Kapitalizmin yaşamlarını çekilmez hale getirdiği işçi ve emekçiler dünyanın dört bir yanında grevlerle, direnişlerle, isyanlarla hoşnutsuzluklarını ve tepkilerini dışavuruyorlar. Bu tepkiler bazen milyonlarca işçinin katıldığı grevler, bazen halk ayaklanmaları, bazen de toplumun en çok ezilen kesimlerinden birini oluşturan göçmenlerin isyan hareketleri şeklinde kendini gösteriyor. İşçi sınıfının devrimci bir bilinç ve örgütlülükten yoksun olduğu bu dönemde, söz konusu hareketler genelde sistemin sınırlarını zorlayacak boyuta ulaşamadan sönüp gidiyor. Ancak özellikle son on yılda bu tür hareketlerin sıklık ve yaygınlığının artması, mayanın çoktandır aktif hale geçtiğini ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin her an daha güçlü patlamalara ve devrimci durumlara gebe olduğunu gösteriyor.
Bu dinamik tabloyla uyumlu son örnek, geçtiğimiz günlerde İsveç’te patlak veren göçmen isyanı oldu. Stockholm’ün varoşlarında başlayan isyan, bu tür hareketlere hiç alışık olmayan İsveç burjuvazisini fazlasıyla ürküttü. 20 Mayıs gecesi, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bir varoş bölgesi olan Husby’de patlak veren isyan, hızla diğer göçmen mahallelerine sıçradı. Çok sayıda araba, işyeri ve bazı karakol binaları ateşe verilirken, estirilen polis terörüyle birlikte sokaklar savaş alanına döndü.
Bir haftayı aşkın bir süre boyunca devam eden bu isyanın fitili, polisin Husby’de yaşayan 69 yaşındaki bir adamı “elinde bıçakla bizi tehdit etti” diyerek katletmesiyle ateşlendi. Öldürülen kişi 30 yıldır İsveç’te yaşayan Portekizli bir göçmendi ve polis bu nedenle böylesine pervasız davranabildi. Son yıllarda burjuvazi tüm Avrupa’da ırkçı politikaları tırmandırırken, İsveç’te de göçmenlere karşı baskı, ayrımcılık ve polis tacizleri belirgin bir şekilde artıyor. Dolayısıyla, yoksul oldukları belli olan ve salt farklı ten rengine vs. sahip oldukları için polisin keyfi bir şekilde üst arama, kimlik kontrolü yapma, gözaltına alma türünden baskı ve tacizlerine maruz kalıp ırkçı hakaretlerine uğrayan göçmen gençler için, söz konusu saldırı bir kıvılcım işlevi gördü. İsyancı gençler sadece göçmenlerden de oluşmuyordu; bu bölgelerde yaşayan yoksul İsveçli gençler de, işsizlik, yoksulluk ve her türden aşağılanmaya karşı tepkilerini göstermek için bu isyana katıldılar.
İsyanın patlak verdiği semtlerin 1970’lerde düşük gelirli işçiler için inşa edilmiş ucuz evlerin bulunduğu, o zamandan bu yana da esas olarak göçmenlerin yerleştiği işçi bölgeleri olması, aslında onun sınıfsal niteliğini de gözler önüne sermektedir. İşsizlik yardımında, belediye hizmetlerinde, eğitimde, sağlıkta yapılan kesintiler, düşük ücretler, çekilmez hale gelen çalışma koşulları, işsizlik vb. başta göçmenler olmak üzere işçi sınıfının tüm kesimlerinde hoşnutsuzluğu arttırıyor ve büyük bir öfke birikimine yol açıyor. Bu öfke çoğu zaman kendini beklenmedik patlamalar şeklinde açığa vuruyor ve İsveç’teki göçmen isyanı da bunun tipik örneklerinden birini oluşturuyor.
Bir zamanlar sosyal-demokrasinin “refah devleti” palavralarıyla “cici” kapitalizme örnek olarak gösterdiği İsveç, 90’ların ortalarından itibaren hızlı bir dönüşüm süreci içine girdi ve neoliberal saldırı politikalarını hızla hayata geçirmeye başladı. Derinleşen ekonomik krizin iyice gemi azıya aldırdığı bu politikaların bir ürünü olarak Husby gibi varoş mahallelerinde belediyelere ait sağlık kurumlarının, kültür merkezlerinin vb. kapatılması, konut kiralarının neredeyse iki katına çıkarılması, bu bölgelerde yaşayan ve işsizlik girdabında debelenen emekçilerin içinde bulundukları durumu daha da çekilmez kıldı. Bu saldırılardan en başta ve en yoğun biçimde etkilenenlerse, işçi sınıfının en savunmasız kesimini oluşturan göçmenlerdi. Bu yüzden de isyan, ağırlıklı olarak bu kesimin çıkışsızlık içindeki gençlerinden yükselmiş ve nüfusunun %15’i göçmenlerden oluşan İsveç, 2005’te Paris, 2008’de Atina ve 2011’de Londra’da patlak veren göçmen isyanlarına benzer bir manzarayla karşı karşıya kalmıştır.
Bu durumun İsveç burjuvazisini şaşkınlığa sürüklediği aşikârdır. Nitekim bu şaşkınlık, Emniyet sözcüsünün ağzından, “Stockholm tarihinde böyle bir şey görmedik” sözleriyle dile getirilmiştir. Burjuva devletin bu “görülmedik” olaylara tepkisi ise, polisi önüne gelene vahşi bir şekilde saldırtmak ve onlarca genci tutuklamak şeklinde olmuştur.
Çok açık ki, söz konusu isyan, çürümüş kapitalist sistemin, işsizlikle, yoksullukla, emperyalist savaşlarla, ırkçılıkla ve ekonomik-sosyal saldırılarla hayatlarını altüst ettiği emekçilerin haklı tepkilerinin ürünüdür. Burjuvazi her ne kadar bu tip isyanları yerel ve arızi olaylar olarak gösterip yayılmasını engellemeye çalışsa da, bunların son on yıl içinde giderek artan sıklıklarla ve çeşitli ülkelerde patlak vermesi, meselenin şu ya da bu ülkeye özgü olmayıp bizzat kapitalizmden kaynaklandığını ve evrensel ortaklıklar taşıdığını göstermektedir.
Son yıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinde patlak veren bu tür isyanlarda, emperyalist savaşın da gerek dolaylı gerekse doğrudan rolü vardır. Burjuva hükümetlerin savaşçı politikalarını haklı göstermek için başvurdukları argümanlar şovenizmi ve ırkçılığı besler niteliktedir. Bir zamanlar barış güvercini pozları kesen İsveç, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yürüyen emperyalist savaşa müdahil olup, iki yıl önce Libya’ya müdahaleyi en çok savunan ülkelerin başında gelmiş ve bu savaşa aktif bir şekilde katılmıştır. Burjuvazinin ve medyanın dili de bu savaşçı politikaya göre şekillendirilmiştir.
Bunun yanı sıra emperyalist savaş göçü arttırmaktadır. Batılı emperyalist güçlerin başlattıkları ya da kışkırttıkları savaşların yıkımından kaçan on binlerce insan çeşitli Avrupa ülkelerine sığınmak zorunda kalmaktadır. Örneğin geçen yıl İsveç’e sığınan 44 bin mültecinin yarısını Afganistan, Somali, Irak ve Suriye’den gelenler oluşturuyordu. Dünyayı kana bulayıp yağmalayan emperyalist güçler, bunun sonuçları kendi ülkelerine bir şekilde yansıdığında kıyametleri koparıyorlar. Irkçı politikalar tırmandırılırken, göçmen karşıtı yasalar birbiri ardına sökün ediyor. Burjuvazi bu noktada her türlü fırsatı değerlendiriyor. Meselâ son olarak İngiltere’de bir askerin Nijerya kökenli Müslüman bir genç tarafından öldürülmesi, İngiliz kamuoyunu göçmenlere karşı kışkırtmanın ve yeni baskıcı önlemlerin hayata geçirilmesinin fırsatına dönüştürülmek istenmektedir. İngiliz emperyalizminin Irak’ta, Afganistan’da ve diğer pek çok ülkedeki insanlıkdışı cürümleri ortadayken ve bu ülkelerde her gün onlarca insan bombalı saldırılarda havaya uçurulurken bu katliamları görmezden gelenler, kendi ülkelerinde bir askerleri öldürülünce dünyayı ayağa kaldırıp Müslümanlara saldırmakta, bu vesileyle ırkçılığı yükselterek toplumu körleştirmeye çalışmaktadırlar.
İsveç’te de durum farklı değildir. İsveç’in sağcı başbakanı Fredrik Reinfeldt, isyancı gençlere “İsveç’in kurallarını öğretmek”ten dem vurmaktadır! Burjuva medya ise, “sorunun İsveç hükümetinden kaynaklanmadığını, göçmenlerin entegre olmak, çalışmak ve vergi ödemek istemediklerini” söyleyerek, suçun tümüyle “tembel”, “uyumsuz” göçmenlerde olduğu propagandasının borazanlığını yapmaktadır. İsyancı gençleri “haydut” olarak nitelendiren burjuva politikacılara ve medyaya göre, göçmenler isyan etmek yerine, onlara kucak açan İsveç devletine müteşekkir olmalılar. Peki göçmen işçiler neye müteşekkir olacaklar?
İsveç’te göçmenler arasında işsizlik oranı ülke ortalamasının üç katına çıkarak %20’ye yaklaşıyor; gençler söz konusu olduğunda bu oran %40’a fırlıyor. Göçmenler düşük ücretlerle, kaçak olarak, dolayısıyla tüm haklarından yoksun bir şekilde çalıştırılıyorlar. Gençler, isimleri, ten renkleri ya da yaşadıkları semtler nedeniyle iş başvurularından sürekli red yanıtı aldıklarını belirtiyorlar. Eylemci gençlerden biri “şiddetin yaşadıkları haksızlıkları göstermek için tek şansları olduğunu” söylüyor. Kapitalizmin daha iyi bir yaşam umudu sunmak bir yana hayatlarını her gün daha da kararttığı yoksul gençler, tepkilerini kendiliğinden patlamalar şeklinde dışavuruyorlar.
En zengin %10’luk kesimin ülke zenginliğinin %70’ine, en zengin %1’lik kesimin ise %29’una sahip olduğu İsveç, OECD’ye üye ülkeler içinde zenginle yoksul arasındaki uçurumun en hızlı arttığı ülke durumundadır. 90’lı yıllara kadar “sosyal devlet” ve “sosyal adalet” timsali olarak gösterilip “İskandinav modeli” olarak örnek gösterilen bu ülke, 90’ların ortalarından itibaren hızlı bir dönüşüm sürecine girmiştir. Devlet harcamalarında kesintilerin artması, sosyal yardımların azalması, zenginlerin vergi yükünün hafifletilmesi gibi neoliberal politikalar nedeniyle gelir dağılımındaki eşitsizlik de kat be kat artarak 20. yüzyılın başından bu yana görülen en kötü değere ulaşmıştır.
Tüm bunlar, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinin özellikle genç unsurlarını giderek daha öfkeli kılıyor ve örgütlü direniş arayışlarına hız kazandırıyor. Son yıllarda varoşlarda ortaya çıkan Megafonen (Megafon) ve Pantrarna (Panterler) adlı iki gençlik örgütü de bu arayışların bir ifadesidir. Örgütlenen gençler, varoşlara yönelik polis baskısına ve adaletsizliğe karşı mücadele ettiklerini söylerlerken, mahallelerinde çeşitli eğitim faaliyetleri ve sosyal etkinlikler düzenliyorlar.
Ne var ki sol ve sendikal hareket, bu sorunlara eğilmekten ve yoksul işçi mahallerindeki arayış içindeki gençleri örgütlemekten uzak duruyor ve bununla da yetinmeyip “şiddet” eylemlerini kınadıklarına dair beyanlar vermeyi maharet sanıyor. Bunun örneklerini Fransa’da, Yunanistan’da ve İngiltere’de yaşanan isyanlarda da gördük. Oysa “görev, yağma ve şiddet eylemlerinin meşruiyetini tartışmak değil, asıl suçlanması gerekenin burjuvazi ve kapitalist düzen olduğunu ortaya koymak ve bu isyanlara katılan gençleri örgütlemek üzere harekete geçmektir. Devrimci Marksistlere düşen, isyan ateşini söndürmekte burjuvaziye yardım etmek veya akıl vermek değil; isyan ateşini körükleyerek onun sadece tekellerin mağazalarını veya banka şubelerini yakarak enerjisini tüketecek bir saman alevi gibi sönmesine izin vermeden, kapitalist düzenin temellerini tutuşturacak bir devrim ateşine dönüştürmek üzere harekete geçmektir!” (Kerem Dağlı, İngiltere’de İsyan, MT, Eylül 2011)
link: İlkay Meriç, İsveç’te Göçmen İşçi İsyanı, 13 Haziran 2013, https://marksist.net/node/3275
İran’da Devrim ve Karşı-Devrim