AKP emperyalist hevesleri için meclisten yeni bir savaş tezkeresi çıkarmış bulunuyor. Bu tezkere, AKP yönetimindeki TC devletinin Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politikalarını daha da ilerletmek, daha da pekiştirmek istediği anlamına gelmektedir. Bununla AKP, bölgede akan kan ve gözyaşındaki payını daha da arttırma arzusunda olduğunu bir kez daha göstermiş oluyor. AKP, fırsattan istifade, zaten yararlanmakta olduğu IŞİD belâsını yeni bir bahaneye dönüştürerek, başta Suriye’deki Kürt halkının PYD önderliğinde oluşturulan özerk yönetimini boğmak ve ikinci olarak da Suriye’deki yönetimi devirme çabalarını daha etkin biçimde yürütmek için bir yıl boyunca kendisine meclisten açık çek istedi ve MHP’nin de desteğiyle istediğini aldı. Amerikan emperyalizminin sözümona IŞİD’le mücadele adına üç yıllık bir mücadele programı açıkladığı hesaba katılacak olursa, bölgedeki savaş sürecinin önümüzdeki yıllar boyunca sürdürülmeye çalışılacağı açıktır.
Hükümet bu savaş tezkeresini gündeme getirip savunurken en kaba yalanlara ve demagojiye başvurmaktan çekinmedi. AKP medyası da bu yalanların başlıca yayıcısı oldu. Güya bu tezkere “yanı başımızda yaşanan insanlık dramına kayıtsız kalamayacağımız için”, “IŞİD terörüne maruz kalan insanların yardımına koşabilmek için” çıkarılıyordu. Oysa TC’nin, IŞİD’i besleyip büyüten güçler arasında önde geldiğini sağır sultan bile duymuştu. IŞİD militanları devletin bilgisi ve kontrolü dahilinde Türkiye içinde örgütlenmiş, para, silah ve eğitim yardımı almışlardır. Tır konvoylarıyla yapılan silah sevkiyatları zaten resmi olarak faş olmuş ve mahkemeye bile düşmüş idi.
Erdoğan ve hükümet sözcülerinin son zamanlarda IŞİD karşıtı gibi görünen sözler sarf etmeleri esasen bir aldatmacadır. Bu sözler büyük oranda Batı kamuoyunda da güçlenen, Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiği algısını kırmak içindir. Keza IŞİD karşıtı uluslararası kampanyaya katılıyormuş gibi verilen hava da bir bakıma örtülü operasyondan başka bir şey değildir. Bununla Türkiye sanki IŞİD’le mücadele içindeymiş gibi yapıp, gerçekte askeri hamlelerini bir yandan Suriye Kürdistanı’ndaki PYD’yi bertaraf etmeye, bir yandan da Esad rejimini devirmeye yöneltmek istemektedir. Nitekim Erdoğan her zamanki riyakarlığıyla, aynı konuşma içinde bir yandan “hiçbir ülkenin iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok” derken, bir yandan da “Şam yönetiminin derhal uzaklaştırılması önceliğimiz olmaya devam edecektir” diyebilmektedir.
Türkiye’nin derdinin IŞİD’le mücadele olmadığı, önceleri “tampon bölge” sonra “güvenli bölge”ye çevirdiği talebinden ve yine “uçuşa yasak bölge” talebinden de anlaşılabilir. IŞİD’in bir hava gücü olmadığı malûm olduğundan, herkesin farkında olduğu üzere, bunlar tümüyle Esad rejimine karşı önlemlerdir. Suriye topraklarına girip de sözümona bir “güvenli bölge” oluşturulduğunda Suriye devletinin doğal olarak bunu kendi topraklarına bir saldırı olarak görüp hava bombardımanına tâbi tutmasının önüne geçmek istenmektedir.
AKP’nin IŞİD’in bertaraf edilmesini en azından şimdilik istemediği muhakkaktır. O nedenle uzun süre rehin alınmış diplomatlar bahanesinin ardına saklandı. Bu bahane geçtiğimiz günlerde ortadan kalkınca da IŞİD karşıtı emperyalist koalisyonda yer alacağını ilan etti. Ancak birtakım şartları olduğunu da ilan ederek, işin özünde ayak sürümekte olduğunu göstermekten de geri durmadı. Türkiye’nin bu tutumunun iki yönü var. Hem böylesi bir koalisyonun dışında kalması durumunda gelişmeleri etkileme olanağını yitirmek istemiyor ve sonuçta eğer ortaya bir masa çıkacaksa o masada yer alabilmek istiyor, hem de koalisyon kampanyasının örtüsü altında Suriye içinde fiilen kendi siyasetini gütme olanaklarını kullanmak istiyor. Batılı emperyalistlerin sahaya asker süremedikleri şartlarda bunu elindeki önemli bir avantaj olarak görüyor.
Elbette hükümetin asıl önceliği Rojava dolayısıyla son üç yıldır önemli bir mevzi kazanmış olan Kürt hareketini zayıflatmaktır. Rojava’nın PKK ile aynı çizgideki PYD’nin yönetiminde olması Türkiye devleti için en büyük karın ağrısını oluşturuyordu. Tam da bu nedenle önce El Nusra sonra da IŞİD gibi vahşi güçleri Rojava’daki oluşumun üzerine salmıştı. Ancak son aylara kadar bu politikasında başarı elde edememişti. Dahası bu son aylarda tüm dünyada tepki uyandıran IŞİD’in yaptığı katliamlara karşı, Şengal gibi örneklerde de görüldüğü üzere, tek ciddi direnişi sergileyenin PKK olması, dünyada bir sempati ve ilgi uyandırmaya başlamıştı. Bu somut nedenlerle Rojava’nın boğulması TC için bir aciliyet halini almıştır. Böylece “çözüm süreci” olarak adlandırılan ve AKP için kritik önemde olan bir ateşkes sürecini de beraberinde getiren görüşmelerde de avantaj elde edilmesi umulmaktadır. Özetle AKP elini güçlendirmeyi ummaktadır.
IŞİD’in, elindeki ağır silahlarla Rojava’yı kuşatmasına ve bu kuşatma dolayısıyla Kobane’nin insansızlaşmasını, tahrip olmasını ve YPG’nin zayıflamasını ellerini ovuşturarak izleyen TC, sonuç olarak Kürt hareketinin yeteri kadar darbe alıp zayıfladığını düşünerek, işin sonunda adeta Kürtlerin kurtarıcısı pozuyla sahneye çıkma oyununu da oynayabilir. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Hem dünyaya Kürtleri IŞİD’den kurtaran güç imajı çizilecek, hem de askeri olarak bilfiil Rojava işgal edilmiş olacaktır.
Bunlar emperyal hevesler ve Kürt düşmanlığı ile yoğrulan TC’nin hesapları. Bu hesapların ne ölçüde tutacağı önümüzdeki dönemde ortaya çıkacaktır. Kürt ulusal hareketinin Rojava bağlamında yaptığı “çözüm süreci biter” uyarılarının hükümette belli bir endişe yarattığı açıkça görülüyor. Türkiye sınırları içinde savaşın yeniden başlama ihtimalinin görünmesiyle, hükümet nicedir oyalama yoluna gittiği kimi somut düzenlemeleri yapma yönünde kararlar ilan etti. Öcalan’ın dile getirdiği çözüm kurullarının oluşturulacağı açıklandı. Bunların ne ölçüde içi dolu adımlar olacağı da yine önümüzdeki günlerde ortaya çıkacaktır.
Son günlerdeki bu gelişmeler vesilesiyle de bir kez daha kanıtlanan gerçek şu ki, devlet özünde Kürt düşmanı politikaları terk etmiş değildir. “Çözüm süreci” olarak adlandırılan süreç Kürt halkıyla gerçek bir barışmayı içermemektedir. AKP yönetimindeki devlet sadece PKK’yi bölgeye dönük stratejik hesaplarının önünde bir engel olarak gördüğü için bu süreci başlatmıştır ve onun gözünde asıl sorun Kürt halkının demokratik ulusal taleplerini karşılayarak bu köklü tarihsel sorunu çözmek değil, emperyal hesapların önündeki önemli bir engelden kurtulmaktır. Tam da bu nedenle hükümet sözcüleri ve yandaşları sırıtkan bir üslupla çözüm sürecinin Rojava’yla bir ilgisinin olmadığını söyleyebiliyorlar. Oysa bıraktık Türkiye Kürtleri için Rojava’nın taşıdığı büyük önemi, oradaki Kürt halkının siyasi temsilcisi konumuna yükselmiş olan örgüt ile Türkiye Kürdistanı’nda aynı konuma yükselmiş olan örgüt tek bir siyasi iradeyi ifade etmektedir. Suriye Kürdistanı ile Türkiye Kürdistanı arasındaki bağı bal gibi bilen ve gerçekte tam da buna göre hareket eden TC devleti, iş “çözüm süreci” bağlamında bu bağa uygun davranmaya gelince yan çizmektedir. Böylesi bir yaklaşımın Türkiye Kürtleri tarafından haklı olarak düşmanca görüleceği ve görülmekte olduğu açıktır.
Tam da aynı yaklaşımın bir uzantısı olarak, AKP sözcüleri hâlâ Kürt sorununda meselenin büyük oranda halledildiğini, sonuca az bir şey kaldığını söyleme pervasızlığını gösterebiliyorlar. Kürt halkının temel nitelikteki hiçbir demokratik talebi karşılanmamış ve hakkı tanınmamış iken bunun söylenmesi açık bir yüzsüzlüktür. Anadilde eğitim gibi bir talep karşısında takınılan tutumlar bile ortadayken…
Dahası, gerçek bir barış ve kardeşleşme politikası izlenmediği için, uzun yıllardır ekilen ve büyütülen şovenist duygular Kürt sorunundaki her kriz anında yeniden hortluyor ve zehirli bir rol oynuyor. İslamcı akımlara en fazla düşman olan kesimler bile IŞİD’in Kobane’ye yönelik kuşatması ve saldırısı karşısında “oh olsun” deyip kendilerinden geçebiliyorlar. Özellikle sosyal medya denilen mecrada bu şovenizm gemi azıya almış durumda. Bunun bilincinde olan hükümet kontrollü de olsa şovenizm kartını Kürt hareketine karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıyor.
Ortadoğu’daki savaş, IŞİD’in sahneye çık(arıl)masıyla yeni bir evreye geçmiş bulunuyor. Dikkat çekici biçimde IŞİD’in ani yükselişi, bölgedeki dengeleri sarsmakta, daha şimdiden Batılı emperyalist güçler açısından tıkanıklık olarak görülen noktaları açmaktadır. Irak’ta Maliki’nin uzaklaştırılması ve ardından dengeleri daha çok gözeten yeni bir hükümetin kurulması, bağımsızlık yönünde isteklerini daha fazla yükseltmeye başlayan ve hatta ABD emperyalizminin yeterli desteğini alamayınca Türkiye ile iş tutup bağımsız petrol satma girişimlerinde bulunan Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin IŞİD saldırılarıyla hizaya sokulması gibi gelişmeler buna işaret etmektedir. Bu sürecin bir parçasını da, IŞİD’in Rojava’ya dönük saldırılarında yeni bir düzeye sıçrayarak Kobane’yi düşürmek üzere bir saldırıya girişmesi oluşturmaktadır. Böylece Suriye’de yürümekte olan karmaşık iç savaşta da dengeler değişmektedir.
Sonuç olarak savaşta yeni bir evreye geçilmiştir ve Türkiye eskiye göre çok daha fazla bu sürecin bir parçası olacaktır. Erdoğan Meclisi açış konuşmasında şu sözleri boşuna sarf etmiyor: “Dünya Savaşı’nın 100. yılında bölgemiz yeniden şekillenirken Türkiye gelişmelere seyirci kalacak değil.” O nedenle işçi sınıfının hem genel olarak savaş karşıtı mücadele görevi, hem de Kürt halkını hedef alan şovenizme karşı mücadele ve zor günler yaşayan Kürt halkıyla dayanışma görevi bugünlerde daha da yakıcılaşmıştır. Bu çerçevede devletin militarizmi, şovenizmi ve mezhepçiliği tırmandıran planlarının hayata geçmemesi için mücadele özellikle önem kazanmaktadır. Bu mücadele Ortadoğu’da işçi sınıfının birliği ve halkların kardeşliği perspektifini esas alan enternasyonalist bir kardeşlik mücadelesidir.
link: Levent Toprak, Savaş Tezkeresi ve AKP’nin Emperyalist Hevesleri, 8 Ekim 2014, https://marksist.net/node/3533
Anadile Kilit, Zorla Din Dersi ve İmam-Hatip Taarruzu