emekçiler ağır hak kayıplarına maruz bırakılmıştır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, prim gün sayısının arttırılması, emekli maaşlarının düşürülmesi, bu saldırıların ilk sıralarında yer almaktadır.
Son olarak AKP hükümeti 2006’da çıkardığı bir kanunla emeklilik yaşını 65’e, prim gün sayısını ise 7200’e çıkardı. Asıl istediği 68 yaş ve 9000 gün planını ise yükselen tepkiler nedeniyle hayata geçiremedi. Ancak burjuvazinin, pundunu bulduğunda bunu da en kısa zamanda gündeme getireceği açıktır.
Sosyal güvenlik fonlarının özelleştirilmesi de burjuvazinin göz diktiği alanlardan biridir. Özel sağlık ve emeklilik sigortasına yönelik teşviklerle bunu adım adım hayata geçirmeye çalışmaktadır.[4]
Sağlık alanı
Sermayenin ağzını sulandıracak kadar kârlı bir sektör olan sağlık sektörü, tüm dünyada neo-liberal saldırıların ana odaklarından birini oluşturmuştur. Türkiye de bu açıdan bir istisna teşkil etmemektedir. 2000’lere kadar, devlet hastanelerinin ve SSK hastanelerinin köhnemeye terk edilmesi, hizmet kalitesinin son derece düşük olması, muayene ve ilaç kuyruklarıyla hastaların canlarından bezdirilmesi, aslında bilinçli bir politikanın ürünüydü. Böylece burjuvazi, bu alanda yapacağı düzenlemelere ve saldırılara ideolojik ve psikolojik olarak zemin hazırlamıştı. 2002’de işbaşına gelen AKP hükümeti, işte bu zeminden yürüyerek burjuvazinin taleplerini gecikmeksizin hayata geçirmeye girişti. Bu alanda gerçekleştirdiği kısmi iyileştirmeleri “devrim” olarak pazarlayan AKP, bunu, işçi ve emekçilere yönelik saldırılarına karşı bir susturucu olarak kullandı.
Bu saldırıları özetleyecek olursak: Sağlıkta reform adı altında, özel hastanelerin teşvik edilerek özel sektörün payının arttırılması. İlk kademe sağlık kurumları olan sağlık ocaklarının kapatılarak, büyük bir kısmının aile sağlığı merkezi altında özelleştirilmesi. SSK’ya ait ilaç fabrikalarının kapatılması ve SGK’nın ilaç tekelleri tarafından soyulmasının zemininin güçlendirilmesi. Zaten her ay ücretlerinden otomatik olarak sağlık primi kesilen işçilerin bir de “katkı payı” adı altında para ödemek zorunda bırakılması. Sağlık personelinin sayısını ihtiyacın çok altında tutarak bir kişiye iki-üç kişinin yükünün yüklenmesi. “Performans sistemi” adı altında çalışanların ölümcül sonuçlar doğuran bir rekabete itilmesi ve farkında olmaksızın köleleştirilmesi. Taşeronlaştırmanın sağlık alanında da hızla artması. Güvenlik, temizlik, tomografi-MR, laboratuar gibi bölümlerin yanı sıra hemşirelik, hastabakıcılık gibi doğrudan ana işin de taşeronlaştırılması ve böylece sendikalaşmanın da önüne geçilmeye çalışılması.
Eğitim alanı
Eğitim alanındaki neo-liberal saldırıların ilk ayağı, aslında neo-liberalizmin ideolojik olarak güç kazanmasının da önünü açmak üzere, YÖK’ün kurulmasıydı. Faşist rejimin ürünü olarak 1983 yılında kurulan bu kurum aracılığıyla üniversitelerde solcu akademisyenlere yönelik büyük bir kıyım gerçekleştirildi ve binlerce öğretim üyesi üniversitelerden atıldı. YÖK, özgür düşünce üretimini baskılarken, neo-liberalizm de dahil her türlü sağ ideolojinin önünü açtı. Üniversiteler, “öğrenci harcı” adı altında konulan haraçlarla adım adım paralı hale getirildi. Bu arada, vakıf üniversitesi adı altında hızlı bir özelleştirme süreci de başlatıldı. 1984’te kurulan ilk özel üniversiteyi 1990’larda tek tek yenileri takip etti ve AKP iktidarı altında ise bu sayı sıçramalı bir şekilde artarak 80’e ulaştı.
AKP hükümeti, ilk ve ortaöğrenimde de hızlı bir özelleştirme sürecine girişti. Özellikle son iktidar döneminde bu konuda patlamalı bir artış yaşandı. Bu süreç halen çeşitli devlet teşvikleriyle hızlandırılmaya çalışılmaktadır. Özel okulların bugün ortalama %4 civarında olan payının %30’a çıkarılması hedeflenmektedir.
Devlet okullarında ise okulların bütçeleri kısılmakta, okul idareleri temizlik, ısınma, teknik, kırtasiye vb. temel giderleri velilerden toplayacakları paralarla karşılamaya zorlanmaktadır.
Eğitim alanındaki neo-liberal politikaların başlıcalarından biriyse, sözleşmeli ya da ücretli öğretmenlik adı altında, kadrolu öğretmenliğin adım adım tasfiyesine girişilmesidir. Eğitim fakültelerini bitiren yüz binlerce öğretmen devlet okullarına atanmayı beklerken, hükümet atama sayılarını son derece düşük tutmaktadır. 100 bin kişiye yakın mevcut öğretmen açığıysa sözleşmeli ve ücretli öğretmenlerle kapatılmaya çalışılmaktadır.
İş kanunları ve çalışma yaşamı
1980’lerden bu yana izlenen neo-liberal politikalar doğrultusunda iş kanunları da sürekli olarak değiştirilmektedir. Bu konudaki en köklü değişiklikler ise AKP iktidarı altında yapılmıştır.
Son on yıllık dönemde, esnek çalışma, taşeronlaştırma, geçici çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi küresel neo-liberal saldırıların yasal zeminleri alabildiğine güçlendirilmiştir.
İşçinin hiçbir iş güvencesi kalmamış, çalışmaya devam edip etmemesi burjuvazinin iki dudağı arasından çıkacak bir söze bağlanmıştır. Tam da bu nedenle, 1980’lere kadar son derece yaygın olan “emekli oluncaya dek bir işyerinde çalışabilme” durumu, iş güvencesine yönelik tüm koruma kanalları kapatılmış olan bugünün işçi kuşaklarına ütopik bir olgu olarak görünmektedir.
Taşeronlaştırma, işçi sınıfını sendikasızlaştırmanın ve saldırılar karşısında örgütsüz ve güçsüz kılmanın başlıca araçlarından biridir. Resmi rakamlara göre 2002 yılında Türkiye’de taşeron işçi sayısı 358 binken, bu sayı AKP iktidarı boyunca patlamalı bir şekilde artarak 2,5 milyona ulaştı. Yani taşeron işçi sayısı bu süreçte 7 kat artmıştır ve bunların yaklaşık yarısı kamuya bağlı işyerlerinde çalışmaktadır. Söz konusu sayıya her yıl yüz binler eklenmektedir.
Örneğin neredeyse tüm madenlerin redovans türü uygulamalarla özel işletmelere “kiralanması” yetmezmiş gibi, her bir işletme de ayrıca çok sayıda taşerona bölünmüştür. Bunun en vahim sonuçlarından biri, Soma’da 301 maden işçisinin katledilmesidir.
AKP hükümeti, asıl işin taşerona verilmesini engelleyen yasa maddesini kaldırtmak için tasarılar hazırlamış, ancak Soma’yla birlikte tavana vuran tepkiler nedeniyle bunu tam olarak geçirememiştir. Yine de fiilen uygulanmasının önündeki engelleri minimuma indirmekten geri durmamıştır.
Keza, asgari ücreti son derece düşük tutan devlet, böylece ücretlerin düşürülmesinde de önemli bir rol üstlenmiştir. Ayrıca, ikramiyeler ve diğer yan ödemeler tırpanlanmıştır.
Günlük çalışma süresinin 8 saat olmasına ilişkin yasa maddesi ortadan kaldırılmıştır. Haftalık çalışma süresi 45 saatle sınırlı olmaya devam etse de, fazla çalışma sürelerine ilişkin yasal sınırlamalar alabildiğine gevşetilerek ve bu süreler uzatılarak, günlük çalışma sürelerinin fiilen 12-14 saate çıkmasına göz yumulmuştur.
Burjuvazinin işçi sınıfını sendikasızlaştırarak güçsüz bırakma saldırısı da otuz beş yıldır kesintisiz bir şekilde sürmektedir. Bu amaçla, bir yandan sendikalaşma girişimleri işten atma saldırısıyla yüz yüze kalırken, bir yandan da sendikal yasaklar, grev yasakları ve grevi imkansız hale getirmeye dönük grev prosedürleri, iş yasalarındaki değişikliklerin sabit altbaşlıklarını oluşturmaya devam etmektedir.
Burjuvazinin kırk yıllık rüyası olan kıdem tazminatının gaspı konusunda da AKP hükümeti çeşitli adımlar atmış, fakat işçi sınıfından gelen tepki nedeniyle buna yönelik planlarını ertelemek zorunda kalmıştır. Ne var ki bu konu burjuvazinin saldırı gündeminin ilk sıralarında olmaya devam etmektedir.
Özelleştirmeler
Kamu iktisadi teşekküllerinin ağırlıklı bir oran teşkil ettiği Türkiye’de, 1980’ler boyunca toplum yoğun bir ideolojik bombardımanla özelleştirmelere hazırlandı. Faşist diktatörlüğü takiben 1983’te gerçekleştirilen ilk genel seçimlerde Özal’ın boğaz köprüsünü satma projesini açıklamasıyla başlayan “satarım, satamazsın” tartışmaları, aslında halkın gündemine sokulan ilk özelleştirme tartışmasıydı. Bu süreç yoğun bir ideolojik saldırıyla devam etti ve galip gelen burjuvazi, 1985 yılından itibaren özelleştirmelere ve serbestleştirmelere girişti. Pek çok alanda devlet tekeli kaldırıldı ve kamu iktisadi teşekkülleri kapatıldı. AKP iktidarı altında ise bu süreç çok daha büyük bir hız kazandı. Öyle ki, 1985’ten AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar 8 milyar dolarlık satış geçekleştirilirken, AKP’nin yaptığı özelleştirmeler 50 milyar doları geçti.
Telekom, elektrik, doğalgaz, havayolları, bankalar, limanlar, petrol rafinerileri, madenler, demir-çelik fabrikaları, şeker fabrikaları, SEKA, Tekel gibi fabrikaların özelleştirilmesi sonucunda yüz binlerce işçi işten atıldı. Dolayısıyla, özelleştirmeler aynı zamanda sendikalı işçi sayısının çarpıcı bir şekilde düşmesini ve sendikaların alabildiğine zayıflamasını da beraberinde getirdi. Elbette buna paralel olarak ücretler düştü, güvencesiz çalışma yaygınlaştı, sosyal haklar gasp edildi ve işçi sınıfının kölelik koşullarının her geçen gün daha da ağırlaşmasının önü açıldı.
Tüm bunlar olurken, sendikal hareketin ve sol hareketin özelleştirmelere karşı doğru bir perspektifle mücadele edemediğini, devletçi, milliyetçi bir anlayışa saplanıp kaldığını ve işçi sınıfının bilincini bulandırdığını da belirtmeliyiz.[5]
Tarım alanı
Neo-liberal politikaların tarım ayağı da, tüm dünyadaki uygulamalarla eşgüdüm halinde hayata geçirilmiştir. Son otuz yılda, tarımda sübvansiyonların kaldırılıp, gübreden mazota tüm tarımsal girdilerin fiyatlarının yükselmesi sonucunda milyonlarca köylü iflas etmiştir. Tarım bilinçli bir devlet politikasıyla öldürülürken, buğdaydan baklagile, şekerden prince, mısırdan ete en temel tarım ürünleri ithal edilir hale getirilmiştir. Devletin tohum ıslahı, üretimi ve dağıtımından bilinçli olarak el çekmesi sonucu bu alan uluslararası tekellerin dizginsiz sömürüsüne açılmıştır.
Öte yandan, tarımla geçinmenin olanaksız hale gelmesi karşısında, kırsal nüfusun çok büyük bir bölümü kentlere akmış ve devasa bir işsizlik problemi doğmuştur.
Dolaylı vergilerin oranındaki sıçramalı artış
IMF’nin borçlu ülkelere dayattığı yıkım programlarının temel maddelerinden biri, bilindiği gibi dolaylı vergilerin arttırılmasıdır. Emekçilerin alenen soyulması anlamına gelen bu uygulama, Türkiye’de de otuz yılı aşkın bir süredir burjuva hükümetlerin ekonomik programlarının değişmez maddelerinden birini oluşturmaktadır. Burjuvazi bütçe açıklarını kapatmak için, KDV, ÖTV, ÖİV gibi adlar altında topladığı dolaylı vergilere sarılmaktadır. Devletin vergi gelirlerinin %70’ini dolaylı vergiler oluşturmaktadır. 1980’de dolaysız vergilerin oranı yüzde 63, dolaylı vergilerin oranı yüzde 37’yken, ilerleyen yıllarda bu oran bilinçli bir çabayla tam tersine çevrilmiştir. Böylece sermayeden minimum vergi alınırken, emekçiler her yolla soyulmaktadır.
Neo-liberal politikalar zengini daha zengin yaparken gelir dağılımındaki adaletsizliği alabildiğine arttırmıştır. Türkiye’de en zengin %1’lik kesimin toplam servetten aldığı pay AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında %39,4 iken, bu oran 2014 yılında %54,3’e yükselmiştir. OECD verilerine göre, Türkiye gelir adaletsizliğinde Meksika ve Şili’den sonra üçüncü ülke konumundadır.
“Kentsel dönüşüm” talanı ve doğanın yağmalanması
Gözü kârdan başka bir şey görmeyen sermaye, ormanlara, su kaynaklarına, denizlere, kıyılara da azgın bir şekilde saldırmaktadır. Yeni yerleşim alanları, havaalanları, yollar vs. inşa etmek, yer altındaki madenleri yağmalamak üzere ormanları acımasızca katletmektedir. Derelerin özgürce akmasını “boşa akmak” olarak değerlendiren kapitalistler ve onların koruyucusu AKP hükümeti, üzerine hidroelektrik santral inşa edilmeyen tek bir dere bırakmamakta kararlıdır. Keza ucuz enerji adına kömür çıkarmak üzere deşilmedik alan bırakılmamakta, bu kömürlerle çalışan termik santraller ise doğayı da insanı da öldürmektedir.
“Kentsel dönüşüm” adı altındaki rant ve talan projeleri de, emekçilerin kent merkezlerinden sürülmesi ve doğanın katledilmesi pahasına sermayenin semirmesine hizmet etmektedir. AKP’nin Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’nin, “Türkiye 2023 ve 2071 hedeflerine gidiyor. … Bu beton pompaları hiç durmasın. … Beton santrallerinden beton çıksın ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim bunu hep nasip etsin” şeklindeki “duası” da, aslında sermayenin ve onun günümüzdeki ideolojisi olan neo-liberalizmin mantığını çarpıcı bir şekilde özetlemektedir.
Neo-liberal saldırılara karşı mücadele
İşçi sınıfının neo-liberal saldırılara karşı örgütlü ve güçlü bir yanıt vermesi gerektiği açıktır. Ancak bunun için öncelikle sol adına yaratılan bilinç bulanıklığı giderilmelidir. Neo-liberal saldırı programlarının IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar aracılığıyla borçlu ülkelere dayatılmasından yola çıkarak, bu politikaları emperyalist ülkelerin azgelişmiş ülkelere dayatması olarak algılamak ve mücadeleyi bu milliyetçi anlayış üzerine bina etmek son derece yanlıştır. Her şeyden önce, bu saldırılar sadece IMF’nin kıskacına düşmüş ülkelere dayatılmamakta, ABD de dahil tüm büyük emperyalist ülkelerin yanı sıra, Rusya’dan Çin’e tüm dünyada burjuvazi işçi sınıfına benzer politikalarla saldırmaktadır. Ayrıca, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, burjuva hükümetler, uzun yıllar kıskacında olunan IMF’den kurtulduktan sonra da söz konusu saldırı politikalarını hız kesmeden devam ettirmektedirler. Zira neo-liberalizm sermaye açısından keyfi bir tercih ya da dış dayatma olmayıp, onun kapitalizmin krizine karşı ürettiği bir yanıttır.
Dolayısıyla, işçi sınıfının devrimci muhalefeti, neo-liberalizme karşı oluşla sınırlandırılamaz. Burjuva ve küçük-burjuva muhalefetin aksine devrimci işçi sınıfı, IMF, Dünya Bankası, NATO, AB benzeri emperyalist kurumlara ve birliklere karşı mücadelede olduğu gibi neo-liberalizme karşı mücadeleyi de milliyetçi temellerde değil anti-kapitalist ve enternasyonalist temellerde vermelidir. Neo-liberal politikaların alternatifi olarak Keynesçi politikaları görmek, burjuva devletçiliğine sarılmak ve gerici ulusal kapitalizm temelinde hareket etmek, Marksist değil burjuva ve küçük-burjuva bir perspektifin ürünüdür. İşçi sınıfının çıkarları, şu ya da bu burjuva politikayı tercih etmekten değil kapitalist sistemi tümüyle ortadan kaldırmaktan geçmektedir.
[1] Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.
[2] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /15, marksist.com
[3] Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /14, marksist.com
[4] bkz. Levent Toprak, Sosyal Güvenlik Saldırısı, MT, Mayıs 2008
[5] Özelleştirmelere karşı Marksist yaklaşım için, Özgür Doğan’ın Kapitalist Devlet Mülkiyeti ve Özelleştirme (marksist.com) yazısına bakınız.
link: İlkay Meriç, Türkiye’de Neo-liberal Saldırılar, 27 Ekim 2015, https://marksist.net/node/4543
Geliyoruz Kızıl Bayrağımızla
Barış Bloku: Çatışma Değil Müzakere, Savaş Değil Barış!