7 Haziran seçimlerinin kritik niteliği her geçen gün kendisini daha net biçimde ortaya koyuyor. İç güvenlik paketi adı altında yeni baskı yasalarının gündeme getirilmesiyle başlayan, ardından Erdoğan’ın Kürt hareketini hedef alan provokatif salvolarıyla, ordunun Kürt sorunu hakkında yeniden çıkışlar yapması ve Kürt illerinde askeri operasyonlara başlamasıyla, Roboski’de köylülerin geçim aracı olan katırların katledilmesiyle devam eden bir sürece girilmiş bulunuyor. Hükümetin doğrudan doğruya gerçekleştirdiği bu provokasyonların yanı sıra, son günlerde yine hükümet tarafından aynı doğrultuda kullanılacak türde yeni bir dizi sansasyonel saldırı da gerçekleşmekte.
İslamcı Adımlar dergisine yönelik silahlı baskın ve burada bir kişinin öldürülmesi, Adliye’deki rehine vakası, AKP Kartal ilçe teşkilatı binasının kurusıkı silahla işgali ve Zülfikar kılıçlı Türk bayrağı asılması ve son olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Vatan Caddesindeki binasına yönelik silahlı saldırı, gerçekleştirenlerin nitelik ve niyetlerinden bağımsız olarak, Erdoğan ve hükümet tarafından provokasyon sürecini pekiştirici vesilelere dönüştürülmüştür.
Bu saldırıları fırsat bilen iktidar, baskıyı daha da arttırmaya yönelmiş ve iç güvenlik paketini uygulamaya sokmuştur. Adliye’deki rehine vakasında polis içerideki herkesi öldürmek üzere saldırmış ve nitekim “başarılı” dediği operasyonda rehin alınan savcı da dahil olmak üzere içerideki herkes hayatını kaybetmiştir. Dahası rehine eylemi başladıktan kısa süre sonra hükümet tarafından olaya ilişkin olarak yayın yasağı getirilmiş ve böylece ne olup bittiğinin anlaşılmaması için tam bir karartma uygulanmıştır. İktidar bununla da yetinmemiş Erdoğan’ın işaret çakmasıyla dört gazete hakkında soruşturma başlatılmıştır. Hadiseye ilişkin olarak burjuva medyada bile hükümetin yaklaşımından küçücük farklarla ayrı düşenler, ağır bir ideolojik bombardımanla kuşatma altına alınmışlardır. Öyle ki koca Doğan grubu bile özür manifestoları yayınlamak zorunda kalmıştır.
Başbakan da fırsattan istifade boş durmayarak, “sokağa izinsiz şekilde çıkana bir dakika bile müsamaha gösterilmeyecektir” diye buyurmuştur. Sözlerinin açık bir anayasa ihlali olduğunu bile fark etmeyecek denli şirazesinden çıkan Davutoğlu, böylece, 1 Mayıs da yaklaşırken, işçi sınıfının, Kürtlerin, kadınların, bilumum ezilenlerin gösteri yapmasının kendi iznine tâbi olduğunu ilan etmiş oldu. Tam da Erdoğan’ın başkanlık sistemi adı altında arzuladığı sultanlık rejiminde beklenebileceği gibi!
Erdoğan ve AKP son silahlı eylemler üzerinden kendilerinin saldırı altında olduklarını, gayrimeşru yöntemlerle devrilmek istendiklerini vurgulayarak bir kez daha bildik mağdur rolünü oynamaya soyunmaktadır. Aynı zamanda seçimlerin bile belki olağan koşullarda yapılmasını önleyecek bir biçimde otoriterleşmeye gaz verilmektedir. Seçim gününe, örneğin Kürt illerinde, olağanüstü hal ilan edilmiş olarak girilirse bu hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Tekrar etmekte fayda var, Erdoğan özellikle HDP’nin barajı geçmesinden endişelidir, zira bunun, başkanlık arzularının önündeki en büyük engel olduğunun bilincindedir. Dahası MHP’ye doğru yaşanan belli bir oy kayması olduğu da tüm anketlerde kendini gösteriyor. İşte Erdoğan, deyim yerindeyse HDP cephesi başta olmak üzere bu iki cephede savaş açmış durumda.
HDP’nin yükselişini kesmek için onu özellikle terörizmle, bölücülükle damgalayıp ona yönelecek yeni seçmen kesimlerinin korkularını uyandırmaya çalışıyor. Savaşın bu cephesinde hedef kitle olarak Alevi kesimler, ülkenin batısında CHP’den sıdkı sıyrılan görece daha demokrat kesimler ve bir kereliğine bile olsa Erdoğan’ın önünü almak üzere barajı geçebilsin diye HDP’ye oy verecek kesimler yer alıyor. Bu bağlamda HDP ile görüşmeler yapan bir hükümet görüntüsünden kurtulmak istiyor. AKP Kartal ilçe teşkilatına yapılan saldırının Kürt hareketi ile ilgisi olduğuna dair en küçük bir bilgi ve belirti olmadığı halde Erdoğan’ın anında “hani bunlar siyaset yapacaklardı, hani bunlar silahları bırakacaklardı” diye açıklama yapması açık bir mesajdır. AKP cephesi, en azından seçimlere kadar “çözüm süreci”ni rafa kaldırdığını en son Yalçın Akdoğan’ın ağzından açıkça ilan etmiş bulunuyor: “Demirtaş’ın ve Kandil’in geçen hafta yapmış olduğu açıklamalar sürecin ruhuna uymuyor. Gelinen aşamanın hassasiyetlerine uygun düşmemiştir, adeta süreci zehirlemiştir, iklimi bozmuştur.”
HDP’nin yükselişini kesme bahsinde yapılanlar, aynı zamanda AKP’nin ağır bir tehdit ve saldırı altında olduğu imajını da verecek şekilde tasarlanarak, AKP’den uzaklaşmaya başlayan kesimlerin de geri döndürülmesi ve safların sıklaştırılması amaçlanmaktadır. Bu siyasetin aynı zamanda MHP’ye doğru kaymayı kesme amacına dönük olduğu da fazla sözü gerektirmeyecek denli açıktır. Özetle, Erdoğan’ın son yıllarda başarıyla uyguladığı tipik gerilim ve kutuplaştırma taktiğidir bu. Bunun bu sefer de başarılı olup olmayacağını göreceğiz.
Erdoğan bu uğurda elinden geleni ardına koymamaya kararlı görünüyor. Hem kendi lehlerine provokasyonları iyi tertipleyebilmek için, hem de karşı-provokasyon ve hamleleri bertaraf etmek için MİT’i sımsıkı kendi elinde tutma çabası, orduyla el ele nikâh tazelemesi, yeni bir anayasa ihlaliyle cumhurbaşkanlığına gizli ödenek çıkartması gibi gelişmeler bu süreçten bağımsız olarak düşünülemez.
Erdoğan’ın bu dizginsiz hırsı AKP içinde bile çatlaklara yol açmakta. Nitekim bu çatlaklar geçtiğimiz günlerde küçük çaplı bir kriz şeklinde açığa çıktı. Erdoğan, muhtemelen parti içinde daha derin gerilimlerin birikmesine yol açacak biçimde, tüm ağırlığıyla yüklenerek çatlak görüntüsünü bertaraf etmek zorunda kaldı.
Seçimler sadece Erdoğan için hayati bir önem taşımıyor, ondan kurtulmak isteyen iç ve dış düzen güçleri açısından da durum aynı. Dolayısıyla gerilim arttırıcı eylemler ve provokasyonlar her ne kadar şimdilik esas olarak AKP tarafından yapılanlar ve onun işine yarayanlar olarak belirginlik kazansa da, önümüzdeki süreçte aksi yönde işleyecek hadiseler de görebiliriz. Dahası, başka örneklerde de yaşandığı üzere, ters tepecek provokasyonlar da önümüze çıkabilir.
Tüm bu gerilimli süreç 7 Haziran seçimlerinin kritik niteliğini tekrar tekrar teyit ediyor. Ortadoğu’da özellikle İran bağlamındaki gerilimlerin tırmanması, özelde Yemen, Irak ve Suriye’de savaş dinamiklerinin yeniden alevlendiği ve Erdoğan’ın izlediği emperyal ve mezhepçi bölge politikasının da bu bölgesel gerilimlerin sebeplerinden biri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, işçi sınıfının uyanık olmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu kendiliğinden anlaşılır. Erdoğan’ın Yemen’deki süreçte açıkça Suudi önderliğindeki gerici Arap koalisyonundan yana saf tutarak Türkiye’nin saldırıya destek olmaya hazır olduğunu beyan etmesi ve yanı sıra doğrudan doğruya İran’ı hedef tahtasına koyan sözler etmesi, durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır.
link: Levent Toprak, Provokasyon Süreci İlerliyor, 4 Nisan 2015, https://marksist.net/node/4110
Roboski Katliamından Katır İtlafına
Burjuvazi Günübirlik Hareket Etmiyor