Şubat 2011’de patlak veren halk isyanını fırsat bilen emperyalist güçlerin, halkı Kaddafi zulmünden kurtarıp demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak vaadiyle iç savaş cehenneminin içine fırlattıkları Libya’da, son bir yıldır alabildiğine derinleşen bir kaos yaşanıyor. Merkezi bir hükümetin kalmadığı, neredeyse her bir kentin savaş ağalarının derebeyliğine dönüştüğü ülkede, burjuva güçler, emperyalist odaklara da yaslanarak kanlı bir iktidar savaşına tutuşmuş durumdalar.
Dört yıl önce patlak veren halk isyanının ardından, emperyalist güçler “sivilleri koruma” bahanesiyle NATO şemsiyesi altında Libya’yı aylarca havadan bombalayarak 2011 Ağustosunda Kaddafi rejimini devirmiş ve yerine kendi çıkarlarını garanti altına alacak ve denetimlerinden çıkmayacak bir hükümet oluşturmaya çalışmışlardı. Ne var ki, bir yıl sonra seçimler yapılıp bir hükümet kurulmasına rağmen, Libya’da ne birlik ne de istikrar sağlanabildi. Üstelik Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen Adalet ve İnşa Partisinin de içinde yer aldığı koalisyon hükümeti, Batılı güçleri pek de memnun etmeyecek biçimde, İslamcı güçlerin egemenliğinde bir hükümet olarak şekillendi. Arap isyanlarının başladığı dönemde kimi ülkelerde İslamcı güçleri mevcut rejimleri yıkma aracı olarak destekleyip iktidara gelmelerinin önünü açan Batılı emperyalist güçler, amaçlarına ulaştıktan sonra, giderek güçlenen ve tam olarak denetimleri altına sokamadıkları bu yapılardan kurtulma yoluna gitmeye başladılar. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarının askeri darbeyle devrilmesine paralel olarak, Tunus ve Libya’da da İslamcı güçlere verilen destek geri çekildi ve siyasi parçalanma giderek derinleşti.[1]
2014 Ağustosundan bu yana Libya’da, halkı kendisinin temsil ettiğini iddia eden iki “meclis” ve “hükümet” bulunuyor. Bunlardan ilki, “Libya Şafağı” adı altında bir araya gelen İslamcı grupların 2012 Temmuzundaki seçimlere dayanarak Trablus’ta oluşturdukları “Milli Genel Kongre”. İkincisi ise 2014 Mayısında başarısız bir darbe girişiminde bulunduktan sonra ülkenin doğusuna çekilerek orada üslenen emekli general Halife Haftar’a bağlı güçlerin ve müttefiklerinin “Onur Operasyonu” koalisyonu adı altında biraraya gelerek oluşturduğu “Temsilciler Meclisi”. Bu meclis 2014 Haziranında yapılan fakat “Libya Yüksek Mahkemesi” tarafından geçersiz sayılan seçimleri meşruiyet zemini olarak gösteriyor ve Tobruk’ta “sürgünde” faaliyet gösteriyor. Her iki yapı da aynı zamanda kendi askeri güçlerine sahip. Fakat bu askeri güçler düzenli ordu şeklinde değil, söz konusu güç odaklarına bağlı milisler şeklinde örgütlü.
Şu anda başkent Trablus, Misrata, Bingazi ve Beni Velid kentleri, Trablus merkezli hükümetin kontrolünde bulunuyor. Mısır sınırındaki Tobruk’un yanı sıra yine doğu bölgesinde olan Ecdebiye ve batıda Zintan ve Zaviye kentleri ise Tobruk merkezli hükümetin hâkimiyetinde.
“İslamcı teröristlerin kökünü kazıyacağız” diyerek ve El-Kaide, Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı güçleri Libya’dan atacaklarını söyleyerek harekete geçen Haftar, Kaddafi yanlısı asker ve sivil üst düzey bürokratlar tarafından da destekleniyor. Tobruk meclisi bugünlerde Haftar’ı genelkurmay başkanı ilan etmeye hazırlanıyor. Devlet başkanı olma hevesi içindeki Haftar’ın bazı tutumlarının ABD ve kimi emperyalist güçleri tedirgin ettiği ve bu güçlerin onu devre dışı bırakarak diğer aktörler üzerinden yürüme seçeneğini tartıştıkları bizzat Tobruk meclisi içindeki isimler tarafından dillendiriliyor. Buna rağmen ABD, AB, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Tobruk hükümetini tanıyıp desteklerken, Türkiye ve Katar, Adalet ve İnşa Partisi’nin de içinde yer aldığı Trablus hükümetine destek veriyor.
Ortaya çıkan iktidar boşluğundan faydalanarak Dirne’de üslenen ve çeşitli İslamcı güçleri de kendisine çekerek güçlenen IŞİD ise bir diğer güç odağını oluşturuyor. Şeriat yanlısı Ansar el-Şeria grubuna bağlı İslamcı militanların bir bölümünün de Bingazi, Dirne ve Sirte’de IŞİD’e katıldığı belirtiliyor.
Libya’da kaos durumu her gün biraz daha derinleşirken, burjuva medya yaşananları “İslamcı güçlerle laik güçler arasındaki çatışma” olarak yansıtıyor. Oysa bu bir manipülasyondur ve yerlisiyle yabancısıyla burjuva güçlerin ülke zenginliklerinden daha fazla pay kapmak üzere bir iktidar savaşı yürüttükleri gerçeğini gizleme ve emekçi kitleleri bu kapışmada taraf haline getirme amacını gütmektedir. Bu tablonun müsebbibi olan burjuva güçlerin tümü emekçi sınıfların düşmanıdır ve yaşanan şey emekçilerin kanı, canı pahasına yürütülen bir yağma savaşıdır.
Emperyalist güçlerin körüklediği iç savaş nedeniyle Libya’da dört yılda 30 bin kişi hayatını kaybetti, 400 binden fazla insan evlerini terk etmek zorunda kaldı. Sadece son bir yıl içinde 3000’e yakın insan ölürken, binlercesi yaralandı. Merkezi yapının çökmesiyle birlikte, orduya ait askeri mühimmat depolarını ve kışlaları yağmalayarak önemli bir silahlı güç haline de gelen çeşitli aşiretlerin bir iktidar odağı olarak boy gösterdiği ülkede, petrol kuyuları, petrokimya tesisleri, limanlar, askeri üsler, havaalanları, kışlalar, kilit önemdeki diğer kurum ve tesisler bu güçlerin elinde bulunuyor. Petrol tesislerinin büyük bir bölümünün saldırılar nedeniyle işlemez hale gelmesi sonucunda, Libya ekonomisinin can damarı olan petrol üretiminin günlük 1,5 milyon varilden 160 bin varile indiği ifade ediliyor. Bu düşüş, ekonominin durma noktasına gelmesine, devlet çalışanlarının maaşlarının ödenememesine, gıda fiyatlarının katlanarak artmasına, benzin kıtlığına ve yoğun elektrik kesintilerine yol açıyor. Ancak yerli ve yabancı burjuva güçlere bu felâket tablosu da yeterli görünmüyor; İtalya ve Fransa başta olmak üzere emperyalist güçler ve özellikle de Mısır, son haftalarda yoğunlaşan IŞİD saldırılarını bahane ederek Libya’ya yönelik yeni bir askeri operasyonun yollarını döşemeye çalışıyorlar.
Desteklediği Haftar güçleri aracılığıyla Libya’da ön almak isteyen Mısır, IŞİD saldırılarını gerekçe göstererek, gerçekleştirdiği saldırılara ve bundan sonraki muhtemel girişimlerine meşruiyet kazandırmaya çalışırken, en azından petrol yataklarının da bulunduğu doğu bölgesi üzerinde nüfuzunu arttırmak istiyor. Geçtiğimiz Ağustos ve Ekim aylarında, Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteğiyle Trablus, Misrata ve Bingazi’ye hava saldırılarında bulunan Mısır, son günlerde gerçekleştirilen IŞİD saldırılarından sonra Libya’ya bir kez daha saldırdı. Şubat ayı başlarında IŞİD’in Libya’da esir tuttuğu 21 Hıristiyan Mısırlıyı kafalarını keserek katletmesinin ardından, IŞİD’in kontrolündeki Dirne’yi havadan bombaladı. IŞİD de buna misilleme olarak doğuda Haftar’a bağlı güçlerin denetiminde olan Kuba bölgesine üç intihar saldırısı düzenledi. Her iki tarafın gerçekleştirdiği bu saldırılarda aralarında çocukların da olduğu 100’den fazla insan hayatını kaybetti. IŞİD saldırılarının ardından Mısır bir yandan Arap ülkelerine “terörizmle ortaklaşa mücadele için” birleşik askeri güç oluşturma çağrısında bulunurken, bir yandan da Birleşmiş Milletler’den Libya’ya silah ambargosunun kaldırılmasını ve askeri müdahale kararı çıkarılmasını istedi.
IŞİD saldırılarından birkaç gün önce de İtalya dışişleri bakanı, “benzeri görülmemiş bir göç tehdidiyle karşı karşıyayız” diyerek Libya’nın “uluslararası camianın birinci önceliği” olması gerektiğini söylemişti. IŞİD saldırıları emperyalist güçler açısından bu “önceliği” daha ivedi hale getirmenin bahanesi oldu. Nitekim saldırıların ardından İtalya savunma bakanı Libya’ya 5 bin asker göndermeye hazır olduklarından söz etmeye başladı. Her ne kadar IŞİD’in “500 bin göçmeni Avrupa’ya salarız” tehditlerinin ardından İtalya başbakanı Renzi, bu konuda bir müdahale için BM kararını beklemek gerektiğini söyleyerek geri adım atmış görünse de, emperyalist güçlerin temel güdüleri bellidir: Bu ülkeyle yaptıkları milyarlarca dolarlık ticari anlaşmaların ve yatırımların güvence altında olması, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarının emperyalist tekellerin emrine sunulması ve bölgenin kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırılması için ne gerekiyorsa yapmak. Söz konusu güçlere mevcut aşamada yerli güçler üzerinden yürütülen bir paylaşım ve iktidar savaşı yeterli görünürken, yakın bir gelecekte yeni bir emperyalist müdahalenin gerçekleşmesi de muhtemeldir.
Mısır’ın çağrısına paralel olarak Tobruk hükümeti de BM’ye, dört yıl önce Kaddafi’yi etkisiz hale getirmek için uygulamaya konan silah ambargosunun kaldırması çağrısında bulunmakta ve aksi takdirde teröristlerin elinin güçleneceğini ve bu durumun Afrika ve Avrupa için de bir tehdit oluşturduğunu söylemektedir. Mevcut durumda Libya hükümeti yasal olarak ancak Güvenlik Konseyi komitesinin onayıyla silah ve askeri malzeme alabiliyor. Kuşkusuz her iki taraf da emperyalist güçlerden ve bölge güçlerinden gayri resmi yollarla silah alımı yapmaya devam ediyorlar. Ancak bunun daha rahat ve geniş kapsamlı yapılması için silah ambargosunun kalkması isteniyor. BM bu konunun ancak Libya’da bir “ulusal birlik hükümeti” oluşturulması halinde konuşulabileceğini söylüyor. Fakat Şubat ortasında Cenevre’de BM aracılığında başlayan barış görüşmelerinin tarafların uzlaşmaz tutumları nedeniyle daha başlamadan tıkanması, böyle bir hükümeti oluşturmanın yakın vadede mümkün olmadığını gösteriyor.
Libya’da Mısır Tobruk hükümeti üzerinden nüfuzunu arttırmaya çalışırken, Türkiye de Trablus hükümetindeki İslamcı güçler üzerinden bunu yapmaya uğraşıyor. Hatırlanacağı gibi, 2011’de Libya’ya emperyalist saldırı gündeme geldiğinde, Erdoğan önce “NATO’nun ne işi var Libya’da” diyerek emperyalist güçleri insani niyetlerle değil petrol nedeniyle sürece müdahil olmaya çalışmakla suçlamıştı. Fakat saldırının başlamasından dört gün sonra Türkiye’nin NATO’ya bağlı savaş gücüne destek vereceği açıklanmış ve üstelik NATO harekâtının komuta merkezi İzmir olmuş, Eskişehir üssü de NATO’nun hizmetine sunulmuştu.[2] AKP hükümeti, Türkiye’nin sadece uçuş yasağını ve silah ambargosunu denetlemek üzere bu harekâta katılacağını ve insani niyetlerle kuvvet gönderdiğini söyleyerek, emperyalist talandan pay kapma niyetini gizlemeye çalışsa da gerçeklik çırılçıplak ortadaydı. Nitekim Kaddafi devrildikten sonra Türk şirketleri parsadan büyük lokmalar koparmak üzere harekete geçtiler ve pay kapma yarışında doğrudan yer aldılar.
Fakat Libya’da iç savaşın derinleşmesiyle işlerin sarpa sarması TC’nin planlarını da altüst etti. İsyan patlak vermeden önce özellikle inşaat alanında faaliyet gösteren Türk şirketleri 15 milyar dolarlık bir iş hacmine sahiptiler ve bu projelerde yaklaşık 3000 Türkiyeli işçi çalışıyordu. Ancak TC dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan da oldu ve artan saldırılar üzerine Libya’daki vatandaşlarını tahliye etmek zorunda kaldı. Geçtiğimiz günlerde ise Tobruk hükümeti, Türkiye’yi Libya’nın içişlerine karışmakla suçlayarak, yabancı şirketlerle yapılan tüm sözleşmeleri gözden geçirme ve Türk şirketlerini Libya’dan çıkarma kararı aldığını açıkladı. İslamcı güçlerden oluşan Trablus hükümetini destekleyen Türkiye böylece bir darbe daha yemiş oldu.
Tobruk hükümetinin başbakanı Abdullah Sini, Mısır’ın CBC televizyonuna verdiği mülâkatta, Erdoğan’ın Arap dünyasında “Müslümanların halifesi ve İslamın lideri” rolünü üstlenmeye çalıştığını, Türkiye’nin Libya’yı karıştırmak için her şeyi yaptığını, silah, mühimmat ve para gönderdiğini, insanları satın aldığını ve Libyalıları birbiriyle savaştırdığını söyledi. “Türkiye’nin buradaki çıkarları her şekilde hedefte olacak. Türk şirketleri ve ticari sözleşmelerine bakacağız ve gerektiği gibi sonlandıracağız. Türklerin geri kalan hakları da varsa onlara vereceğiz. Söz konusu anlaşmalarda ayrıcalıklar varsa çekeceğiz ve bu ayrıcalıkları bizim yanımızda duran ülkelerin şirketlerine vereceğiz” diyen Sini, Türkiye’yle tüm ilişkilerini keseceklerini açıkladı.
Bunların Mısır televizyonunda söylenmesi kuşkusuz ayrı bir önem taşıyor. Zira Mısır’la Türkiye bölgede nüfuz savaşı veren iki rakip durumunda bulunuyor. Ayrıca Müslüman Kardeşler’in hamiliğine soyunan AKP ile onu terörist örgüt kategorisine sokup üyelerine idamlar yağdıran Sisi yönetimi arasındaki düşmanlık halen devam ediyor.
* * *
Dört yıl önce, Libya halkını zulümden korumaya çalıştıklarını ve bu nedenle “insani bir müdahalede” bulunduklarını iddia ederek Libya’ya saldıran emperyalist güçler, bu saldırıyı, tüm bölgeyi saran isyan dalgasının toplumsal devrimlere dönüşme tehdidini bertaraf etmek için de kullandılar ve bu çabalarında da başarılı oldular. Tunus’tan Mısır’a, Suriye’den Yemen’e, halk isyanlarının patlak verdiği tüm ülkelerde, işçi sınıfının devrimci bir önderlikten yoksun ve örgütsüz olması nedeniyle, inisiyatif burjuva güçlerin eline geçti. Nihayetinde halk isyanları kimi ülkelerde mevcut rejimler tarafından kanla bastırılırken kimilerinde de burjuva rejim el değiştirerek varlığını sürdürmeye devam etti. Emekçi kitleler isyan ettikleri yoksulluk, işsizlik, baskı ve ağır saldırı koşullarına yeniden hapsolurken, Suriye, Yemen ve Libya örneklerinde görüldüğü üzere bir de iç savaş ateşinin içine atıldılar.
2014 Haziranında, Marksist Tutum sayfalarında, “derin bir uçuruma fırlatılan Libya halkının buradan çıkışı bugünkü koşullarda mümkün değildir. Keşmekeşin ve iç savaşın yıllarca sürmesi ve yeni emperyalist saldırıların gelmesi kuvvetle muhtemeldir” diyerek, Libya halkını bekleyen daha büyük yıkımlara dikkat çekmiştik. Ne yazık ki aradan geçen aylar giderek daha da derinleşen bu yıkıma tanıklık etti. Libya halkı eski krallık rejimini hortlatmaya uğraşanından şeriat rejimi kurmaya çalışanına, Kaddafi diktatörlüğüne geri dönüşü isteyeninden ılımlı İslamcısına kadar çeşitli burjuva güçlerin kanlı iktidar savaşında tam bir cehennemi yaşıyor. On binlerce insan bu cehennemden kaçmak için komşu ülkelere ya da Avrupa’ya göç ediyor, yüzlercesi göç yollarında yaşamını yitiriyor.
Tunus’tan Yemen’e Arap halklarının ve diğer halkların içinde bulundukları koşullardan kurtulmasının tek yolu kapitalizmi yıkmayı ve iktidarı kendi ellerine almayı başarabilmelerinden geçiyor. Aksi halde, burjuva güçler tepişirken ezilenler işçi ve emekçiler olmaya devam edecektir.
[1] Bkz. Utku Kızılok, Libya’da Kaos Derinleşiyor, MT, Haziran 2014
[2] İlkay Meriç, Emperyalist Saldırı ile Kaddafi Kıskacındaki Libya, MT, Nisan 2011
link: İlkay Meriç, Libya’da İç Savaş ve Burjuva Kapışma, 4 Mart 2015, https://marksist.net/node/4021
“Ufku” İnkâr Olanlar Barışı Getiremez
Çocukların Geleceğini Karartan Hapishaneler