Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden ve Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu coğrafyasını saran halk ayaklanmaları süreci, Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Mübarek’in devrilmesiyle Mısır’da ortaya çıkan durumu elbette dikkatlice ele almak gerekiyor. Ama diğer Arap halklarının gözünden bakıldığında Mısır’da milyonların seferber olduğu süreç ve sonunda Mübarek’in çekilmesi olgusunun başlı başına önemli bir esin kaynağı olduğu açıktır. Özellikle Yemen, Bahreyn ve Libya’da kitle hareketinin sergilediği yeni yükselişler bunu gösteriyor. Bu kitlesel isyan dalgasının kısa vadedeki sonuçları ne olursa olsun bu coğrafyada yeni bir dönemin açıldığı ve bu dönemde işlerin eskisi gibi yürütülemeyeceği açıktır. Önümüzdeki dönemde bu bölgede yaşanacak toplumsal-siyasal mücadeleler ve bu ülkelerde nasıl rejimler tesis olacağı, burjuva siyaset dünyasının olduğu kadar devrimcilerin de ilgi odağında olacaktır.
Geniş bir coğrafyayı saran ve temelde ortak dinamiklerden (işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, baskı) beslenen kitle kalkışmaları söz konusu olmakla birlikte, sürecin gelişimini belirleyen ve belirleyecek olan tek etmen bu ortak noktalar değildir. Her ne kadar “Arap ülkeleri” ya da “Ortadoğu” diye bir kalemde geçilse de, söz konusu coğrafyayı oluşturan ülkeler arasında önemli farklılıklar vardır. Sözgelimi bir uçta Tunus ile diğer uçta Suudi Arabistan’ın yüzeysel biçimde aynı kefeye konamayacağı açık olmalıdır. Dolayısıyla bu geniş coğrafyayı saran kalkışma sürecinin seyri ve ortaya çıkaracağı sonuçlar önemli farklılıklar gösterebilecektir.
Fakat kapitalist gelişmenin bileşik niteliğinin ve bu temelde düzleyiciliğinin özellikle son çeyrek yüzyılda büyük bir silindir gibi işlediği de bir gerçektir. Bileşik kapitalist gelişme bu ülkelerdeki temel ekonomik süreçleri ve bu zemin üzerinde toplumların temel yaşantı biçimlerini giderek benzeştirmektedir. Diğer yandan aynı zemin üzerinde ve bunun bir parçası olarak küresel düzeyde iletişim ve etkileşimin büyük sıçramalar kaydetmesi bu süreci hızlandırmıştır.
Tüm bu noktaları göz önünde bulundurarak, hem Arap ülkelerinin en büyüğü ve en etkilisi olan, hem de zincirin en büyük ve kritik halkası olarak kaçınılmaz biçimde tüm dünyanın odaklandığı Mısır’daki sürecin bir değerlendirmesini yapmak önem taşıyor. Mısır’daki süreç sınıf bilinçli işçiler açısından özellikle önemli ve zengin dersler içeriyor.
Mısır’da ne oldu?
Mısır’da 25 Ocakta başlayan ve 11 Şubatta Mübarek’in çekilmesiyle bir durulma evresine giren yaklaşık üç haftalık büyük bir kitle seferberliği yaşandı. Kitleler diğer ülkelerdeki kardeşleri gibi temelde işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve baskı gibi sorunların güdülemesiyle isyan ettiler ve çektikleri sıkıntıların sembolü olarak gördükleri Mübarek’i hedef tahtasına koydular. Mübarek’in gitmesi talebi, onun Tunus’taki Bin Ali kadar kolayca çekilmemesinin de etkisiyle, bir yandan kitle hareketine bir kararlılık ve enerji verdi, ama bir yandan da kitle hareketinin boşa düşmesi tehlikesini doğuracak tarzda fazlasıyla öne çıktı. Kitleler gerçekten de büyük bir enerjiyle düzenin saldırılarına göğüs gerdiler, sinmediler. 400’e yakın ölü, sayısı bilinmeyen miktarda kayıp ve 5000’den fazla yaralı vererek mücadelelerinden geri adım atmadılar. Bu kısa süreç içinde Mübarek sadece sopa taktiğini değil havuç taktiğini de uyguladı. Birkaç aşamada çeşitli tavizler vererek hareketi yatıştırmaya ve yolundan saptırmaya uğraştı, ama bunlar da işe yaramadı. Sonuç olarak kitle hareketi Mübarek’in çekilişine kadar büyük bir kararlılık ve dirençle mücadele etmeyi başardı.
Peki sonuç ne oldu? Ciddi bedeller ödenen bu mücadelenin sonunda iktidar halk kitlelerinin eline geçmedi. İkili iktidar durumu olarak nitelenebilecek bir durum da doğmadı. Hatta, emekçi kitlelerin çıkarlarıyla özde bağdaşmasa bile, bir biçimde kitlelerin mücadelesinde yer alan birtakım politik örgütlerin ya da liderlerin de eline geçmedi iktidar. Bunun yerine Mübarek rejiminin temel direği ve iktidarın perde arkasındaki gerçek odağı olan ordu, iktidarın açık ve doğrudan yürütücüsü konumuna yükseldi. Kalabalık kitleler ise, çeşitli kentlere yayılan grevleri ayrı tutmak koşuluyla, büyük ölçüde evlerine çekilmiş durumda. Elbette bu çekiliş henüz nihai bir geri çekiliş olarak değerlendirilemez.
Mısır’daki durumu ve gelişmeleri anlamak için işin iki boyutunu ayrı ele almak gerekiyor. Kitle hareketinin patlak verişi, nedenleri, gelişim çizgisi, örgütlülük düzeyi, potansiyelleri, önündeki olasılıklar vs., bunlar işin bir boyutudur. Ve sürecin bütününü ifade eden denklemde bir etmeni, şüphesiz temel bir etmeni oluşturmaktadır. İşin bu yönünü doğru değerlendirmek için kendiliğindenlik-bilinç ilişkisi sorunu çerçevesinde konuyu tartışmak gereklidir. Ancak denklem bu etmenden ibaret değildir. Bir de hâkim sınıflar düzeyinde cereyan eden süreçler mevcuttur ki, bu da işin diğer boyutunu oluşturmaktadır.
Kendiliğindenlik-bilinç ilişkisi sorunu ve bu bağlamda kendiliğinden hareketlerin değerlendirilmesi sosyalist harekette tabir caizse ezeli bir sorundur. Biz burada boylu boyuna bu tartışmanın içine girecek değiliz. Sadece birkaç hususu ele alacağız. Bu sorun çerçevesinde iki sapma ortaya çıkmıştır. Bir yaklaşım kendiliğindenliği abartarak, bilinç ve örgütlülük faktörünün önemini gölgeye iten bir tutum içinde olmuş, değerlendirmelerini adeta her şeyi bu etmen belirliyormuşçasına yapmıştır. Diğer yaklaşım ise, kitlelerin kendiliğinden hareketine karşı derin bir güvensizlik ve küçümseme beslemiş, her şeyin tepedeki unsurların iradi gücüyle, komplolarla vs. belirlendiğini düşünegelmiştir.
Bugün hem Arap ve Ortadoğu dünyasını saran kalkışma sürecinin geneline ilişkin olarak, hem de bu coğrafyanın ana unsuru olan Mısır’a ilişkin olarak her iki yaklaşımın da örneklerini görüyoruz. Biri her gördüğü halk kalkışmasını kolayca devrim olarak nitelendirmekte beis görmez ve örgütsüz kitle hareketini her sorunu çözmeye yetenekli bir sihirli değnekmişçesine göstererek boş hayaller yayarken, diğeri kitle isyanına burun kıvırmakta, adeta tüm süreci emperyalizmin baştan beri tezgâhladığı bir komplo olarak göstermeye meyletmektedir.
Kendiliğinden kitle eyleminin, genel örgütsüzlüğün sınırlılıklarını görmezden gelmek büyük bir yanılgıdır, affedilmez bir hatadır. Bu eğilimdekiler tam da bu körlükleri nedeniyle egemenlerin politik manipülasyonlarını, emperyalist güçlerin planlarını, süreci kontrol altında tutma ve yönlendirme çaba ve potansiyellerini görmezden geliyorlar ya da küçümsüyorlar. Böyle yapmakla da kitlelerin gerçek çıkarlarına asla hizmet etmiyorlar. Oysa bu etmenleri göz ardı ederek bugün Mısır’da gelinen noktayı anlamak mümkün değildir.
Örneğin, kendiliğinden kitle hareketine tapınanlar şu soruya ne cevap verebilirler: kitleler Mübarek’e karşı büyük bir öfke ve azimle mücadele ederken ve düzenin kendisine saldıran silahlı güçlerine karşı kahramanca karşı koyarken, nasıl olup da düzenin en temel dayanağı olan ordu söz konusu olduğunda geri çekilmektedirler? Bunun yanıtı basitçe korku olmasa gerek. Zira kitleler gizli ve açık polis güçlerine, onların desteğindeki lümpen-faşist katil şebekelerine, keskin nişancılara karşı gözüpekçe mücadele etmekten korkmadıklarını gösterdiler. Diğer taraftan Mübarek’in çeşitli görünümler alan havuç ve sopa taktiklerinin boşa çıkarılmasına bakıldığında da kitlelerin belli bir uyanıklık gösterdiği görülmüştür. Ama kendiliğindenliğin sınırı hem genel olarak ordunun ideolojik hegemonyasının kırılmasına yetmemiştir, hem de somutta onun bu süreçte izlediği sinsi taktiğin boşa çıkarılamamasına yol açmıştır. Kendiliğindenliğe tapınanlar, ordunun, muhakkak ki emperyalist efendilerin de bilgisi dahilinde, bilinçli biçimde izlediği bu sinsi taktiği görmezden geldiler.
Şimdi ordu Mübarek’ten de kurtulmuş olarak ve anayasa ile parlamentoyu da feshederek iktidara doğrudan el koymuş durumda. Bir yandan da kitle hareketinin en can alıcı taleplerini kulak arkası ederek, tam da bekleneceği gibi, elinden geldiği ölçüde bir oyalama taktiği güdüyor. 30 yıldır hüküm süren olağanüstü halin kaldırılması konusunda bile “bakarız” demekten başka hiçbir vaatte bulunmuyor, yeni atadığı hükümette en kritik bakanlıkları yine Mübarek dönemindeki aynı bakanlara veriyor, siyasi af konusunda da kulağının üstüne yatıyor. Elbette işler bu noktaya geldikten sonra ordunun açık bir askeri diktatörlükle işleri yürütmesi zordur. Kuvvetli ihtimalle, yeni bir anayasa yazılacak, seçimler yapılacak, bu temelde yeni bir parlamento oluşturulacaktır. Ama ne bunların kesin tarihleri bellidir ne de asıl önemlisi yazılacak yeni anayasanın içeriği bellidir. Orduyu doğrudan doğruya sıkıştıracak yeni ve daha güçlü bir kitlesel kabarış söz konusu olmadıkça, ortaya ordu vesayetinin parlamento şalıyla örtüldüğü ve bunun “demokrasi devrimi” diye pazarlandığı güdük bir yapılanmanın çıkması olasılığı yüksek olacaktır. Mısır ekonomisinin doğrudan ve dolaylı yolla önemli bir bölümüne hükmettiği, vilayetleri yöneten valilerin ve yerel yönetimlerin başındaki kişilerin çoğunun emekli generallerden ve subaylardan oluştuğu düşünülecek olursa, bu ordunun elinden, kendi iktidar nimetlerine ve ayrıcalıklarına zarar verecek bir anayasanın çıkacağını ummak hayalperestlik olacaktır.
Sonuç olarak, o büyük kitle seferberliğine rağmen iktidarın doğrudan ve açık biçimde ordunun eline geçmesi, Mısır’daki kitle hareketinin genel örgütsüzlüğünün, işçi sınıfı içinde ona öncülük edebilecek ölçüde örgütlü devrimci sosyalist güçlerin eksikliğinin bir sonucudur. Fakat tek olumsuz sonuç bu değildir. Aynı zamanda emperyalistler açısından da sürecin kontrol dışına çıkmaması sağlanmıştır. Dahası, sürecin bu noktanın fazlaca ötesine gitmemesi halinde, oluşan durum emperyalizmin nicedir bölge için tasarladığı değişikliklerin hayata geçirilmesi yönünde kullanılacaktır.
Emperyalizmin tavrı
Batılı emperyalist güçlerin sürece yönelik tavırları nasıl olmuştur? Farklı ülkelere ilişkin olarak bazı emperyalist güçlerin belli ölçüde tutum farklılıkları olduysa da, sürecin emperyalist medya odaklarında ele alınışının genel havası destekleyici yönde olmuştur. Emperyalistler kitle hareketinin kendisini de temel taleplerini de olumsuzlayıcı bir yaklaşım içinde olmadılar. Kaygı belirttikleri tek nokta kitle hareketinin kontrolden çıkması olasılığıydı. Mübarek rejiminin despot karakteri ve kitlelerin demokrasi özlemi içinde olduğu vurgulanıyor, kitle hareketi “demokrasi yanlısı” olarak olumlanıyordu. Hatta çok hızlı biçimde sürece “devrim” payesi de verildi.
Özetle emperyalistler sürecin şu ana kadarki seyri ve gelinen aşama itibariyle pek kaygılı olmamak bir yana, hallerinden memnun gibiler. Peki bu ne anlama geliyor? Geniş anlamıyla tüm Ortadoğu’ya yayılan bu süreçlerin zaten onlar tarafından tezgâhlandığı ve planlı biçimde yürütüldüğü anlamına mı? Hayır değil. Sadece yaşanan sürecin, şu ana kadar genel seyri ve gelinen aşama itibariyle onların çıkarları aleyhine olmadığını görmek gerektiği anlamına geliyor. İşin doğrusu, halkların kendi gerçek sorunları temelinde başlattıkları kendiliğinden isyan süreci, nicedir emperyalistler tarafından tasarlanan büyük projeleri hayata geçirmenin bir fırsatına çevrilmek isteniyor.
Batılı büyük emperyalist güçlerin Ortadoğu ile ilgili üç temel kırmızı çizgisinin olduğunu net biçimde tespit etmek gerekiyor. Elbette birinci ve en temel olan kırmızı çizgi, bölgede kapitalist düzenin temel işleyişine uzun vadeli olarak zarar verecek birtakım gelişmelerin olmamasıdır. İkinci olarak, bölgede İran’ın nüfuzunu artıracak değişimlerin olmamasıdır. Üçüncüsü ise, İsrail’in güvenliğinin tehlikeye düşmemesidir. Bunlar emperyalistler açısından “ne olmamalı”yı anlatmaktadır. Adı üstünde kırmızı çizgilerdir. Sürecin şimdiye kadarki seyrinin ve gelinen aşamanın bu sınır çizgilerini aşmadığı açıktır. Hatta kitle gösterilerinde bu konularla ilgili pek bir talep ya da sloganın işitilmediğini de akılda tutmak gerekir.
Diğer taraftan emperyalizmin bölgeye ilişkin birtakım uzun vadeli planlarının olduğu da, yani bir “ne olmalı”ya sahip oldukları da iyi biliniyor. Emperyalizmin nicedir gündemde olan güncel ve uzun vadeli hedefleri, hem bu bölgenin kaynaklarının ve jeopolitiğinin kontrol edilmesi, hem de yeni kapitalist yatırım alanları yaratma açısından daha güvenli ve verimli bir düzene geçmeyi dayatıyor. Bu ülkelerin kapitalist dünya sistemine daha derinden entegre edilmesi ve hatta bu geniş, dinamik ve verimli coğrafyanın dönüştürülmesi sayesinde köhnemiş dünya kapitalizmine adeta yeni bir gençlik aşısı yapılmaya çalışılması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Ve bu değişimin temel bir ayağını da bu bölgedeki arkaik siyasi rejimlerin değiştirilerek daha işlevli parlamenter yapıların kurulması oluşturuyor. Bunun ne ölçüde demokrasi ya da özgürlük anlamına geleceği ayrı bir konudur. Emperyalizm bunu demokrasi ve özgürlük sevdasından değil, Ortadoğu halklarında birikmekte olan öfkenin büyük patlamalara yol açabileceğini ve bunların kontrol dışına çıkabileceğini öngördüğü için istiyor. Çünkü katı despotik yapıların hem bu öfkeyi artırdığını hem de kriz durumlarında yeteri kadar esnek olamadığını biliyor. Elbette emperyalizm bu değişimin tepeden reformlar yoluyla baştan sona kontrollü biçimde, patırtısız çatırtısız olmasını istiyor ve bu çerçevede telkinlerde bulunuyor, plan ve projeler oluşturuyordu. Meşhur Büyük Ortadoğu Projesi bu yaklaşımın genel çerçevesini oluşturmaktadır. Bu çerçevede Ortadoğu’daki yerel işbirlikçi egemenlere telkinler nicedir yapılmaktaydı ve Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere gerici Arap rejimleri birtakım göstermelik “reformlar” yapmaya başlamışlardı. Ancak bu kadarının geniş emekçi kitlelerin biriken öfkesini yatıştırmaya yetmeyeceği de açıktır. Bir yandan emperyalistler arasındaki çelişkiler, bizzat ABD egemenleri içindeki farklı eğilimler ve en önemlisi yerel egemenlerin yerleşik çıkarları kâğıt üstünde şık duran planların işleyişini sekteye uğratmaktadır. Tüm telkinlere rağmen Mübarek’in son süreçteki inatçı direnişi ve “ben gidersem hepiniz yanarsınız” kartını oynamaya kalkması bu ayak sürümelerin açık bir örneğidir.
Öte yandan daha somut ve dolaysız anlamda da Ortadoğu’daki durumun Batı emperyalizmi açısından katlanılmaz bir tıkanıklık halini aldığı açıktır. O nedenle bu tıkanıklığın kendi zararlarına olmayacak yönde ya da son tahlilde onların kontrolünden çıkmayacak tarzda aşılması genel hatlarıyla onlar için yeğdir. Dışarıdan askeri müdahale yönteminin, yani açık zorbalığın, bir sürü “istenmeyen yan etkisinin” ortaya çıkması dolayısıyla, buna başvurmak ilk başlarda düşünüldüğü kadar kolay görünmemektedir. Irak’a yönelik saldırı ve işgal onlar açısından istenildiği ölçüde sonuç vermemiştir. Üzerindeki tüm emperyalist baskıya rağmen, İran’ın başta Irak olmak üzere bölgedeki nüfuzu o günden bu yana artmaktadır. Diğer uçta ise İsrail gitgide daha yalnızlaşmakta, zemin kaybetmektedir. Bu şartlar altında, kırmızı çizgileri aşmayan halk hareketleriyle diktatörlerin def edilmesi ve bölgeye “demokrasinin” gelmesi, emperyalistler açısından söz konusu tıkanıklığı aşmada ve İran’ı “demokrasi” hamlesiyle kuşatmak ve zorlamak için bir manivela haline getirilebilir.
Asıl olarak, kalkışmaların yaşandığı ülkelerde yeterli güce sahip proleter devrimci örgütlenmelerin eksikliği nedeniyle, kitle hareketlerinin proleter karakteri, anti-kapitalist, anti-emperyalist öğesi çok cılız kalmıştır. Önümüzdeki süreçte durumun ne olacağını pratik gösterecektir elbette. Ancak mevcut aşamada durumun böyle olması nedeniyle bu tehlikeler fazlasıyla önümüzde durmaktadır. O nedenle bu ülkelerdeki devrimci güçlere kitle hareketinin örgütlülük ve bilincini yükseltme ve dolayısıyla daha güçlü bir kitle hareketinin oluşmasını sağlama konusunda büyük görevler düşmektedir. Ancak böylelikle süreç sadece diktatörlerin def edilmesiyle sınırlı kalmaz ve rejimin, giderek de kapitalist düzenin yıkılmasına yönelebilir.
Devrim kavramının iğdiş edilmesi
Yukarıda da değindiğimiz üzere, dünya ölçeğinde burjuva düzen güçleri ve onların medyası, özellikle liberal eğilimli olanları, bölgede yaşanan kalkışma sürecini çok geçmeden “devrim” olarak nitelendirmeye başladı. Tunus’a “yasemin devrimi” Mısır’a da “papirüs devrimi” yakıştırması hemen yapılıverdi. Tabii bu devrimlerle de yetinilmeyip, yanı sıra “internet devrimi”, “facebook devrimi”, “gençlik devrimi” gibi başka devrimler de keşfedildi! Özetle, başta büyük emperyalist merkezlerde konuşlu medya organları olmak üzere tüm dünyada burjuva medyanın büyük bölümü pür neşe bir devrimseverlikle dolu.
Ortada bu kavramı hak edecek ciddi bir değişim henüz olmadığı halde burjuva medyanın bu devrim kavramına böylesine şevkle sarılması düşündürücüdür. Miadı dolmuş ve emperyalistler açısından da artan ölçüde sıkıntı kaynağı olmaya başlamış Bonapartist diktatörlerin, yüklü servetleriyle birlikte sahneden çekilmesi dışında bir değişim henüz gerçekleşmemiştir. Devlet aygıtı temel kurumları itibariyle eski haliyle yerli yerinde durmaktadır. Birkaç kişi dışında eski düzenin yüksek katlarında yer almış kişilerin neredeyse tamamı hâlâ görevlerinin başındalar. Dahası bunlar “geçiş dönemini” yönetiyorlar.
Hal böyleyken devrim kavramının bu gerici düzen odaklarının ağzında bu denli sakız olması aklı başında her bilinçli emekçi için bir uyarı işareti olmalı. Devrim için mücadele eden devrimciler, tüm dünyada burjuva medyanın da bir parçası olduğu düzen güçlerinin akla hayale gelmedik saldırılarına, baskılarına, zulümlerine maruz kalmışken ve halen de kalmaktayken, bunların birden devrim sevdalısı kesilmeleri, başka şeylerin yanı sıra, devrim kavramının bilinçli biçimde iğdiş edilmesi anlamına geliyor.
2000’li yıllarla dünya çapında içine girdiğimiz kapitalizmin derin bunalımı ve devrimci mücadeleler döneminde, emperyalist propaganda makinesi kitlelerin bilincine gerçek devrim kavramı yerine kendisinin sunduğu sulandırılmış, içi boşaltılmış kavramı sokmaya çalışıyor, bu açık. “Bakın işte, devrim böyle bir şey ve siz de devriminizi yaptınız!” deniyor kitlelere. Böylece kitlelerin gerçek anlamda bir devrim için mücadele vermesi ve hatta onu gerçekçi biçimde tahayyül etmesi önlenmeye çalışılıyor.
Bu noktada tüm dünyada burjuva medyada kusturacak ölçüde “internet” ve “gençlik” vurguları yapılması olgusunu es geçmemek gerekiyor. Bunların, örgütsüzlüğü, hayattan ve sokaktan kopukluğu, sınıf dışı kavramlarla konuşmayı, apolitizmi yüceltmeyi amaçlayan bilinçli yaklaşımlar olduğundan şüphe edilmemeli. Kitleler iş, aş, özgürlük ve insanlık onuru gibi hakiki talep ve özlemlerle sokaklarda can pahasına çarpışırken, yüzlerce ölü, binlerce yaralı verilirken, her şeyin “internet” sayesinde, yani “sanal dünya” sayesinde gerçekleştiğini söylemek tiksinti vericidir. Burada en somut hedefin insanların örgütlü mücadele fikrinden uzaklaştırılması olduğunu görmek gerekiyor. “Bakın” deniyor, “internet üzerinden oluşturulan gevşek iletişim ağlarıyla devrim bile yapılabiliyor!” Ne lüzum var eski devirde kalmış örgütlü devrimci siyasal faaliyete, hayatın canlı akışı ve güçlükleri içinde ter akıtmaya!
Bu vurguların aynı zamanda “gençlik” vurgusuyla el ele gitmesi de başka bir boyut oluşturmaktadır. Bu genel vurgunun, sistematik biçimde, sınıfsallığından arındırılmış soyut bir gençlik algısı yaratacak tarzda yapılması dikkat çekicidir. Bu kitle isyanlarında gençlerin büyük ağırlık oluşturduğu, tartışmaya gerek olmayan bir gerçektir. Birincisi, tüm modern tarih boyunca büyük kitle hareketlerinde gençler hep ön saflarda olmuş ve ağırlıklı biçimde yer almışlardır. Dolayısıyla bu kitle kalkışmalarında özel olarak gençliğe vurgu yapmanın, “gençlik devrimi”nden söz etmenin hiçbir mantıklı gerekçesi yoktur. Öte yandan bölge nüfusunun yüzde 60’ını 30 yaşın altındakilerin oluşturduğu düşünüldüğünde bu durum daha da anlamsızlaşmaktadır. Yani bu toplumların zaten çok büyük bir bölümünü genç insanlar oluşturmaktadır. Ama sorulması gereken daha önemli bir soru var: kimdir bu gençler? Bu gençlerin özelliği, bilgisayar ve internet kullanmayı biliyor olmaları değil, kapitalizmin çok yüksek oranlarda işsizliğe mahkûm ettiği geniş bir işçi sınıfı katmanı oluşturuyor olmalarıdır. Onlar internet yüzünden ya da sayesinde isyan etmiş değiller, tam da işsiz işçiler oldukları, yaşamlarının baharında kapitalist sistem tarafından çaresizliğe itildikleri için isyan ediyorlar. Aslında kendini yakarak tüm bu sürecin kıvılcımını çakan ve bir sembol olan Tunuslu genç tam da bu gerçeği göstermiyor mu? Bu gencin kendini yakarak bayraklaştırmasıyla internetin, facebook’un ne ilgisi vardır?
Bu bahsi kapatmadan son bir değinmede bulunalım. Genç nüfusun işsizliği genel olarak son yıllarda tüm kapitalist ülkelerde çok ciddi bir sorundur. Gençler arasında işsizlik oranı genel işsizlik oranından daha yüksek olduğu gibi, eğitimli genç nüfus arasındaki işsizlik oranı da aynı şekilde genel ortalamadan yüksektir. Üstelik sorun sadece işsizlik de değildir. İş sahibi görünen gençlerin de, genel çalışan nüfus içindeki orandan daha yüksek oranda ve giderek artan bir bölümü eğreti/güvencesiz çalışma biçimlerine mahkûm ediliyorlar, daha düşük ücretler alıyorlar. Dolayısıyla, eğer gençlikten söz edilecekse bu, yukarıdaki tabloda durumu kabaca çizilen işçi sınıfı gençliğidir.
Burjuva medya küresel ölçekte devrim kavramının sulandırılması için uğraş verirken, ne yazık ki, sosyalist solda da bu değirmene su taşıyanlar var. Söz konusu sosyalistler de kitle ayaklanmalarına hemen devrim payesini verdiler. Elbette onlar burjuva medya gibi devrim kavramını ayağa düşürmek için bunu yapmıyorlar. Ama işçi sınıfı üzerinde, sosyalist ideallere sempati duyan gençler üzerinde etkili oldukları ölçüde olumsuz bir işlev görüyorlar. Çünkü bilinç ve örgütlülük unsurunun önemini tümüyle unutturacak tarzda kendiliğindenliği övmek, olmadık yere her kitle kalkışmasına devrim payesi vermek, son tahlilde ya hayal kırıklığını ya da giderek bir kayıtsızlığı besler. Bu kadar çok devrim olup da somut hayatta bu kavramın çağrıştırdığı nitelikte pek fazla değişiklik olmayınca, kendiliğinden ortaya çıkan sonuç devrim kavramının ağırlığını yitirmesi olmaktadır. Böylesi bir yaklaşımı alışkanlık haline getirmiş olan çevreler, örneğin 2001’deki Arjantin’den beri dünyanın birçok ülkesindeki kitle kalkışmasına “devrim başladı” diye teşhis koydular, ama bugün bu devrimlerden eser yok.
Sosyalistlerin kitle kalkışmalarının önemini ortaya koymak ve bunların devrim yolunda ilerletilmesi uğruna mücadele vermek için her kalkışmaya devrim demelerine ihtiyaçları yoktur. Lenin, kendiliğindenliğe övgüler düzmeyi bırakın, bunun yerine kendiliğinden hareket geliştikçe daha da büyüyen görevlerimize odaklanın öğüdünü veriyordu. Bu noktada bir devrimci durumu doğru teşhis etmeyi bilmek asıl önemli olan şeydir. Tunus’ta ve Mısır’da genel olarak Lenin’in tarif ettiği anlamda bir devrimci durum oluştuğuna şüphe yoktur. Ve Lenin’in dediği gibi devrimci durumlar iradeden bağımsız nesnel durumlardır.
Eğer bir ülkede devrimci durum oluşmuşsa devrimcilerin önündeki ana görevin bu durumu bir devrime dönüştürmek için var güçleriyle mücadele etmek olduğu açıktır. Bu noktada Elif Çağlı’nın uyarısını hatırlatmakta yarar var: “Fakat yanlış anlaşılmasın, bir devrimci durumla devrimi birbirinden ayıran katı bir duvar yoktur; bu nedenle devrimci mücadelenin gelişiminin bu iki farklı olgunluk düzeyi arasındaki ilişkiyi asla skolastik mantıkla ele almamak gerekir. Devrimci durumda işçi sınıfının öncü güçlerine düşen görev, «devrimci durum mu, devrim mi» gibisinden ölü tartışmalarla zaman yitirmeyip, devrim hazırlığını elden gelen tüm güçle ilerletmektir. Unutulmamalı ki, devrimci durum gerekli önderliğin olmadığı koşullarda kolaylıkla geri devşirileceği gibi, devrimci öncünün çabasıyla başarılı bir devrime doğru da ilerletilebilir. İşte böylesi kritik durumlarda üzerinde odaklaşılması gereken temel gerçek budur.” (Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Y., s.76)
Lenin de devrimci durum tarifini yaptığı meşhur satırların devamında, bir yandan Avrupa’daki genel devrimci durum bağlamında bu durumun bir devrime evrilip evrilmeyeceği konusunda fazladan spekülasyona girmenin anlamsızlığını vurgularken, diğer yandan da bir devrimci durum doğduğunda sosyalistlerin asıl olarak neye odaklanması gerektiğini açıklar: “Bu durum [devrimci durum] uzun sürecek mi? Daha ne kadar şiddetlenecek? Devrime yol açacak mı? Bunu bilmiyoruz, kimse de bilemez. Bunun cevabı ancak, devrimci havanın gelişmesi ve ileri sınıfın, yani proletaryanın devrimci eyleme geçmesi sırasında kazanılan deneyim ile verilebilir. (…) hiçbir sosyalist hiçbir zaman (…) bu savaşın (…), bugünkü devrimci durumun (…) devrime yol açacağının garantisini vermemiştir. Burada tartıştığımız şey, tüm sosyalistlerin tartışılmaz ve temel görevidir: kitlelere bir devrimci durumun varlığını gösterme, genişliğini ve derinliğini açıklama, proletaryanın devrimci bilincini ve kararlığını uyandırma, devrimci eyleme geçmesine yardımcı olma ve bu maksatla, devrimci duruma uygun örgütler oluşturma.” (Lenin, 2. Enternasyonalin Çöküşü, Seçme Eserler, c.5, İnter Yay., s.189)
link: Levent Toprak, Kitle Ayaklanmalarında İlk Evre Tamamlanırken, Mart 2011, https://marksist.net/node/2592
Bir Yılan Hikâyesi: Pınar Selek ve Mısır Çarşısı Davası
Analar İçin Burjuvazinin Timsah Gözyaşları