AKP sözcüleri daha seçimlerden önce “HDP barajı geçerse kaos olur” demişlerdi. Bunun bir siyasi öngörü olmaktan fazlası olduğu belliydi ve nitekim ülke son birkaç haftadır dört başı mamur bir “kaos”a yuvarlanmış durumdadır. İçeride ve dışarıda bir savaş hali yaşanmakta, her gün ölüm haberleri, cenazeler gelmekte; çeşitli yörelerde farklı adlar altında olağanüstü hal ilan edilmekte; barış mitingleri ve yürüyüşleri yasaklanmakta, saldırılara uğramakta; binlerce insan gözaltına alınıp tutuklanmakta; seçimler iki ay önce yapıldığı halde hükümet kurulmamakta, sahte koalisyon görüşmeleri yürütülmekte ve Meclis tatil edilmiş vaziyette… Hal buyken, ülke, çoğu seçilmemiş kişilerden oluşan müstafi bir hükümet tarafından görünüşte yönetilmekte, hatta savaşa sokulmakta; gerçekte gitgide daha fazla Bonapartlaşan bir cumhurbaşkanı adeta adı konulmamış bir hükümet darbesiyle tüm iktidar iplerini kendi elinde toplamakta; HDP ve liderliği için kovuşturmalar açılmakta; şoven histeri dalgası kabartılmakta; medyaya baskı ve sansürde yeni aşamalar kaydedilmektedir.
Uzun bir liste oluşturan bu gelişmeler tablosunun ne ifade ettiğini özetlemek gerekirse üç temel unsur ön plana çıkıyor: siyasi kriz, savaş (militarizm) ve otoriterizm. Asıl olarak Suruç katliamından bu yana ülkedeki siyasal durum, savaş ve otoriterizm eğilimleriyle iç içe şekillenen bir siyasi krizdir. Bu siyasi kriz aslında Erdoğan ve AKP’nin seçimlerin hayli öncesinden bu yana yaşadığı sıkışmayla oluşmaya başlamış krizin doğal uzantısı ve şiddetlenmiş halidir. Krizin ilerleyişinde 7 Haziran seçim sonuçları bir kilometre taşı olurken, Suruç katliamı da bir başkası olmuştur.
Erdoğan ve AKP açısından seçimler öncesinde başlayan bu sıkışma esas olarak üç cephede kendisini ortaya koymuştur. Erdoğan’ın Batı emperyalizmi ile ters düşme pahasına ısrarla izlediği Ortadoğu ve Suriye politikasının çıkmaza girmesi, Kürt kitleleri kazanma ve Kürt ulusal hareketini zayıflatma politikasının çökmesi ve AKP’nin kitlelerin gözünde cazibesinin kırılmaya başlaması.
Ekonomik verilerin de iyiye gitmediği şartlarda Erdoğan siyasal gücü kendi elinde gitgide daha fazla temerküz ettirerek, diğer bir ifadeyle otoriterleşmeyi ilerleterek bu sıkışıklıktan sıyrılmayı umuyordu. Onun çok öncelerden hayal ettiği ve planlama aşamasına getirdiği başkanlık sistemi, onun için mevcut sıkışıklığın aşılması için de acil bir ihtiyaç ve çare haline gelmişti. Ancak olağan siyasal süreçler ve seçimlerle bu hedefe ulaşmanın olanaksızlığı giderek netleşmeye başlayınca, katalizör olarak savaşın devreye sokulması gündeme geldi.
7 Haziran ve adı konulmamış hükümet darbesi
Erdoğan 7 Haziran seçimlerini kendi otoriter başkan babalık amacına ulaşma yolunda kritik bir araç olarak görüyordu. Ancak seçim sürecindeki tüm zorlamalara, kuraldışı araç ve yöntemlere rağmen, AKP 7 Haziranda bırakalım anayasal değişiklik yapabilecek bir çoğunluğu, tek başına hükümet kurabilecek bir çoğunluk bile elde edemedi. Asıl arzu edilen hedefe ulaşmada yaşanan başarısızlık, “bari şu olsun” denilen ikinci hedefe bile ulaşılamamasıyla tam bir hüsrana dönüştü. Yetmezmiş gibi seçimden bir hafta kadar sonra PYD güçleri IŞİD’i kesin yenilgiye uğratarak Tel Abyad’ı ele geçirdi ve Kobané ile Cizire kantonlarını birleştirdi. Böylece bir hafta içinde Erdoğan ve AKP için iki büyük hüsran yaşanmış oldu. Bir AKP hükümeti kurulamadığı gibi, Suriye’de, Hatay sınırlarının küçük bir kısmı hariç, sınırın PYD kontrolü dışında kalan tek parçasının da (Cerablus ve civarı) PYD kontrolüne geçmesi tehlikesi belirdi. Bu gelişmeler Erdoğan ve AKP açısından sıkışmayı derinleştirdi ve “sürdürülebilir olmayan” bir durum doğurdu.
Erdoğan sıkışıklıktan çıkışın anahtarını ABD karşısında taviz vererek IŞİD meselesinde makas değiştirmekte buldu. Önce ABD ile bu konuda yürütülen görüşmelerde ABD’nin istekleri kabul edilerek bir anlaşmaya varıldı. Buna göre artık Türkiye de IŞİD’e karşı güya etkin bir şekilde savaşacaktı. Görünüşteki politika değişikliğinin daha ikna edici görünmesi için gerekli vesile de Suruç katliamı ile oluşturuldu. Böylece IŞİD’e karşı dönme manevrası altında, gerçekte Kürt hareketine karşı savaş resmen başlatılmış oldu.
Savaşın provaları seçimlerden önce zaten yapılmış ancak tüm provokasyonlar boşa çıkarılmış, maksada ulaşılamamıştı. PKK’nin de saldırılar karşısında ateşkese son vermesiyle Erdoğan’ın istediği savaş hali nihayet sağlanmış oldu. Böylece Erdoğan’ın fiili liderliğinde AKP iktidarının tazelenmesi planı, savaş ve şovenizm dalgası üzerinden bir erken seçime tehir edildi.
Hedef bir erken seçimle AKP’nin yeniden tek başına iktidarının sağlanması olmakla beraber, şu anda oluşmuş durumun kendisi Erdoğan’ın fiili tek adam yönetiminin prova edildiği bir tür hükümet darbesidir. Seçilmiş tek organ olan Meclis tatil edilmiştir, seçilmemiş yürütme organı olarak geçici/müstafi hükümet ülkeyi yönetmektedir. Aslında olağan mekanizmalar açısından bir iktidar boşluğu olan durum, Erdoğan’ın Bonapartvari hamleleriyle ipleri eline alarak boşluğu doldurması ve otoriterleşmeyi yeni bir düzeye çıkarması anlamına gelmektedir. Erdoğan’ın bunu yapabilmesinde 12 Eylül anayasasının cumhurbaşkanına verdiği olağanüstü yetkilerin önemli payı olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Gerek bu yetkiler gerekse de Erdoğan’ın AKP üzerindeki nüfuzu ve fiili kontrolü onun adı konmamış bir hükümet darbesi yürütmesini sağlamakta ve ona mevcut siyasi oyunun başlıca yürütücüsü konumunu vermektedir.
Aslında uzunca süredir genel bir eğilim olarak yürümekte olan otoriterleşme süreci açısından söyleyecek olursak, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra oluşan yönetim ikiliği ve sorunlar ile Erdoğan’ın fiilen bir başkan baba gibi hareket etmeye başlaması, 7 Haziranda başlayan iktidar boşluğu ve bunun otoriter tek adam sultasıyla doldurulması süreciyle ilerlemiş, Suruç katliamından sonra savaş boyutunun eklenmesiyle ivmelenmiştir.
İçeride demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı ya da boğazlandığı bir otoriterleşme olmadan savaş olmaz. Tüm modern çağlar tarihinin tanıklık ettiği üzere, savaş daima otoriterizmin temel bir dayanağı ya da bahanesi olmuştur. Muhalif hareketlerin bastırılması, aykırı seslerin susturulması, basının cendereye alınarak gazeteciliğin neredeyse tümüyle devlet propaganda dairesi faaliyetine indirgenmesi vs. bu tür süreçlerin doğal bileşenleridir. Şu anda Türkiye’de bunlar bilfiil yaşanmaktadır.
Ancak bu fiili “hükümetsizlik” halinin ilelebet sürdürülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan Erdoğan ve şürekasının aslında yapmaya çalıştıkları şey gerçekte bir erken seçim bile olmayıp, Erdoğan’ın da “erken seçim değil, tekrar seçim” diye nitelendirdiği bir seçimdir. Bunun anlamı, “ben kendi istediğim sonuçları alamadığım için 7 Haziran seçimlerini tanımıyorum, saymıyorum; o nedenle kendi isteklerimi elde edebileceğim şekilde seçimin tekrar yapılmasını istiyorum”dur. Burada zaman faktörüne özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Erdoğan ve AKP bir yandan da harıl harıl nabız yoklayıp anketler yaptırıyorlar. Bugün yürüttükleri somut hedefli savaş ve otoriterleşme politikalarının dozunu bu anket sonuçlarına göre ayarlaya ayarlaya yol alıyorlar. Bu da istedikleri düzeyde oy oranlarına ulaşmadan “kaos”un bitirilmeyeceği anlamına gelmektedir.
Seçimlerle ilgili tek ihtimalin erken seçime gitme olmadığını da akılda tutmak gerekir. Bir savaş durumunda TBMM’nin seçimleri bir yıl erteleme yetkisi bulunmaktadır. Daha ilginci, Meclis tatildeyken bu yetkinin cumhurbaşkanında olmasıdır. Meclisin şu anda 1 Ekime kadar tatilde olduğu düşünülecek olursa bu ihtimalin de yabana atılmaması gerektiği ortaya çıkar.
CHP ile yapılan koalisyon görüşmeleri artık herkesin farkında olduğu üzere bir havanda su dövmeden ibarettir. Burada kısa bir parantez açarak neden bir koalisyon hükümeti kurulamadığına değinmek gerekiyor. AKP’nin seçimlerden birinci parti olarak, hem de açık ara birinci parti olarak çıktığı halde, yaşadığı şeyin bir hüsran olmasının nedeni de burada yatmaktadır. AKP, özellikle Erdoğan’ın son yıllardaki zorlamalarıyla uluslararası plandaki siyasi yönelim ve tercihlerle birlikte ciddi kutuplaştırmalar yaratıp, çelişkileri hayli keskinleştirmiştir. Kendi hayatiyetini koruyabilmek için bir siyasi yöntem olarak geniş kitleler içinde dinsel, mezhepsel, kültürel temelde ciddi saflaşmalar ve yarılmalar yaratıp, buradan kendisine temel siyasi sermayesini çıkarmıştır. Tüm bunların üzerine, devlet işleyişinin ciddi oranda keyfileştirilmesi anlamına gelen uygulamalar ile uluslararası siyaset alanında girdiği riskli oyunları ve gırtlağına kadar içine battığı yolsuzlukları ekleyin. Bu tabloya bütün olarak bakıldığında burjuva siyasetindeki değişiklikler bakımından AKP o kadar ileri gitmiştir ki, gelinen noktada ister istemez kumarı büyük oynamak zorundadır. Bunun bir orta karar yolu pratikte mümkün olamamaktadır. O nedenle olağan bir burjuva partisi için bu seçim sonuçlarıyla pekâlâ kendisinin ve programının fazlasıyla ağır bastığı bir koalisyon yapmak mümkünken, özellikle Erdoğanlı bir AKP için bu gerçekleşememektedir. Erdoğan için iktidarın küçük bir oranda paylaşılması dahi şu aşamada tahammül edilebilir bir şey değildir.
Kürt hareketi ile güç dengesi
Bugünlerde yaşanmakta olan sürecin nasıl bir dinamik içinde geliştiğine ve bu bakımdan politik özünün ne olduğuna gelecek olursak. Bütün bu savaş kampanyasının ardında yatan mesele esasen Kürt hareketi ile TC arasındaki uzun süreli savaşta son dönemde dengelerin hızla Kürt hareketi lehine değişmesiydi. Erdoğan liderliğindeki devletin temel meselesi bu dengeyi değiştirmektir ve bu doğrultuda harekete geçilmiştir. “Çözüm süreci” adı altında izlenen politikanın bu işi TC lehine çözüm yoluna koyacağı hesap ediliyordu devletin tepelerinde. Ancak evdeki hesap çarşıya uymayınca şimdi mız çıkarılarak savaş tamtamlarına geçiş yapılmıştır.
Bununla “çözüm süreci” denen sürecin, hep vurguladığımız üzere, gerçekte Kürt halkını oyalamaya dönük bir süreç olduğu tüm netliğiyle ortaya çıkmıştır. Bu süreçle egemenler, Kürt halkını aldatmak, özellikle dinsel faktörü de bir harç olarak kullanmak ve bu arada bazı kırıntılar da vermek suretiyle Kürt ulusal hareketini yalıtıp marjinalize etmeyi hedefliyorlardı.
Somut boyutlarından bağımsız olarak bu denge değişimi operasyonuyla, masaya yeniden oturulduğunda Kürt hareketine karşı elin daha güçlü olması amaçlanmaktadır. Bazı budala faşistler dışında ordu da dahil olmak üzere herkes Kürt sorununun salt silah yoluyla çözülemeyeceğinin çoktandır farkında. Sorun, son “çözüm süreci” zarfında asıl kazançlı çıkan tarafın Kürt hareketi tarafı olması ve buna mukabil Erdoğan ve AKP’nin bu oyunda raunt üstüne raunt kaybetmeleri idi. Şimdi Erdoğan ve AKP tarafı masayı devirerek yeniden savaşı kızıştırıp Kürt hareketini olabildiğince zayıflatmayı ve böylece daha güçlü kozlar/kartlarla masaya oturmayı hedefliyor.
Bu denge değişimi sorunu hiç kuşkusuz geniş boyutlar içeriyor. Kürt askeri hedeflerine saldırı, Suriye’deki Kürt ilerleyişinin durdurulması, ABD ile PYD arasındaki yakınlaşmanın baltalanması, içerde medyanın baskılanıp susturulması, HDP ve çevresinin baskılanıp, yeni bir seçimle baraj altına itilmesi vb.
Ancak bu geniş kapsam içinde savaşın en doğrudan ve somut hedefinin HDP ve Demirtaş olduğunu görmek gerekiyor. Oysa ne HDP silahlı bir örgüttür ne de savaşmaktadır. Tamtamcı AKP çevreleri Öcalan ya da PKK’den ziyade, var güçleriyle HDP’yi hedef tahtasına koyuyorlar. Demirtaş’ın da ifade ettiği gibi “bir kere PKK diyorlarsa 10 kere HDP diyorlar”. İşin aslı bir askeri örgüt olarak PKK’yi hedef alan askeri operasyonların pek kıymeti harbiyesinin olmadığı ortadadır. Bu operasyonlar büyük oranda tribünlere dönük şov niteliğindedir. Başbakanın öfkeli adam pozlarında “tek bir silahlı adam dahi kalmayıncaya kadar devam edecektir” sözü herkesin bıyık altından güldüğü bir replik olarak kalmaya mahkûmdur.
İkinci somut hedef ise Suriye’deki üç Kürt kantonundan kopuk kalan Afrin’in de diğerleriyle toprak sürekliliği bakımından birleştirilmesini engellemektir. ABD’ye verilen tavizler karşılığında yapılan anlaşma ile bu hedefe esasta ulaşılmış görünüyor. Görünen o ki ABD, PYD ile işbirliğine rağmen onun Suriye’nin kuzeyinin tamamında hâkimiyet kurmasını engelleyen bu girişimi kabullenmiştir (en azından mevcut aşamada). Muhtemelen ABD, başındaki Erdoğan’la Türkiye’nin hareketlerinin tümüyle kontrol dışı bir yangına yol açabileceği endişesiyle bu noktada uzlaşmıştır. Sonuç olarak pazarlıkla ABD ve Türkiye karşılıklı olarak istediklerini almış gibi görünmektedirler.
Ancak yine de Erdoğan ve şürekasının istedikleri hedeflere ulaşmaları zor görünmektedir. Kurallara uygun bir seçim yapılması halinde her şeye rağmen HDP’nin baraj altına itilmesi mümkün görünmemektedir. HDP’nin yaşabileceği oy kaybı ancak batıdaki Kürt dışı kitlelerden gelmiş olan oylardan olabilir, ki bunun yüzde 13 içindeki payının 2 puandan pek fazla olmadığı çeşitli araştırmalarla ortaya konmuş durumdadır. AKP’den HDP’ye geçmiş olan Kürt oylarının geri dönmesi bugün imkânsızdır. Aksine AKP Kürt sorununda izlediği çizgiyle bu alanda muhafaza ettiği kadarından bile kayıplar yaşayabilir. Bu nedenle yeni bir erken seçimin “kuralına göre” yapılması söz konusu olmayabilir. HDP hakkında açılabilecek bir kapatma davası ile hazine yardımının kesilmesi, Demirtaş gibi büyük ağırlığı ve etkisi olan bir liderin yasaklı hale getirilerek diskalifiye edilmesi gibi olasılıklar bir yana, “taşımalı seçmen/sandık sistemi” türü ifadelerle anılan yeni ve resmi bir hile yolunun açılmaya çalışıldığı da görülüyor. Seçim yasasında bu yolda değişiklikler yapılıp yapılamayacağını ya da YSK’nın bu tür isteklere direnip direnemeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama tüm bunlar bir yana savaş koşullarında bölgede esas inisiyatifin ordu elinde olacağı ve bölgede askerlerin gölgesindeki seçim sandıklarına insanların ne oranda gideceği, hangi baskılarla oylarını kullanacağı ve bu oy sandıklarının maruz kalacağı akıbet hususunu yakın geçmişten gayet iyi biliyoruz.
Her halükârda bu gidiş bir bataklıktır. Erdoğan da kişisel olarak iktidar tutkusunun batağına gırtlağına kadar batmış durumdadır. Erdoğan ve AKP meseleye, kısa vadeli hedeflerine ulaşana kadar bu yoldan gidip, sonra nasılsa yine “çözüm” yoluna gireriz diye yaklaşıyor olabilirler. Fakat bu yeni savaşçı yöneliş eskiden olduğu gibi bir süre devam ettirilip sonrasında yine görüşme/müzakere döngüsüne sokulabilecek bir yöneliş olamayabilir. Bölgede önemli değişiklikler olmuştur ve bu nedenle Erdoğan ve şürekası geri dönmeyi hesap etse bile o zamana kadar işler çığırından çıkmış olabilir ve evdeki hesap çarşıda patlamış olabilir. Özetle bu çok tehlikeli bir oyundur. Bu oyunda Kürtlerin ve HDP’nin şeytanlaştırılarak, sürek avı nesnesi haline getirilmesine karşı kararlı biçimde direnmek enternasyonalist sınıf devrimcilerinin boynunun borcudur.
link: Levent Toprak, Siyasal Kriz, Savaş ve Otoriterleşme, 6 Ağustos 2015, https://marksist.net/node/4363
Hiroşima ve Nagazaki’yi Anarken