Şubat ortalarında patlak veren halk isyanının Kaddafi diktatörlüğünü bugüne dek hiç olmadığı kadar sarstığı Libya, isyanın belli bir aşamasından sonra burjuva güçler arasındaki kapışmanın kanlı sahnesine dönüştü. Kısa bir süre sonra emperyalist güçlerin de müdahil olduğu bu kapışma, 19 Marttan itibaren emperyalist Batı ittifakının gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla farklı bir evreye sıçradı.
Adım adım ilerleyecek olursak, 17 Şubatta Kaddafi diktatörlüğüne karşı, özgürlük ve demokrasi talebiyle sokaklara dökülen Libyalı emekçilerin protesto gösterileri kısa sürede isyana dönüşmüş ve bu isyan Bingazi’de doruk noktasına ulaşmıştı. Devlet daireleri ve cephanelikler de dahil olmak üzere kentte tüm kontrolü ele geçiren kitleler, önemli ölçüde silahlanma olanağına da kavuşmuşlardı.
Devletin etkisiz hale getirildiği Bingazi’de, hareketin hemen başlangıcında halk komiteleri kurulmuş ve çeşitli işler bu komiteler vasıtasıyla organize edilmeye başlanmıştı. Komitelerin organize ettiği işlere halkın silahlandırılması da dahildi. Böylelikle isyanın Mısır ve Tunus’tan farklı olarak silahlı ayaklanmaya dönüşmesinin önü açılmıştı. Bir süre sonra merkezi bir işleyişe kavuşan bu komitelerin yönetiminde, aralarında avukatların da bulunduğu eğitimli unsurlar başı çekmekteydi. Hareketin tabanında ise doğal olarak gençlerin ağırlıkta olduğu emekçi kitleler vardı. Bingazi’nin isyancı kitlelerin eline geçmesinin ardından ordu güçlerinin bir bölümü isyancıların safına katılırken, bunu rejimin tepesindeki ciddi kopuşlar izledi.
Kaddafi’nin batan gemisini terk edip yeni kaptan köşkünde kendilerine yer açmaya soyunanlar arasında, bir zamanlar Kaddafi’nin en yakın adamlarından biri olan içişleri bakanı Abdül Fetih Yunus, adalet bakanı Mustafa Abdülcelil, Libya Ulusal Ekonomik Gelişme Kurulu eski başkanı Mahmud Cebril ve hava kuvvetleri komutanı Arif Şerif’in yanı sıra üst rütbeli subaylar, büyükelçiler, diplomatlar da yer alıyordu. Sütten çıkmış ak kaşık pozları takınıp, Kaddafi’nin halka karşı uyguladığı şiddete karşı olduklarından, “devrim”in yanında yer aldıklarından söz eden bu unsurların belirleyici olduğu 31 kişilik bir grup (bunların içinde yukarıda sözünü ettiğimiz merkezi komite içinde yer alan bir grup aydın da vardı), Şubat sonunda, Bingazi’de, “Libya Ulusal Konseyi” adını verdikleri bir konseyin kurulduğunu açıkladı.
Bu andan itibaren süreç yeni bir evreye girmiş ve ayaklanmanın önderliği, kitlelerin demokratik taleplerini sahiplenir görünen bu burjuva güçlerin eline geçmişti. Emekçi kitlelerin kendi bağımsız çıkarlarını savunabilecekleri bir örgütlülükten ve devrimci bir önderlikten yoksun olmalarını fırsat bilen burjuva klik, halk ayaklanmasını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye girişti. Yıllardır mevcut rejimin tepesinde yer alan bu unsurların ağırlıkta olduğu Mustafa Abdülcelil başkanlığındaki “Libya Ulusal Konseyi”, kendisini “Libya halkının ve Libya devletinin tek meşru temsilcisi” ve “devrimin politik yüzü” olarak nitelendiriyordu.[1] İşçilerin ve emekçilerin bu burjuva yapıya tâbi oldukları bir ortamda, bu burjuva “önderlik”, kitleleri askeri açıdan çok daha güçlü bir silahlı aygıtın üzerine sürüyordu. Bu noktadan sonra halk ayaklanması burjuva kliklerin başını çektiği bir iç savaşa dönüşecekti.
Kurulur kurulmaz Fransa tarafından “geçici hükümet” olarak tanınan bu konsey, ilk başlarda yabancı ülkelerin müdahalesine karşı olduğunu beyan ederken, kısa süre içerisinde “uluslararası toplum adım atmalı ve Kaddafi’yi zorlamalı” şeklinde dil değiştirmeye başladı. Konsey’in açıktan emperyalist müdahale çağrısında bulunmamasının tek nedeni ise, emekçi kitlelerin “yabancı müdahaleye hayır, Libya halkı bunu tek başına başarabilir” diyerek, emperyalist müdahaleye karşı olduklarını yüksek sesle dile getirmeleriydi.
Bu arada Bingazi’yi pek çok kent izlemiş ve Trablus dışındaki pek çok merkezi bölge isyancı güçlerin eline geçmişti. Bingazi, ülkenin başkent Trablus’tan sonraki en büyük ikinci kentiydi ve elde edilen bu başarı isyanın ileri atılmasında büyük bir moral güç oluşturmuştu. Fakat Kaddafi’nin buna tepkisi Tunus ve Mısır’dakiyle kıyaslanamayacak kadar sert oldu. Kaddafi rejiminin uyguladığı şiddet, savaş helikopterleri ve uçaklarıyla halkın üzerine bomba yağdırmaya kadar vardı. Birkaç hafta içinde ölü sayısı binleri buldu, binlerce insan yaralandı ve çoğu göçmen işçilerden oluşan yüz binlerce insan ülkeyi terk etmek üzere sınır kapılarına yığıldı. Kaddafi bu sert karşı koyuş sayesinde Trablus’un düşmesinin önüne geçerken, başkente yakın bölgelerin tam olarak isyancı güçlerin eline geçmesini de engellemeyi başardı.
Batılı emperyalist güçlerse, Mısır, Tunus ve isyanların yaşandığı diğer ülkelerden farklı olarak, Libya’daki isyanın daha ilk günlerinde Kaddafi’nin görevden çekilmesi yönünde açık tutum aldılar. “Libya Ulusal Konseyi”ni açıkça desteklerken, kısa sürede Birleşmiş Milletler’den ekonomik ve askeri ambargo kararı çıkarıldı ve Kaddafi ve yakınlarının banka hesaplarına el konuldu. Bu arada ABD Suudi Arabistan’dan Kaddafi karşıtlarına, anti-tank roketleri, havanlar ve havadan karaya ateşlenen füzeler göndermesini isterken, İngiliz komandoları ve MI6 ajanları Bingazi’de cirit atıyordu. Kaddafi artığı burjuva güçlerin emperyalistlerle işbirliği halinde iktidar hesapları yaptığı çok açıktı. Gözünü budaktan sakınmadan mücadele eden emekçiler rejim güçlerinin gazabına uğrarken, bu burjuva kesimler kitlelerin kanı üzerinden iktidara konmak için el ovuşturuyorlardı.
İsyan diğer kentlerin birbiri peşi sıra düşmesiyle ilerlerken, Mart ortalarında Kaddafi atağa geçti ve süreç tersine dönmeye başladı. İsyancı güçlerin ele geçirdiği kentleri bir bir geri alan Kaddafi birlikleri, Bingazi sınırlarına dayanmakta gecikmedi. 18 Martta kenti kuşatma altına alan Kaddafi, “yarın sabah bu iş bitecek, tüm evler teker teker aranacak, silahlı olanlara acımayacağız” diye tehditler savurmaya başladı. Müdahale için gerekli koşulların oluşmasını bekleyen emperyalist güçler, bu açıklamayla birlikte BM’ye Libya’yı “uçuşa yasak bölge” ilan etmesi kararını aldırarak süreci bir başka evreye sıçrattılar. Bu açıklamanın hemen ardından Kaddafi geri adım atarak ateşkes ilan etti, ancak ertesi gün Bingazi’nin Kaddafi güçlerince bombalandığı haberleri yayıldı ve akşamüstü saatlerinde Bingazi’deki Kaddafi birlikleri emperyalist güçlerin hava saldırısına uğradı. Bombardıman Bingazi’yle sınırlı kalmayıp kısa sürede tüm kentlere yayıldı; elbette her zaman olduğu gibi “sivillere zarar vermiyoruz” yalanı eşliğinde. Bu arada Libya Ulusal Konseyi adına ABD ve Fransa başta olmak üzere emperyalist güçlerle görüşmeleri yürüten Mahmud Cebril geçici hükümetin başbakanı olarak açıklanacaktı.[2]
Gelişim çizgisi kabaca bu şekilde olan süreç, şimdi karşımızda ne zaman ve ne şekilde sonlanacağı belirsiz olan kanlı bir emperyalist saldırı olarak duruyor. Emperyalist güçler arasında sürecin başından itibaren yaşanan bazı çelişki ve tereddütler, kimilerini müdahale olmasının mümkün olmadığı düşüncesine sevk etmişti. Ancak bu düşüncenin yanlışlığı kısa sürede açığa çıktı. Silahlı bir müdahale konusunda Fransa’nın ve İngiltere’nin atak tutumu karşısında, ABD’nin öne çıkma konusundaki temkinli yaklaşımı, Almanya’nın tereddütlü davranması ve Rusya ve Çin’in olumsuz tavır takınması, bu müdahaleyi bir süreliğine geciktirmekten öteye gitmedi.
Emperyalist güçler arasındaki rekabetin bir ürünü olarak, saldırının komuta merkezinin NATO’da mı BM’de mi olacağı uzun tartışmalara yol açarken, Türkiye de bu tartışmaların göbeğinde yer aldı. Dolayısıyla, Libya’da milyarlarca dolarlık yatırımı olduğu için Mısır ve Tunus’taki gibi net bir tutum takınmayan Türkiye’nin pozisyonu emperyalistler arası rekabetten bağımsız düşünülmemelidir. “NATO’nun ne işi var Libya’da” diyerek emperyalist güçleri insani niyetlerle değil petrol nedeniyle sürece müdahil olmaya çalışmakla suçlayan Erdoğan, Türkiye’nin de insani kaygılarla değil ticari kaygılarla hareket ettiği gerçeğini gizleyememiştir. Sonuçta, NATO müdahalesine açıktan karşı çıkmaya ve onca efelenmeye rağmen, Libya’da kendisine bir rakip güç olarak gördüğü Fransa’ya üstünlüğü kaptırmamak için, saldırının başlamasından dört gün sonra Türkiye’nin NATO’ya bağlı savaş gücüne destek vereceği açıklanmış ve ertesi gün buna onay veren tezkere meclisten geçirilmiştir. Üstelik NATO harekâtının komuta merkezi İzmir olmuş, Eskişehir üssü de NATO’nun hizmetine sunulmuştur. Yani Türkiye bu savaşa katılmakla kalmayıp, merkezi bir rol üstlenmiştir. TC’nin orada sadece uçuş yasağını ve silah ambargosunu denetlemek üzere bulunduğu ve insani niyetlerle kuvvet gönderdiği apaçık bir yalandır. Bu açıklamayı gerçekten samimi bulanlar, diğer emperyalist güçlerin yaptığı benzer açıklamalara da inanmak durumundadırlar.
Libya halkı şu anda iki ateş arasında sıkışıp kalmış vaziyettedir. BM müdahalesi karşısında Bingazi halkı Kaddafi’nin zulmünden kurtulduğu için sevinirken, Trablus ve diğer bölgelerde yaşayan emekçiler bir yandan emperyalist saldırıyla karşı karşıya kalmanın diğer yandan Kaddafi’nin düşüp düşmeyeceğinin belirsizliği karşısında ne yapacaklarını bilememenin derin endişesi içindedirler. Kaddafi’nin bu ülkeyi on yıllardır koyu bir baskıyla yönettiği ve açık cezaevi haline getirdiği açıktır. Ancak açık olan bir gerçeklik daha var ki, Libya halkına yardım bahanesiyle saldırıya geçen BM, barış, demokrasi, özgürlük ve insanlık yanlısı bir oluşum değil, Lenin’in deyişiyle emperyalist haydutlar çetesidir.
“Demokrasi” ve “özgürlük” söylemiyle Afganistan ve Irak’ta milyonlarca insanı gözlerini kırpmadan ölüme sürükleyenler şimdi insanlık maskesi takıp timsah gözyaşları döküyorlar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde çıkardıkları ya da göz yumdukları savaşlarda milyonlarca insanın katledilmesinde doğrudan ya da dolaylı olarak rol oynayanlar, şimdi güya Libya halkını düşünüyorlar. Bu açgözlülerin gerçek derdinin, bu ülkeyle yaptıkları milyarlarca dolarlık ticari anlaşmaların ve yatırımların tehlikeye girmemesi, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarının emperyalist tekellerin emrine sunulması ve bölgenin kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırılması olduğu açıktır.
ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen’in, neden Bahreyn’de de aynı tutumu takınmadıkları sorusuna verdiği yanıt gerçek kaygıları ve niyetleri açığa vurur niteliktedir: “Bahreyn’le onyıllardır çok yakın bir dostluğumuz var. Orada ana deniz üslerimizden birine sahibiz.” Fransa’dan İngiltere’ye, İspanya’dan İtalya’ya, ABD’den Türkiye’ye, harekâta destek veren tüm ülkelerin benzer kaygılarla ve niyetlerle hareket ettikleri ortadadır. Fransa içişleri bakanının, hararetle savunduğu saldırıyı açıkça “Haçlı Seferi” olarak nitelendirmesi boşuna değildir.
Çıkarların güdülediği çiftestandart ve ikiyüzlülük sadece emperyalistler için değil, büyüğünden küçüğüne tüm kapitalist güçler için geçerlidir. “Anti-emperyalist”, “halkçı”, hatta “sosyalist” geçinen Kaddafi’nin, Fransa’daki son seçimlerde Fransız işçi sınıfının ateş püskürdüğü sağcı Sarkozy’nin seçim kampanyasının finansörü olmasına ne buyrulur? Ya da son yıllarda Berlusconi’yle can ciğer kuzu sarması kesilmesine? Şimdi bu “dostlar” Kaddafi’nin ensesinde boza pişirmekle meşguldürler. Chavez gibilerin “anti-emperyalist” lider olarak kutsayıp kol kanat gerdikleri, solun kimi kesimlerinin de bu görüşü paylaştıkları “halkçı” Kaddafi, 41 yılı aşkın bir süredir işgal ettiği iktidar koltuğunu terk etmemek için kendi halkını katletmekten çekinmemiştir. Emperyalist güçlerse bunu bahane ederek akbabalar gibi o halkın üstüne üşüşmüşlerdir.
Peki, Libya’yı Tunus ve Mısır’dan farklı kılan ve sürecin bu şekilde işlemesine yol açan temel unsurlar nelerdir? Sosyalizm iddiasındaki Libya gerçekte neydi? Emekçilerin isyanı neden bizzat Kaddafi rejiminin ana unsurları olan burjuva güçler tarafından böylesine kolay bir şekilde denetim altına alınabildi ve yönlendirilebildi? Bu sorulara yanıt aramak üzere geçmişe dönmekte yarar görüyoruz.
Sosyalizm iddiasındaki Kaddafi Libya’sı
360 yıl boyunca Osmanlı hâkimiyetinde kalan Libya toprakları, 1912’de İtalya’nın egemenliğine girmişti. İtalya İkinci Dünya Savaşında yenilgiye uğrayınca Libya 1940’tan sonra bir süreliğine İngiltere ve Fransa’nın kontrolüne girdi.[3] Birleşmiş Milletler’de alınan karara dayanarak Libya 1951 yılı sonunda bağımsız bir krallık olduğunu ilan etti. İtalyan yönetimi sırasında Sirenayka eyaletinin emiri olan ve iki dünya savaşı arasında İtalyan işgaline karşı direnen Muhammed İdris es-Sanusi ise kral ilan edildi. Bir süre sonra İngiltere ve ABD’nin Libya’da askeri üs kurmasına izin verildi. Bunu emperyalist petrol şirketleriyle çeşitli anlaşmalar izledi.
Bu arada bölgede yükselişe geçen Arap milliyetçiliği Libya’da da etkisini giderek artan bir şekilde gösteriyordu. Daha önceki bir yazımızda[4] da ele aldığımız gibi, Mısır’da Nâsır’ın Arap milliyetçiliği temelinde yükselttiği Arap sosyalizmi, Libya’da da genç subaylar arasında büyük bir ilgiyle karşılanmış ve 1964 yılında Nâsır’a özenen bir grup subay, tıpkı onun gibi Hür Subaylar adı altında bir örgüt kurmuştu. 1967’de çıkan Arap-İsrail savaşının ardından yükselişe geçen Arap milliyetçiliğini fırsat bilen Hür Subaylar, 1969 Eylülünde gerçekleştirdikleri bir darbeyle Kral İdris’in başında bulunduğu monarşiyi yıktılar ve iktidarı ele geçirdiler.
O sırada Devrim Komuta Konseyi adı verilen cuntanın başı olan ve yarbaylıktan albaylığa terfi ettirilen Kaddafi, iktidarı ele geçirdikten sonra ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrolün arama, çıkarma ve işlenmesini tekellerinde bulunduran yabancı şirketlere, devlete ödedikleri vergiyi arttırmaları çağrısında bulundu. Bu çağrıya olumsuz yanıt gelince petrol sanayi büyük ölçüde millileştirildi ve devletin bu sektördeki payı birkaç yıl içinde %60’lara yaklaştı. Böylece, o dönem dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi olan Libya devleti, bu alanda büyük bir gelir kaynağının doğrudan sahibi olmuş oldu. 1971’den itibaren Kaddafi’nin Mısır’dakiyle aynı adla kurduğu Arap Sosyalist Birliği tek siyasi parti olarak varlık gösterirken, sosyalizm söylemi de iyice ağırlık kazanacaktı.
İslamcı ideolojinin önemli bir yer tuttuğu bu sözde sosyalizm, kapitalizmle komünizm arasında üçüncü bir yol olarak sunuluyordu. 1973 yılında, “kültür devrimi” adı altında, bürokrasiye karşı sözde bir savaş başlatıldı. Kaddafi’ye göre kültür devriminin amacı, şeriatın tam olarak uygulanması, ideolojik mücadelenin güçlendirilmesi, bürokrasiye karşı savaş, halkın silahlandırılması gibi unsurlardan oluşuyordu. Halk çeşitli vesilelerle seferber ediliyordu. Çin’in “kültür devrimi” Libya’ya taşınmış, Mao’nun Kızıl Kitabının yerini ise Kaddafi’nin Yeşil Kitabı almıştı.
1977’de ülkenin resmi adı Libya Arap Sosyalist Halk Cemahiriyesi olarak değiştirildi. Bir yıl sonra mülkiyet hakkı tek konutla sınırlanırken, gayrimenkullerin kiraya verilmesi yasaklandı. Petrolden elde edilen yüksek gelir Kaddafi’ye bazı ekonomik ve sosyal reformları yapma olanağı sunacaktı. Toptan ve perakende ticaret devletleştirildi ve satışlar devlete ait mağazalar aracılığıyla yapılır hale geldi. Bu, temel gıda ürünlerinin sübvanse edilerek ucuz fiyatla satışını da mümkün kıldı. Eğitim ve sağlık hizmeti devlet tarafından ücretsiz olarak sağlanarak yaygınlaştırılırken, düşük kiralı devlet konutları sayesinde konut sorunu çözüldü. Böylelikle zorunlu ihtiyaçları açısından rahatlatılan halkın desteği de alınmış olunuyordu. Devlet işletmelerinde ve özel sektörde çalışan işçilerin, komiteler aracılığıyla yönetime ortak olacakları, böylelikle sömürülmeyecekleri yalanı ise Kaddafi’nin iktidarını pekiştirmek üzere başvurduğu bir yoldu. Ancak, stratejik sektörlerle oyun oynamaya gelmez diye düşünülmüş olsa gerek ki, petrol, ağır sanayi ve banka-sigorta sektörü komitelerden azade tutulmuştu! Sözde “halk komiteleri”ne dayanan bu “halk iktidarı” altında işçilerin ne toplu sözleşme hakları vardı ne de grev. Örgütlenme, ifade, toplanma gibi en temel özgürlükler yok edilmişti. Sonuç olarak Libya, insanların temel ihtiyaçlarının asgari düzeyde karşılandığı, ancak özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı, dolayısıyla içinde yaşayanlara büyük bir hapishane gibi gelmeye başlayan totaliter bir diktatörlüktü.
SSCB’nin çöküşü, bu ülkenin nüfuz alanına dahil olan pek çok ülke için olduğu gibi Libya için de bir dönüm noktası oldu. Kısa süre içinde “serbest piyasa ekonomisi”ne geçilirken, buna özelleştirmeler eşliğindeki dışa açılma politikası eşlik etti. Temel gıda ürünlerindeki ve akaryakıttaki sübvansiyonlar azaltıldı. Üzerlerindeki totaliter baskının değişmeden devam ettiği emekçi kitleler açısından, bu ekonomi politikaları sadece ve sadece daha fazla işsizlik, yoksulluk ve derinleşen eşitsizlik anlamına geliyordu.
İçte koyu bir diktatörlük rejiminin hâkim olduğu bu ülkede emekçilerin durumu ortadayken, Kaddafi, 2000’li yılların ortalarına kadar, Amerikan karşıtlığıyla, “anti-emperyalist” söylemiyle, devletler arası toplantılarda yaptığı çıkışlarla sivrilmeye devam edecekti. Ancak Irak işgalinin ardından ABD’nin Kaddafi’ye yönelik tehditlerini arttırmasıyla, bu şişirilmiş balon sönmeye başladı. Kaddafi ABD karşısında geri adım atarken, emperyalist ülkelerin liderleriyle samimi pozlar eşliğinde yapılan ticari anlaşmalar birbiri ardına sökün etti. 2004 yılında Libya üzerindeki Amerikan ambargosunun kaldırılması savaş tekellerini ihya ederken, AB ülkeleri, ABD ve Rusya, Libya’ya yüz milyonlarca dolarlık silah sattılar. O silahlar, bombalar, jetler Libya halkını katletmek için kullanılmaya başlandığındaysa, bu ikiyüzlü katiller birden “insani niyet”lere gark oldular!
Yıllar boyu ekonomi üzerinde devlet tekelinin söz konusu olduğu Libya’da, yerli işgücünün büyük bir bölümü kamu çalışanı durumundaydı. Uygulamaya konan yeni ekonomi politikalarıyla bu duruma da el atıldı. 2007 yılında, kamu sektörünü verimli hale getirmek, özel sektörün gelişmesine yardımcı olmak ve kamunun ücret yükünü azaltmak adına, üç yıl içinde 400 bin işçinin işine son verileceği açıklandı. Hükümetin açıklamalarına göre, kamu çalışanlarının sayısı 1 milyonu aşmıştı ve bu kamuya büyük bir yük bindiriyordu. Hükümet, işten çıkartacağı çalışanlara üç yıl boyunca ücret ödemeye devam etmeyi ya da kendi işletmelerini kurmaları halinde 50 bin dinarlık (yaklaşık 43 bin dolar) kredi vermeyi taahhüt etmişti. Böylelikle sözde işsizlik sorunu olmayacaktı. Ama kazın ayağı öyle olmadı. Sonuçta, eğitim, sağlık ve petrol sektöründeki işçilerin önemli ölçüde etkilendikleri bir işçi kıyımı başladı ve süreç içinde işsizlik yüzde 30’a tırmandı. Bürokrasinin tepesindekiler de dahil olmak üzere burjuvalarsa bütün bu süreçte servetlerine servet kattılar. “Benim çadırımdan başka hiçbir şeyim yok” diye ağlaşan Kaddafi’nin sadece Amerika’daki banka hesaplarında 30 milyar dolar bulunduğunun açıklanması, yapılan talan ve vurgunun boyutları konusunda yeterince fikir vermektedir. Aynı şekilde, bu paralardan nemalanan emperyalistlerin ikiyüzlülüğü konusunda da!
İsyan bölgesinde Libya’nın özgünlükleri
Modern bir kapitalist devlet olmaktan son derece uzak olan Libya devleti, tek adam ve onun ailesi etrafında kümeleşen, şefe liyakat usulüne göre şekillenen bir bürokratik aygıttır. Toplumsal yapının değişmesinin önünde büyük bir engel haline gelen bu yapı nedeniyle, kapitalizm öncesine ait arkaik aşiret yapısı da tam olarak çözülmemiştir. Önemli devlet mevkilerinin tümü aşiretler arasında paylaştırılmış durumdadır. Aynı durum ordu için de söz konusudur. İktidarını korumak üzere bir yandan aşiretler arasındaki rekabetten yararlanırken, öte yandan bu durumun yarattığı tehditlerle yüz yüze kalan Kaddafi, 1993’te ordu içindeki bir grup muhalif subayın darbe girişimine uğramıştır. Kaddafi’nin bu durumdan çıkardığı ders, çeşitli Afrika ülkelerinden getirttiği paralı askerlerden oluşan, dolayısıyla aşiret çekişmelerinin dışında kalan özel bir ordu kurmak olmuştur. Komutasını ise oğullarından birine vermiştir. Mevcut düzenli ordu 40 bin kişiye indirilirken, 25 bin kişiyi bulduğu söylenen bu lejyonerler ordusu, son isyanda Kaddafi’nin halka acımasızca saldırmasının en temel aracı olmuştur. Liberya, Sierra Leone, Çad, Mali, Nijer gibi ülkelerden gelen bu askerlerin ücretinin günde 300 ilâ 2000 dolar arasında değiştiği söylenmektedir.
İktidara geldiğinden bu yana her türlü muhalefeti şiddetle ve korku salma yoluyla bastıran Kaddafi, siyasi partileri, hatta daha ileri giderek siyaseti yasaklamıştı. Bu yüzden Libya’da, Mısır ve Tunus’tan farklı olarak, örgütlü bir muhalif güç bulunmuyordu. Var olan muhalif unsurlarsa, iktidar savaşlarını bizzat rejimin tepesinde, gizliden gizliye yürütüyorlardı. Buna Kaddafi’nin kendisiyle oğulları arasındaki ve oğullarının birbirleriyle olan iktidar savaşı da dahildi. Tam da bu yüzden, Bingazi’de ortaya çıkan Libya Ulusal Konseyi’ni oluşturanların büyük bir bölümü de yıllar boyu rejimin tepe kadroları arasında yer alan burjuva unsurlardır. Oysa Libya’dan farklı olarak, Tunus ve Mısır’da hareketin liderliğine soyunanlar, on yıllar boyunca Mübarek ya da Bin Ali rejiminin şu ya da bu ölçüde gazabına uğrayan muhalif burjuva ya da küçük-burjuva güçler olmuştur. Bu durumun, burjuva sınırlar dahilinde, Libya’dakinden daha demokratik dinamikler barındırdığı ortadadır.
Gerek Mısır’da gerekse Tunus’ta, saldırı gücü olarak polis kullanılırken, ordu, son derece bilinçli bir taktikle “tarafsızlık” görüntüsü vererek, sıkışılan noktada diktatörleri harcayıp düzeni korumayı mümkün kılacak bir politika izlemiştir. Bunda ordudaki muhtemel yarılmanın önüne geçme düşüncesi de elbette önemli bir rol oynamıştır. Böylelikle her iki ülkede de ordu Bin Ali ve Mübarek’in devrilmesinin ardından ipleri kolaylıkla elinde tutmayı başarabilmiştir. Libya’da ise, kitlelerin üzerine salınan orduda dağılmaların yaşanması ve Kaddafi’nin lejyoner ordusu aracılığıyla kitlelere saldırma politikasını benimsemesi nedeniyle tümüyle farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Silahlı kitleler, Kaddafi’nin Trablus’taki askeri üslerinden ve paralı gangsterler ordusundan uzak olmanın avantajıyla bir süre güçlü bir atılım sergileyerek önemli mevziler elde edebilmişlerdir. Ancak eğitimli, donanımlı, disiplinli ve tek merkezden koordine edilen silahlı aygıt karşısında, kısa sürede bozguna uğramışlardır.
Libya’da yaşananlar işçi sınıfı ve devrimciler için pek çok ders içeriyor. Bunlardan biri de, örgütlülükten ve devrimci bir önderliğin yol göstericiliğinden yoksun olan emekçi kitlelerin silahlanmış olmalarının iktidarı ele geçirmek için asla yeterli olamayacağıdır. Proletaryanın en büyük silahı örgütlülüğü ve devrimci partisidir! Bunun eksikliği durumunda, işçi sınıfı her an şu ya da bu burjuva güce yedeklenme tehlikesiyle yüz yüze olacaktır. Nitekim son örnekte yaşanan da bu olmuştur.
Ancak bu eksikliğin de ötesinde, Mısır ve Tunus’ta hareket başladıktan kısa bir süre sonra bunu grevlerle destekleyen sınıf hareketinin varlığından farklı olarak, Libya’da gelişen hareket içinde proletarya hiçbir ölçüde sınıfsal varlık gösterememiştir. Buna paralel olarak, isyanın üstüne çöreklenen ve kendilerine Libya Ulusal Konseyi adını veren burjuva unsurlar, kısa sürede önderliği ele geçirmişlerdir. Bu andan itibaren isyanın rengi değişmeye başlamış ve emekçi kitleleri peşine takan bir burjuva kesim ile ordu gücüne sahip burjuva iktidar kesimi arasındaki bir iç savaş tablosu ortaya çıkmıştır. İsyancıların Kaddafi karşısında başarı şansının sanıldığı kadar yüksek olmadığının anlaşılmasının ardından ise emperyalist güçler devreye girmiş ve bunu yarım kalan “Büyük Ortadoğu Projesine” itilim verecek bir fırsat olarak değerlendirmeye girişmişlerdir. Buradaki atılganlıkta emperyalist silah tekellerinin açgözlülüğü faktörü de unutulmamalıdır. Nitekim harekât başladıktan sonra İngiltere, ABD, İtalya ve Kanada menşeli savaş tekellerinin hisse senetleri üç gün içinde yüzde 3 ilâ 7 arasında değer kazanmıştır. Kullanılıp tüketilen savaş araçlarının yerine alınacak yenileri için verilecek siparişler de cabası.
Bugün Mısır ve Tunus’ta burjuva güçler ordunun demir yumruğunun da yardımıyla düzeni restore etmeye çalışıyorlar. Yemen, Bahreyn ve Suriye’de mevcut diktatörler kitlesel katliamlar pahasına koltuklarını korumaya çabalıyorlar. İki ateş arasında kalan Libyalı emekçilerse Kaddafi ile emperyalist Kaddafiler arasında bir seçim yapmaya zorlanıyorlar. Kaddafi devrilir devrilmez bu emperyalist güçlerin kendi çıkarlarını garantiye alacakları bir burjuva yönetim oluşturacakları ve bu yönetimin de emekçilerin boğazını daha fazla sıkmak için çaba harcayacağı çok açıktır. Bu bakımdan, Libyalı emekçiler hem Kaddafi diktatörlüğüne hem de emperyalist güçlere ve onların işbirlikçilerine karşı mücadele vermek zorundadırlar.
Arap işçileri ve emekçileri on yıllardır kendilerini acımasızca ezen ve sömüren gerici diktatörlüklerin zulmü altında inlerken, emperyalist güçler bu bölgeyi dizginsizce sömürebilmek için startını Afganistan ve Irak’ta verdikleri büyük bir savaş başlatmış bulunuyorlar. Burjuvazinin ve ikiyüzlü liberallerin iğrenç yalanları kimseyi kandırmamalıdır. Birleşmiş Milletler’den NATO’ya emperyalist savaş aygıtları halklara demokrasi ve özgürlük götürmek için değil, emekçileri iliklerine kadar sömürmek ve bölgeyi yağmalamak için teyakkuz halindedirler.
Bugün ayağa kalkan Arap emekçilerin, tepelerindeki diktatörlerin yanı sıra yoksulluktan, işsizlikten ve zulümden kurtulup özgürleşmelerinin biricik yolu, burjuvazinin saltanatına son vererek iktidarı kendi ellerine almalarıdır. Bu yolda onların gerçek dostları ve müttefikleri ise tüm dünyadaki sınıf kardeşleridir. Arap emekçilerin fitilini yaktıkları isyan ateşi, sadece bölgede değil tüm dünyada kapitalizmin yoksulluğa, işsizliğe ve geleceksizliğe ittiği işçi ve emekçiler için de kurtuluş yolunu aydınlatmaktadır. Dünya işçi sınıfı, sınıf kardeşlerinin diktatörlere ve diktatörlüklere karşı yürüttüğü haklı ve onurlu mücadelenin yanında olmakla, her türlü emperyalist müdahaleye ve emperyalistlerin yürüttüğü yağma ve yıkım savaşlarına yüksek sesle karşı çıkmakla ve isyan ateşini olanca gücüyle körüklemekle mükelleftir. Ortadoğu’daki isyan ateşinin burjuvaziyi boğması için enternasyonalizm ruhuyla safları sıklaştıralım! Kapitalist sömürü düzenine nihai darbeyi indirmek için işçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü güçlendirelim!
Rakamlarla Libya
Türkiye’nin 2,5 katı büyüklükte bir yüzölçümüne rağmen 6,5 milyon nüfusa sahip olan Libya’nın büyük bir bölümü çöllerle kaplı. 1980’lerden itibaren izlenen kentleştirme politikasının sonucu olarak nüfusun yüzde 90’ına yakını şehirlerde yaşıyor. Başkent Trablus yaklaşık 1,4 milyon nüfusuyla ülkenin en büyük kenti durumunda ve onu 700 bini aşkın nüfusuyla Bingazi ve 500 bini aşkın nüfusuyla Misurata izliyor.
Afrika’nın en büyük üçüncü petrol üreticisi ülkesi olan ve 46 milyar varil kapasiteyle kıtanın en zengin petrol rezervlerine sahip olan Libya’nın ihracat gelirlerinin tamamına yakınını petrol gelirleri oluşturuyor. Çok düşük bir nüfus ve zengin petrol yatakları sayesinde, Libya Afrika ülkeleri arasında kişi başına düşen milli gelirin (yaklaşık 12 bin dolar) en yüksek olduğu ülke olarak sivriliyor. Ancak bu rakam emekçiler için hiç de gerçeği yansıtmıyor. Asgari ücretin 250 Libya dinarı (yaklaşık 200 dolar) civarında olduğu ülkede, yüz binlerce insan bu gelirle yaşamaya mahkûm. Bu yüzden de, kamu çalışanlarının ek iş yapması yasak olmasına rağmen, pek çok işçi geçinebilmek için birden fazla işte çalışmak zorunda kalıyor.
Nüfusunun yarıya yakınını 15 yaş altındakilerin oluşturduğu ve yerli işgücünün 1,5 milyon kişi civarında olduğu Libya’da, yabancı firmaların Çin’den, Türkiye’den, Filipinler’den, Polonya’dan vb. getirdikleri yüz binlerce işçinin yanı sıra, başta Mısır olmak üzere çeşitli Afrika ülkelerinden gelen yüz binlerce işçiyle birlikte 1,5 milyondan fazla göçmen işçi bulunuyor. Afrika ülkelerinden gelen işçilerin bir bölümüyse kaçak olarak çalışıyor. Yabancı firmaların büyük bir bölümü büyük altyapı inşaatı projelerinde görev alıyor.
Sanayinin esas olarak petrole dayandığı Libya’da, petrol dışı üretim ve inşaat, GSMH’nin yüzde 20’sini oluşturuyor. Petrolün çok büyük bir bölümü Libya’yı İtalya’ya bağlayan bir petrol boru hattı üzerinden Avrupa ülkelerine satılıyor.
45 milyar dolara yaklaşan ihracatta, ihracat kalemleri ham petrol, rafine petrol ürünleri, doğal gaz ve çeşitli kimyasallardan oluşuyor. İhracat yapılan ülkeler arasında İtalya yüzde 38’le başı çekerken, onu yüzde 10’la Almanya, ardından Fransa, İspanya, İsveç ve yüzde 5’le ABD izliyor.
Topraklarının ancak yüzde 10’u tarıma elverişli olan Libya, gıda maddelerinin yüzde 75’ini ithal ediyor. Bunun yanı sıra imalat ürünlerinin büyük bir bölümü de ithalat yoluyla karşılanıyor. Makine, gıda, ulaşım araçları, elektronik ürünler ve çeşitli tüketim ürünlerinin toplam ithalat değeri 25 milyar doları buluyor. Bu alanda da yüzde 19’la İtalya ilk sırada yer alırken, Çin, Türkiye ve Almanya’nın yüzde 10, Fransa, Tunus ve Güney Kore’nin yüzde 5’ler civarında pazar payı bulunuyor.
[1] Ayaklanma başladıktan sonra iktidar mücadelesine dahil olan, o zamana dek yurtdışında varlık gösteren bazı burjuva oluşumlar da bulunuyor. Amerika ve İngiltere tarafından desteklenen “Libya Anayasal Birliği” ve “Libya’nın Kurtuluşu İçin Ulusal Cephe” bunların başında geliyor. Bunlardan ilki, Kral İdris’e bağlılığını beyan eden ve İngiltere’de üslenen bir örgüt. Monarşi döneminin bayrağının “devrim”in bayrağı olarak öne çıkarılması da bu örgüte bağlı unsurlar sayesinde mümkün olmuştur. Son kongresini ABD’de toplayan ikincisinin ise CIA tarafından finanse edildiği söyleniyor.
[2] Bir dönem Libya Ulusal Ekonomik Gelişme Kurulunun başkanlığını da yapan Cebril, ABD’de eğitim görmüş bir ekonomi profesörü. Wikileaks’e sızan 2009 tarihli bir yazışmada, Amerika’nın Libya büyükelçisi, Cebril’den, “ABD perspektifini benimseyen ciddi bir muhatap” olarak söz ediyor.
[3] İtalyan egemenliği esnasında Libya, kuzeydoğuda Sirenayka, kuzeybatıda Trablus ve güneybatıda Fizan olmak üzere üç bölgeye bölünmüştü. Bugün isyanın merkezi durumunda bulunan Bingazi, o dönemde Sirenayka olarak adlandırılan bölgede yer alıyor. İsyanın başlangıç dönemlerinden itibaren kimi ABD sözcülerinin dile getirdikleri üçe bölünme senaryoları da bu bölgelendirmeyi esas alıyor. Libya’nın başkenti olan Trablus ülke nüfusunun önemli bir bölümünü barındıran en büyük kent olma özelliğine sahipken, Bingazi’nin de yer aldığı doğu kesimi petrol kuyularıyla ve petrokimya tesisleriyle öne çıkıyor. Emperyalist güçlerin ve Kaddafi muhalifi kesilen rejim unsurlarının ilgisi de daha çok bu bölgeye yoğunlaşıyor.
[4] İlkay Meriç, Nâsır’dan Chavez’e Bonapartizm Çeşitlemeleri, MT, Nisan 2006
link: İlkay Meriç, Emperyalist Saldırı ile Kaddafi Kıskacındaki Libya, Nisan 2011, https://marksist.net/node/2618
Kapitalist Cinayet: Nükleer Santraller
Anti-Emperyalizm Adına Diktatörleri Savunanlar