Giriş
Bu döküman 1984 yılında “Socializm va Enghelab” (Sosyalizm ve Devrim) tarafından yayınlandı. DEBS (Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekretarya) Enternasyonal Yürütme Komitesi üyesi olan Saber Nikbin tarafından 1983’ün başlarında, bugün artık dağılmış olan İran Sosyalist İşçi Partisi’nin (HKS) görüşlerini sunmak üzere, dünya kongresi ön tartışmalarının bir parçası olarak kaleme alınmıştı. HKS, Humeyni rejimi hakkında yanılsamalar üretip yayan bir grubu fiilen desteklediği için DEBS’e ciddi eleştirilerde bulunuyordu.
Dünya kongresinin hemen ardından, DEBS EYK’sı (Enternasyonal Yürütme Komitesi) tarafından bu dökümanın tavsiyelerine dayanan bir karar kabul edildi. Bu karar, Humeyni rejimiyle işbirliği yapan Amerikan SWP’sinin İran’daki destekçilerinin DEBS’den ihracı, DEBS’in İran devrimine dair hatalı pozisyonunun açık bir özeleştirisi ve “Socializm va Enghelab” tarafından başlatılan yeniden gruplaşma projesine destek çağrısında bulunuyordu. DEBS, bugüne kadar bu kararı yayınlamış değildir.
Birinci Bölüm – Mevcut Durum
İkinci Bölüm – Devrimin Dersleri
Üçüncü Bölüm – Görevler ve Perspektifler
Birinci Bölüm
Mevcut Durum
Şah rejiminin devrilmesinden neredeyse beş yıl sonra, İran devriminin mevcut gerçekliğinin temel özellikleri, 1976/77 döneminde başlayan ve Şubat 1979’da silahlı bir ayaklanmayla sonuçlanan devrimci hareketin tamamen tersine döndüğünü göstermektedir. Sonuç açıktır: Sömürülen ve ezilen kitlelerin tüm kazanımlarının kaybedilmesi, Şah yönetiminden daha barbar bir katı diktatörlüğün yeniden kurulması, acımasız bir kapitalist “düzen”in yeniden ortaya çıkışı ve İran ekonomisinin dünya emperyalist sistemiyle yeniden entegrasyonu. Humeyni’den uzaklaşmayı reddedişlerini mazur gösterme amacını güdenler bugün bile bu devrimin “kazanımları”ndan bahsettiklerine göre, mevcut durumun ana özelliklerini tekrar gözden geçirmekte yarar var.
1. Kitlelerin Durumu
a. Örgütsel kazanımlar
İran devrimi, her şeyden önce, milyonlardan oluşan bir kitlenin toplumsal düzenin kaderini belirleme eylemine doğrudan katılım döneminin başlangıcını temsil etmesi olgusuyla karakterize olur. Bu müdahalenin yaygınlık ve derinliği İran’ın önceki tarihsel dönemindekilerle ve hatta bu bağlamda yakın tarihin tüm diğer devrimleriyle karşılaştırma kabul etmez ölçüdedir. Aslında İran devrimi, gelişimi içerisinde bir kitle hareketinin katı bir burjuva diktatörlüğün siyasi ve askeri gücünü nasıl yerle bir edebileceğinin mükemmel bir örneği olarak kalacaktır.
Dahası, devrimci yükseliş, kitlelerin öz-örgütlülüğünün sayısız biçimlerini doğurmuştur. Devrimin kaderi, aslında, bu organların (işçi, köylü ve asker şuraları, mahalle komiteleri vb.) yaygınlığına ve gelişimine bağlıydı. Uzun bir süre boyunca pasif kalan birçok halk kesimi mücadelenin içine sürüklendi; eşit hakları savunan kadın hareketi, kendi kaderini tayin hakkı isteyen ezilen ulusların hareketi, iş ve sosyal güvenlik isteyen işsizlerin mücadelesi, eğitim sisteminin bağımsızlığını talep eden öğrenci hareketi vb.
Eksikliklerine rağmen tüm bunların en önemlisi olan ve karşı-devrimin saldırılarına karşı en uzun süre direnen şura hareketi bugün artık tamamen ezilmiş durumdadır. Onun “yasal” akıbeti İslami Meclis’in vereceği karara bağlıdır, bu meclis onun gücünü, patronların katılımı ve devletin doğrudan denetimi altındaki anayasal bir “İslami”, “danışma” ve “işbirliği” organı olarak tarif ederek zaten sınırlamıştır. Bu sınırlamalar içerisinde bir gün tekrar canlansa dahi, Şah’ın korporatif “sendika”larından büyük bir farkının olmayacağı, yani fabrikalarda kapitalist baskı araçlarından biri olacağı apaçıktır. Ne var ki, bugün, İslam Cumhuriyeti’nin yasaları hiçbir işçi sınıfı örgütünün varlığına izin vermiyor.
b. Ekonomik ve sosyal kazanımlar
Devrim temel toplumsal hedefleri açısından Şah’ın “Beyaz Devrim”inin adaletsizliklerine ve 70’lerin sonlarında bunun doğurduğu ekonomik krize karşı bir isyandı. Devrimin hemen ardından kitlelerin büyük çoğunluğu açısından önem taşıyan birçok sosyal ve ekonomik kazanım elde edilmişti.
Büyük sanayinin hem devlet hem de özel sektör elindeki en büyük işletmelerinin işçiler tarafından yaygın bir şekilde ele geçirilmesi, üretim ve dağıtım alanında işçi denetiminin zorla kabul ettirilmeye başlanması söz konusuydu. Geri kapitalist ülkelerdeki son devrimlerde hiç ulaşılamamış bir düzeydeydi bu gelişmeler. Köylülerin büyük çiftliklerin çoğuna el koyması, bağımsız köy komitelerinin toprağı dağıtması, köylü kooperatiflerinin kurulması ve “aracılar”ın, tefecilerin vs. kökünün kazınması devrimci döneminin önemli özellikleriydi.
Bu gelişmeler Şah rejiminin yıkılışından sonra devam eden devrimci mücadelenin dinamiklerini gösteriyordu. Bu kazanımların hiçbirinin kalıcılığı sağlanamadı. Bugün, ezilen ve sömürülen kitlelerin hiçbir katmanının “devrim”den bir şeyler kazandığını hissetmediğini çok net bir şekilde söyleyebiliriz. Kitlelerin yaşam standartlarındaki en temel iyileştirmeler bile (asgari ücretteki az çok genel bir artış, çalışma haftasının kısalması, sosyal güvenlik sistemindeki iyileşmeler, yoksullara ev vs.) ya kırpılmış ya da tümden yok edilmiştir. Bugün artıp giden enflasyonla, kitlesel işsizlikle, uzayan çalışma saatleriyle, daha çok evsizle ve kırdan kente daha da artan göçle karşı karşıyayız. Kitlelerin geniş çoğunluğu açısından ekonomik sefaletin derinliği son otuz yılın en kötü yıllarıyla bile karşılaştırılamaz ölçüdedir.
c. Demokratik haklar
İran’ın modern tarihindeki tüm devrimci yükselişlerin siyasi yapısı, kitlelerin merkezi siyasi taleplerinin her zaman demokratik haklar sorunu çevresinde şekillendiğini göstermektedir. Şubat ayaklanması birçok demokratik hakkı sağlamıştı, bu haklar için verilen mücadeleler siyasi hareketlerin son 80 yıllık tarihine damgasını vurmaktaydı.
İranlı kitleler ilk kez ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakların, politik faaliyetlere katılma hakkının, gösteri ve grev yapma hakkının, devlet görevlilerini seçme hakkının vb. tadını çıkarıyorlardı. Tüm bu kazanımlar da acımasızca yok edildi. Bu haklar sözümona “yeni devrimci” İslami Anayasa düzeyinde bile varlıklarını koruyabilmiş değiller. Devlet tarafından tanınan ya da kullandırılan demokratik halkların mevcut düzeyi ancak 20. yüzyılın başlarından önceki düzeyle kıyaslanabilir.
Ruhban egemenlerin tanıdığı yegâne “hak”, her şeyin mollaların keyfi yönetimine mutlak itaatidir. “Cumhuriyetçi” devletin baskıcı biçimi o denli belirgindir ki, bugün yeni egemen burjuva kesimler vatandaşların özel yaşamlarına bile müdahale edebilmektedirler. Kitlelerin neye inanacakları, ne giyecekleri, ne yiyip ne içeceklerine tümüyle devlet tarafından karar verilmektedir. İran devriminin temel talebi olan kitlelerin iradesini yansıtan gerçekten demokratik bir kurucu meclis talebi gerçekleşmiş değildir.
Bugün halkın egemenliği yerine ruhbanlar tarafından atanan bir İslami Muhafızlar Konseyi söz konusudur ve bu konsey İslami yasalarla çeliştiğini düşündüğü tüm kararları geçersiz saymaktadır. Gerçekte İran, neredeyse yüzyıldır, bugün olduğu kadar anti-demokratik bir şekilde yönetilmemişti. İslami devletin sıradan bir kapitalist diktatörlükten çok daha baskıcı olması gerçeği, kadınların İran’daki durumu tarafından da yeterli açıklıkla ortaya konulmaktadır. Kadınların en temel haklarına dönük gerici dinci saldırılar, basitçe kapitalizmin kriziyle açıklanamaz. Bu durum daha çok özgün ruhban egemenliği ve onun köhne ideolojisiyle ilişkilidir.
2. Devletin Yeniden İnşası
a. Demokrasi ve diktatörlük
Şah diktatörlüğünün yerine geçen ve bugün iktidarın tüm dizginlerini elinde tutan mevcut rejim, ezilen ve emekçi kitlelere karşı en barbarca ve insanlıkdışı baskıyı uygulamaya daha hevesli ve daha donanımlı olduğunu kanıtlamıştır.
İran devriminin devleti demokratikleştirmek şeklindeki tarihsel görevi, rejim tarafından bir tarafa bırakılmıştır. Rejim demagojik “yasal” ifadelerinde bile, tüm iktidarın bütün laik (seküler) denetim biçimlerinden tümüyle muaf olan tek bir adama dayandığını açıkça dile getirmektedir. Humeyni’nin İslam “Cumhuriyet”inde hiçbir temsili organ, baş fakih (en üst molla) olan Humeyni’nin arzularıyla çelişen bir karar alamaz. O, bir seçimde kimin aday olabileceğine karar verebilir, seçimlerin sonuçlarını geçersiz sayabilir, tüm sosyal ve siyasal kurumları değiştirebilir, tüm toplumsal kaynakları dilediği gibi kontrol edip dağıtabilir vb.
Monarşist diktatörlüğün yerine, bugün İran’da çok daha sınırsız bir mutlakıyetçi “ilahi” iktidara sahip olmayı talep eden bir ruhban diktatörlüğü kurulmuştur. Bir asırdan uzun bir süredir demokrasi hareketinin en temel talebi olan caminin devletten ayrılması, bugün, 1907-1909 Anayasa Devriminin öncesinden bile çok daha uzağa itilmiştir. İran’daki Pehlevi hanedanı altındaki gelişme döneminde devletin belli fonksiyonlarını Şii ruhbanların elinden almak zorunda kalan kapitalizm, devrimi yenilgiye uğratmak için bugün teokratik bir yönetim biçimine başvurmaktadır. İslam Cumhuriyeti, kendisini kitlelerin “dünyevi” denetiminin dışında gören bir ruhban tarikatın toplumun kaderinin en üst belirleyicisi olduğunu ilan ettiği bir hükümet biçiminden başka bir şey değildir.
Rus Devriminden sonra Bolşevizmin ilerleyişini engellemek için emperyalist güçlerin yardımıyla biçimlendirilen aşırı merkezileşmiş devlet aygıtı, Farsların ulusal ayrıcalıklara sahip olduğu ve diğer tüm milliyetlerin ulusal haklarının tamamen baskı altında tutulduğu bir sisteme dayandırılmak zorundaydı. İran’ın kutsal sınırlar ya da milliyetler diye bir mefhumu tanımadığını iddia eden İslami egemenler, İran’daki ezilen ulusların hakları söz konusu olunca sadakatle Pehlevi’nin yolundan gitmişlerdir. Bu milliyetlerin ulusal hakları için verdikleri mücadelenin başarıya ulaşması merkezi devlet aygıtı için en büyük tehdit olarak ele alınmaktadır. Kendi kaderlerini tayih hakkını kahramanca savunan İranlı Kürtler toplu fiziksel imhayla tehdit ediliyorlar. Tahran rejimi bugün, Kürt bölgelerinin askeri işgalinden, köylerin sistematik bombardımanı ve tarlaların imhası yoluyla tüm köylerin zorla boşaltılması ve böylelikle tüm bölgenin harabeye çevrilmesi noktasına kadar “ilerlemiş”tir.
b. Baskı araçları
Devletin ideolojik aygıtına atfedilen öneme rağmen, devletin baskı araçları korkutucu boyutlara ulaşmıştır.
Şah’ın gizli polisinin, ordusunun, askeri mahkemelerinin vb. ilga edilmesi, devrimci hareketin en acil hedefiydi. Şah rejiminin devrilişinden önce bile, onun baskı araçları kitle seferberliğinin darbeleri altında zayıflamakta ve parçalanmaktaydı. Beş yıl sonra bugün, tüm bu baskı araçları neredeyse devrim öncesi dönemdeki gücüne tekrar kavuşacak kadar yeniden oluşturulmakla kalmamış, aynı zamanda bunlara ek olarak “devrimden doğduğu” iddiasıyla meşru gösterilen yeni ve aşılması daha da güç baskı araçları da ortaya çıkmıştır.
Yeniden inşa edilmiş ordunun ve gizli polisin yanısıra, şimdi, vahşilikleri daha önce var olan hiçbir şeyle karşılaştırılamaz yeni bir sözde “devrimci kurumlar” (nahadlar) ağı söz konusudur. İslami Pasdaran (Muhafızlar) Ordusu, İmam’ın Komiteleri (mahalle polisi), İslami Encümenler (her fabrika ya da kurumda iş gören birlikler), İslam mahkemeleri, hizbullah paramiliter güçleri (Allah’ın Partisinin destekçileri) vb. hep birlikte, dünya tarihinin son dönemlerindeki en katı baskıyı uygulamaktadırlar. “Sözün birliği”ne (Humeyni’nin sözü) herhangi bir muhalefet, sanığın idamıyla sonuçlanabilir. İslami rejim sadece son iki yıl içinde, Şah rejiminin 30 yıllık egemenliği boyunca yaptığından 50 kat fazla sosyalisti idam etmiştir. Politik tutsakların sayısı en az on kat artmıştır ve çoğu herhangi bir suçlama olmaksızın ve nerede olduklarına dair herhangi bir bilgi verilmeksizin alıkonulmaktadır. Humeyni rejiminin politik muhaliflere uyguladığı moral, psikolojik ve fiziksel yıkım, ancak Hitler tarafından aşılabilmişti.
c. Bürokrasi
Devlet bürokrasisinin muazzam büyüklüğü ve gücü, İran’da halk mücadelelerinin odak noktalarından biriydi. Şah yönetimi sırasında bürokrasinin boyutları inanılmaz ölçüde (yaklaşık 1,5 milyonun üzerinde) büyümüştü. Toplumsal zenginliğin en büyük kısmı gerçekte üretken olmayan bir şekilde bu bürokrasi tarafından yutulmaktaydı. Pek çok kurum, diktatörlüğün “toplumsal tabanı” için “resmi” rüşveti yasallaştırmak üzere yaratılmıştı. Bugün, kitlelerin sırtından geçinen bu bürokrasinin büyüklüğü iki kattan fazla artmıştır. Ruhban egemenliğinin araçlarının yeniden inşa edilen burjuva devlet aygıtına entegrasyonu, geri ülkelerdeki en büyük bürokrasilerden biriyle sonuçlanmıştır. 1,8 milyonun üzerindeki “normal” devlet çalışanına ek olarak, şimdi rejimin 1,3 milyondan fazla paralı askere dayanan bir destek tabanı vardır. Üstelik, rejimin sözde “devrimci kitle tabanı”na (200 binden fazla Pasdaran, 300 bin komite adamı ve Besici birlikler –seferberlik ordusu– ya da İslami encümenler gibi daha gevşek olarak inşa edilen tüm diğerleri dahil) ek olarak, tüm cami ağıyla ve dalkavuklarıyla birlikte bizzat Şii ruhbanların büyük bir bölümü şimdi ya doğrudan devlet tarafından ücretlendirilmekte ya da devletleştirilmiş sanayilerin kazançlarından dolaylı olarak beslenmektedir.
Şu anda İran’da saçma bir ekonomik durum vardır. Petrol gelirleri yüksek düzeylerine geri dönmüş olmasına (geçen yıl 23 milyar dolar) ve Şah’ın asker-polis aygıtının yolsuzluklarının çoğu durdurulmuş olmasına rağmen, kalkınmaya yönelik gerçek harcama devrim öncesi dönemin beşte birine düşmüştür. Üstelik mollaların çeşitli “hayır” vakıfları, ruhban sınıfın ve onun sadık uşaklarının refahı için bu miktarın iki katını kendilerine yönlendirmektedirler.
3. Kapitalist Düzenin Geri Dönüşü
a. Yeni kapitalist sınıf
İran’da daha öncekilerle karşılaştırıldığında bu devrimin özgünlüğü olarak düşünülebilecek şey, onun açıkça anti-kapitalist toplumsal karakteriydi. Yerli sermayenin çok büyük bölümü devrimden sonra mülksüzleştirildi. Beş yıl sonra, İran’ın büyük ölçekli sanayisinin yüzde 60’ından fazlası hâlâ “millileştirilmiş” olarak kalmaktadır. Bununla birlikte, kitle hareketinin bastırılması ve bürokratik devlet aygıtının yeniden kurulması, öncekinden daha acımasız, daha çürümüş ve daha geri bir kapitalist “düzen”in geri dönmesi için gerekli koşulları hızla yaratmıştır. Yeni bir kapitalist vurguncular katmanı, Şah’ın etrafındakilerin yerini almaya başlamıştır. Bu katman, politik ve sosyal-ailesel bağlara sahip olduğu ruhbanların arka çıkmasıyla ve devlet kanalları sayesinde, hızlı bir şekilde muazzam bir zenginlik biriktirmiştir. Görünüşte son derece geri olan bu yeni kapitalist sınıf, Bazari tüccarlardan gelmektedir ve stokçuluk ve spekülasyon eğilimiyle damgalanmıştır. “Çabuk kâr”, bu yeni “milliyetçi” burjuvazinin düsturudur. Şah döneminde mahrum kaldıklarını kazanma telaşı içinde sarıldığı barbarca birikim biçimlerine ilişkin hiçbir çekincesi yoktur.
En temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı, gemi azıya alan enflasyon ve işçilerin ve yoksul köylülerin aşırı-sömürüsü “yeni” İslami ekonominin belli başlı özellikleridir. İslam bayrağı altında, geri İran kapitalizminin en kötü yönleri, dokunulmaz “kutsal” yasalar halini almıştır. Öngörülen yeni Çalışma Yasaları, işçinin bir “sözleşme”yle buna razı olması halinde, işgününün süresini belirleme konusunda kapitalistlerin elini serbest bırakmaktadır. Şu anda 4 milyonun üzerinde işsiz olduğu dikkate alındığında, tek başına bu olgu kapitalizmin tek tek işçilerden uygun gördüğü kadar artı-değer sızdırabileceği anlamına gelmektedir. Her fabrikada, patronların ve Çalışma Bakanlığının temsilcilerinin sözde işçi “temsilcileri”yle (işçiler tarafından serbestçe seçilmemiş) yan yana oturduğu bir komite vardır ve bu komite, eğer patronlar isterlerse, bu sözde “sözleşme”yi bile geçersiz kılabilmektedir. Hiçbir toplu sözleşme biçimi İslami sayılmamaktadır.
İslami Anayasa Muhafızlar Konseyi, kapitalist ya da toprak mülkiyetinin dokunulmaz olduğunu ve hiçbir sınırlamaya maruz bırakılmayacağını açıklamıştır. Toprağın büyük toprak sahipleri tarafından topraksız köylülere zorunlu satışını sağlayan, çokça reklâmı yapılan fakat yetersiz toprak reformu yasaları, İslama aykırı görüldüğü için iptal edilmiştir. Zaten köylülerin devrimden sonra işgal ettikleri topraklardan zorla tahliyesi aşağı yukarı tamamlanmıştır. Bunun olanaklı olmadığı yerlerde Şah’ın toprak reformlarından önceki dönemi anımsatan bir ekin paylaşım düzenlemesi yürürlüğe konulmuştur.
Dış ticaretin millileştirilmesi yönündeki aynı derecede demagojik bir diğer öneri, rejim yanlısı bir grup kapitalist için sadece dış ticaret değil iç ticaret tekelini de kolaylaştıran bir yasaya dönüştürülmüştür. Verilen ithalat lisansı ve dövize sahip olma izni, egemen kapitalist kliğin bir üyesi olmanın en emin yoludur. Resmi kur oranlarıyla gerçek piyasa fiyatları arasındaki farktan elde edilen kârlar bile tek başına bir lumpen tüccarı bir krala dönüştürebilmektedir.
Herhangi bir kapitalistler grubuna karşı ne garez beslerse beslesin, Humeyni’nin İslami rejimi, çoğunluğun bir avuç gerici vurguncu tarafından sömürülmesine dayanan özel mülkiyetin ve sınıf egemenliğinin hizmetinde olduğunu her gün kanıtlamaktadır. Bir fark varsa o da bugün mülkiyetin merkezileşmesinin ve sömürü oranlarının eskisinden daha yüksek oluşudur.
b. Anti-emperyalizm
İran rejiminin anti-emperyalist retoriği epey dikkat çekmiştir. Bununla birlikte gerçeklik göstermektedir ki, bugün emperyalizme ekonomik, politik ve askeri bağımlılık, geçmiştekinden daha derin değilse bile ondan aşağı kalmamaktadır. İslamcı egemenler, iktidarda kalmak için ne kadar köle olmaları gerekiyorsa olmaya ve ne kadar bedel ödemeleri isteniyorsa ödemeye hazır olduklarını göstermişlerdir.
Pehlevi rejiminin çeşitli emperyalist güçlerle imzaladığı tüm sömürücü ve baskıcı gizli anlaşmalardan yalnızca bir tanesi (halk tarafından bilinen ve çok nefret edilen bir anlaşma) yeni rejim tarafından iptal edilmiştir. Bu durumda bile, anlaşmanın gerçek içeriği yayınlanmış değildir. ABD emperyalizmini üzmemek için İran rejimi daha fazlasını da yapmıştır. Rejim aynı zamanda tümüyle farklı başka bir anlaşmayı da iptal etmiştir: Sovyetler Birliği ile yapılan 1921 anlaşması.
Şirketlerin çoğunun İran bankalarına alacaklarının birkaç katı borçlu olmalarına rağmen, İslami rejim, millileştirmek zorunda kaldığı yabancı sermayenin tümüne aşırı cömert tazminatlar ödemiştir. Şah’ın Amerikalı dostlara vermek zorunda kaldığı sözde “borç paralar”ı da tümüyle silmiştir. Tek başına bu 9 milyar dolar tutmaktadır. İslami rejim, Şah tarafından parası zaten ödenmiş olan ABD’yle 20 milyar dolarlık silah anlaşmasına dair taleplerinin de ciddi biçimde takipçisi olmamıştır. Aralarında İran’a 3 milyar dolar borcu olan Chase Manhattan Bank’ın da bulunduğu pek çok ABD şirketinin fahiş taleplerine teslim olmuştur. Sadece Tahran’daki ABD elçiliğinin işgal edilmesi nedeniyle, “anti-emperyalist” Humeyni’nin 9 milyar dolar tazminat ödediği de tahmin edilmektedir.
İran’ın en büyük emperyalist ülkelerden yaptığı ithalatın değeri Şah dönemindeki en yüksek düzeylerine tekrar ulaşmıştır. Şu anda bu, toplam ithalatın yüzde 90’ından fazlasına karşılık gelmektedir ki, bunun büyük bölümü makinelerden ziyade hammadde ve temel gıda maddelerine gitmektedir. Emperyalizmle ortak yatırımlar bir kez daha gelişiyor. İran’da uluslararası tekellerin lisansı altında üretilen nerdeyse istisnasız tüm tüketim malları için patent bedelleri tıpkı Şah dönemindeki gibi düzenli ödenmektedir. Değişen tek şey bu malların adlarıdır.
Yabancı kapitalistlerin çoğu, İran’da muazzam ve hızlı kârlar elde etme fırsatlarından duydukları memnuniyeti açıkça dile getirmektedir. Emperyalist ülkelerin doğrudan yatırımlarının düşük bir düzeyde tutulmasının tek sebebi, özellikle İran-Irak savaşı nedeniyle halen istikrarsız olan politik durumdur.
Humeyni rejiminin silah alanında emperyalizme olan bağımlılığı artık gayet iyi bilinen bir olgudur. Bildik Amerikalı ve Batı Avrupalı tedarikçilerin dışında, listeye İsrail, Güney Afrika ve Güney Kore de eklenmiştir. Artık açıktır ki, “rehine krizi” sırasında bile ABD silahlarının akışı asla kesilmemiştir.
c. Uluslararası ittifaklar
İran rejiminin dış politikası, onun uluslararası ittifaklarının en iyi göstergesidir. Uluslararası ölçekte alınan her somut önlem, boş söylem bir yana, gericiliğin çıkarlarını savunma çerçevesinde olmuştur. İran rejimi Türkiye ve Pakistan’a açıkça anti-komünist bir birleşik cephe kurma teklifinde bulunmuştur. İran rejimi zaten, Kürt ve Beluci hareketlerini ezmek üzere bu askeri diktatörlüklerle işbirliği halindedir. ABD emperyalizminin bu en önemli iki müttefikine, onları Şah döneminde üç ülke arasında var olan eski anlaşmanın tekrar hayat bulmasına ikna etmek için kârlı ticaret anlaşmaları teklif etmiştir.
“Ne Doğu ne Batı” politikası, çelişkili görünse de, İran politikasının Ortadoğu’da bazı emperyalist güçlerin çıkarlarıyla yakınlaşması anlamına gelmiştir. Bağlantısızlar hareketi içinde anti-komünist blokla anlaşma içindedirler.
Yine de İran rejimi içindeki bazı küçük-burjuva milliyetçi kesimler, komünizm ve SSCB’ye duydukları şiddetli nefretin yanı sıra, ABD’nin bölgeye müdahale etmemesi çağrısını yükselttiler ve demokrasi de dahil tüm “Batılı değerlerin” reddedilmesini istediler. Bu, “Büyük Şeytan”a (ABD) ve Ortadoğu’daki müttefiklerine karşı ajitasyon ve seferberlik eğilimiyle sonuçlandı. Bu da, ABD, Suudi Arabistan ve Körfez Emirliklerine karşı, özellikle de Lübnan’daki kimi faaliyetler üzerinde etkili oldu. Ne var ki, bunlar çoğunlukla manevra alanı yaratma bağlamındaydı ve yerel etkileri de doğrudan gerici ve kapitalizm yanlısı olmuştur.
Humeyni rejiminin anti-emperyalist örtüye bürünmek için son girişimi, ABD emperyalizminin aracı ve Siyonist yardakçı olarak gösterilen Irak rejimine karşı “kutsal savaş”ıdır. Fakat bu savaş, en çok, her ikisi de doğrudan ya da dolaylı olarak İran’a silah, cephane ve yedek parça sağlayan ABD ve İsrail’in çıkarlarına hizmet etmektedir. ABD emperyalizminin bölgedeki askeri varlığı bu savaşa doğrudan bağlıdır.
Humeyni rejimi sayesinde, ABD bölgede dört askeri üs inşa etmiştir ve Körfez’deki gerici emirliklerle ortak askeri manevralarda açıkça işbirliği yapmaktadır. Savaş ayrıca, Şah rejiminin devrilmesinin ardından ABD emperyalizminin tek stratejik müttefiki haline gelen İsrail’i güçlendirmeye de yardımcı olmuştur.
İran’da burjuva devletin pekiştirilmesi de, Irak Baas rejiminin politik olarak güçlenmesi de savaşın sonucudur. İnsan hayatının ve ekonomik kaynakların yıkımı iki ülkeyi de derin bir şekilde zayıflatırken, meyveleri toplayan emperyalizm olmuştur. Bu yüzden her iki rejime de savaşı sürdürmek için yeterli destek sağlanmış, ama bu her iki tarafın da belirgin bir üstünlük kazanmasına olanak vermeksizin yapılmıştır.
Dört yıldır devam eden savaş, bölgedeki güçler dengesini ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda, belirleyici bir şekilde kaydırmıştır. İran rejimi şu anda buna yol açan temel araçtır. Humeyni’nin bu savaşı sürdürmekteki çıkarları açıktır. Toplumsal hayatın militarizasyonu, kitlelerin tüm haklı taleplerinin bastırılmasının meşru hale getirilmesi, rejim içindeki en sinik kesimlerin pekiştirilmesi ve en önemlisi, her olası kaynaktan yardım alma bahanesiyle bağımlı bir kapitalist rejim olma durumuna bir geri dönüş.
İkinci Bölüm
Devrimin Dersleri
Bu makalenin ikinci bölümü, 1978’de İran’da devrimci hareketin yükselişine ve Humeyni etrafındaki karşı-devrimci güçlerin iktidarı nasıl tümüyle ele alabildiklerine ilişkindir. Bu, esas olarak, sol partilerin devrimci bir strateji sunmaktaki başarısızlığı yüzündendir. 1978-79’da, kitle hareketi içinde bağımsız bir eğilim olarak sol mevcut değildi. Gerici liderliğin kuyruğuna takılarak Humeyni hâkimiyetindeki hareketle kaynaşmıştı.
İran’daki mevcut durumun [Editörün notu: 1983] olguları, devrimci kitle hareketinin gerilediğine ve karşı-devrime karşı koyamadığına işaret etmektedir; bu karşı-devrim, yeniden inşa edilmiş ve daha korkunç bir baskıcı burjuva devlete dayanarak iktidarı tümüyle ele geçirmiştir. Bu olgular, yeni rejimin, dünya emperyalist sistemine entegre olmuş, çok daha çürümüş ve sömürücü bir düzenin yeniden kurulması için gerekli tüm koşulları hızla yaratmakta olduğunu gösteriyor.
İran devrimi nasıl böyle bir neticeyle sonuçlanmıştır?
1. Karşı-devrimin zaferi
a. İran’da karşı-devrim
Yakın zamanda kurumsallaşan karşı-devrim, aslında bizzat devrimden çıkmıştır. 1979 İran Devriminin özgünlüğü budur. Şubat devriminin önderi olduğunu iddia eden tam da aynı güçler, şimdi baskıcı bir devletin tüm kontrolünü ellerine almış ve İran burjuvazisinin ve dünya emperyalizminin karşı-devrimci girişimine önderlik etmektedirler. Bu konuda hiçbir kafa karışıklığı olmamalıdır. Emperyalistler, devrik burjuva hizipler, eski diktatörlüğün iç güçleri, İran’daki olayların gidişatına, ancak dolaylı yoldan ve Humeyni’nin liderliği aracılığıyla müdahale ve etki edebilmişlerdir. Humeyni, bu dönemin başından sonuna kadar karşı-devrimin lideri olmuştur ve şimdi de öyledir.
Bu yüzden, emperyalizm İslami rejimden hoşlanmıyor diye devrimcilerin bu rejime destek vermesi gerektiğini savunmak çok ciddi bir hatadır. Böyle bir tutumun mantığı kaçınılmaz olarak, fiilen var olan ve halen süren karşı-devrim karşısında teslim olmaya yol açar. Emperyalizme karşı gerçek mücadelenin yolu bu rejimi devirmekten geçmektedir, sadece bu rejim devrimin yolunu tıkadığı için değil, aslında bu rejim emperyalistler tarafından işbaşına getirildiği, korunduğu ve desteklendiği için de.
İslami rejim, (sınıf doğası yüzünden) tutarsız bir “anti-emperyalist” güç olsa bile, ulusal kurtuluş mücadelesinin sonucu olarak iktidara gelmiş bir burjuva milliyetçi rejimden ibaret değildir; o, Asya’daki ilk gerçek işçi devletiyle sonuçlanabilecek bir devrime karşı gerçekleştirilmiş gerçek bir karşı-devrimdir. Eğer birileri bu rejimin emperyalizme bir tehdit oluşturduğunu iddia edebiliyorsa, o zaman ya karşı-devrimden asıl yararlananın emperyalizm olmadığını kanıtlamak ya da İran rejiminin İran’daki bu karşı-devrimin aktif temsilcisi olmadığını söylemek zorundadır.
“Devrimden çıkan” bu rejim henüz emperyalizm ya da monarşist burjuvazi tarafından devrilmediği için devrimin çarpık bir biçimde bile olsa hâlâ devam ettiğini söylemek de, bu rejimin kuruluşunun karşı-devrimin ilk ve belki de belirleyici zaferini temsil ettiği gerçeğini tamamen görmezden gelmek demektir. Buna Humeyni hizbi önderlik etmiştir ve bu hizbin tüm iktidarı elinde topladığı bugün, karşı-devrimin tam da devrimin liderliğinden doğan bu aynı güç tarafından zafere taşındığını söylemek zorundayız.
Yine bugün apaçık ortada ve belgelenmiştir ki, Şubat ayaklanmasından uzun süre önce ordunun, gizli polisin ve bürokrasinin önemli kesimleri Humeyni’nin safına geçmiştir. Humeyni’ye “liderliğini” örgütlemesi için muazzam miktarda para veren büyük burjuva girişimcilerin çoğunun yanı sıra, ABD emperyalizmi de, silahlı kuvvetlerin şefleriyle burjuva-ruhban liderlik arasında bir anlaşma sağlamak için doğrudan müdahalede bulunmuştur.
Kitle hareketinin ve radikalizminin yaygınlığı dikkate alındığında, burjuva karşı-devrimin devrimi yenilgiye uğratmayı başarabilmesinin tek yolu ona “katılmak”tı. Bu da ancak, kitleleri bir ölçüde kontrol altına alabilecek bir Şah muhalifi kesime destek vererek mümkün olabilirdi. Bu, kitle hareketinin başına Humeyni’yi geçirmekteki en önemli faktörlerden biriydi (eğer en önemlisi değilse).
Şii ruhbanların, özellikle de Humeyni hizbinin bu görev için biçilmiş kaftan olmasının nedenleri açıktır. Ruhbanlık daima devletin önemli bir kurumu olmuştu ve sınıflı toplumu ve özel mülkiyeti savunmak üzere iyi yetişmişti. Her şeyden önce Şii hiyerarşi devletin temel ideolojik payandası olmuştur. Bizzat Humeyni, 1953 darbesinde ona yardım ederek egemen sınıfa sadakatini çoktan kanıtlamış olan bir kesimden gelmiştir.
Ruhban kurumu en az nefret edilen devlet kurumuydu, çünkü desteklediği şeyin yapısal bir parçası değildi. Katolik Kilisesinin aksine, devletle mesafesini daima korumuştu. Özellikle kapitalist gelişmenin Beyaz Devrim sonrası dönemi nedeniyle, ruhban kurumu ikincil bir pozisyona itilmişti. Aslında, hiyerarşi içinde büyüyen bir hizbin, Şah rejimine muhalif bir tutum almak zorunda kalmasının nedeni buydu. Kitle hareketi içine girebilmek için artık bundan yararlanılabilirdi.
Şah döneminde işlemesine izin verilmeyen burjuva politik muhalefetin zayıflığı göz önünde bulundurulduğunda, ruhbanlık, ulusal ölçekli bir molla ve cami ağıyla, kendiliğinden kitle hareketini “örgütlemek” ve kanalize etmek için gereken güçlü aygıtı sağlamıştı. Kitlelerin radikal taleplerini törpülemek ve onları üstü örtük bir burjuva program etrafında birleştirmek için gerekli muğlak popülist ideolojiyi de sağlıyordu.
Kitle hareketinin erken evrelerinde kent küçük-burjuvazisinin ve köylü göçmenlerin baskınlığı koşullarında, ruhbanların “İslami Adalet”, “İslami ekonomi”, “İslami ordu” ve “İslami devlet” çağrısı çabucak hazır bir kitle tabanı bulabildi.
Bu yüzden, Humeyni’nin karşı-devrimci hamlesinin devrimin liderliğine yerleşme çabalarıyla örtüştüğünü bugün bile reddetmek, artık milyonlarca İranlı tarafından bilinen tüm gerçeklere karşı çıkmaktır. Baştan itibaren egemen sınıflar ve onların emperyalist destekçileri tarafından bu çabalara yardım edildiğini reddetmek de, İran devrimindeki olayların ana rotasını yanlış anlamaktır.
b. Burjuva hizipler
Bu nedenle İran devrimini “burjuva milliyetçi güçlerin önderlik ettiği bir anti-emperyalist halk devrimi” olarak nitelendirmek tam bir aldatmacadır. Bu, burjuvazinin ve onun devrim içindeki politik aracının özgün karşı-devrimci rolünü tamamen gözden kaçırmaktadır.
Kitlesel kalkışma için sahneyi hazırlayan 1976-78 politik ve ekonomik krizi, farklı ve çelişkili faktörlerden oluşuyordu. Şah’ın bağımlı kapitalist diktatörlüğüne karşı kitlesel protesto hareketinin yanı sıra, bir bütün olarak burjuvazi içinde de (hem Şah yanlısı kesimler içinde hem de Şah yanlısı ve karşıtı kesimleri arasında) önemli çatlaklar vardı.
Şah’ın egemenliğine bu burjuva muhalefet, devrimci kriz büyüyüp derinleştikçe değişim geçirdi: ilk olarak, kraliyet ailesinin mutlak gücünün sınırlandırılmasından ve kapitalist devletin belli ölçüde rasyonalizasyonundan yana olan üst “modernist” burjuvazi içinde Şah devletinin reformunu savunan bir hareket söz konusuydu. Kapitalist gelişmenin daha da ilerlemesinin gerekleri bu reformları zorunlu kılıyordu.
Bu hizip zaten devrimci krizden önce Şah’ın tek partisi (rastahiz – Diriliş) içinde oluşmuştu. İran’daki teknokratların ve bürokratların önemli bir kesiminin ve ABD egemen çevreleri içindeki etkili grupların desteğine sahipti. Kriz derinleştikçe bu hizbin Şah’a muhalefeti giderek daha yüksek sesli hale geldi. Söz konusu hizip, kitle hareketi tehdidini, Şah’la yaptığı anlaşmalarda bir manivela olarak kullanmaya başladı. Huveyda hükümetinin devrilmesi ve Amuzegar kabinesinin kurulması bu hizbe verilmiş bir tavizdi.
Bununla birlikte, kitle hareketinin gelişmesi diğer burjuva muhalifleri de öne itti.
Bu hizip, krizden yararlanmak için, Şah diktatörlüğüyle daha az bağlantılı görünen burjuva politikacıların arkasına gizlenmek zorunda olduğunu biliyordu. Başka hiçbir şekilde kitle hareketi içinden belirli bir destek almayı ümit edemezdi. Ulusal Cephe adı verilen cesedin yeniden ortaya çıkması ve yeni oluşturulan burjuva liberal gruplaşmaların (örneğin Radikal Hareket) yükselişi bu eğilimle bağlantılıydı.
Burjuvazinin daha geleneksel kesimleri içinden de Şah’a bir muhalefet söz konusuydu (büyük bazaar [çarşı] tüccarları ve sanayinin daha geleneksel kesimlerinden küçük ve orta ölçekli kapitalistler).
Beyaz Devrim ve onu izleyen kapitalist büyüme tarzı, bu katmanları da zenginleştirmişti. Buna rağmen devlet destekli sermaye birikiminin ana kanallarından (yabancı lisanslı tüketim maddeleri üretimi içindeki tekelci pozisyonlar) ve bu yüzden de egemen sınıftan epeyce dışlanmışlardı.
İran kapitalizminin 70’lerin ortasındaki yapısal krizi, iç pazarın bir kesimi üzerinde hâlâ kontrole sahip olan bu katmanlara Şah devletinin saldırılarının şiddetlenmesiyle sonuçlanmıştı. Tekellerin aşırı üretim krizini çözmesini mümkün kılmak için bu etki zayıflatılmak zorundaydı. Tüketim maddelerine yönelen ve teknolojik olarak bağımlı sanayileşme, iç pazarın devlet aracılığıyla bürokratik kontrolü yönünde güçlü bir eğilim anlamına geliyordu.
Bu katmanlar için, Şah’ın egemenliğine muhalefet bir ölüm kalım meselesiydi. Diğer hizipler tarafından önerilen türden reformlarla hiçbir şekilde tatmin olamazlardı. İktidar yapıları içinde daha radikal bir değişim talep ediyorlardı. Reformist hizipler bir bütün olarak egemen sınıfın iktidarını sallayabilecek herhangi bir radikal değişime ateşli bir şekilde karşı çıkarken, Şah rejiminin yıkılmasından daha azını kabul etmemek bu hizbin çıkarlarına hiçbir şekilde zarar vermiyordu.
Kitle hareketi büyüdükçe, bu hizbin diğerlerini belirgin bir şekilde geride bırakabileceği açık hale geliyordu. Bazaar ekonomisinin geleneksel kanalları sayesinde, bu hizip, kent küçük-burjuvazisinin ve onunla bağlantılı muazzam büyüklükteki kentli yoksullar kitlesininin desteğini alabilirdi. Ayrıca güçlü Şii hiyerarşiyle pek çok bağlantıya sahipti. Beyaz Devrimden itibaren geleneksel burjuvazi ve Şii ruhbanlar birbirine çok daha fazla yaklaştılar.
1953 yenilgisinden sonra burjuvazinin bir kesiminin çıkardığı en önemli ders kesinlikle şuydu: İslami bir ideoloji ve mollaların desteği olmaksızın, kendisini hem Şah’a hem de sola karşı gerçekçi bir alternatif olarak ortaya koymak için yeterli kitle desteği asla sağlanamazdı. Bezirgan ve Taleghani Özgürlük Hareketi bu eğilimi temsil ediyordu. Bu “parti”ye şimdi kriz anında burjuvaziyi koruma fırsatı sunulmuştu.
Şerif Emami kabinesinin kurulması, vermek zorunda olduğu ödünler ne olursa olsun, bu hizbi de içermeye dönük Şah rejiminin bir girişimini temsil ediyordu. Kendisini “ulusal uzlaşı hükümeti” olarak adlandıran bu hükümet, buna rağmen ne iki burjuva hizbi tatmin edebildi ne de tedrici olarak gelişen genel grev nedeniyle yeni bir güç toplayan kitle hareketini bastırabildi.
Bu süreç boyunca, Humeyni, sürekli olarak Şah’ın devrilmesi çağrısı yapar göründüğü için popülerdi. Ama aynı zamanda rejimle anlaşmaya hazırlanıyordu. Aslında bizzat rejim içindeki kudretli güçlerin yardımıyla Humeyni “liderliği”nin kitle hareketi üzerinde tesis edilmesi tam da bu dönemdeydi. 1978 Eylülüyle birlikte, tepede bir uzlaşmaya yol açabilecek olan belli ölçüde bir kontrol sağlanmıştı. Bunu durduran şey, gelişen genel grevdi.
Sahne böylelikle 1978 Eylülünden 1979 Şubatına kadar süren ön-devrimci dönemin açılışı için hazırdı; bu dönemde Şah rejimi daha fazla yalıtıldı, ordu ve polis demoralize oldu, kitleler radikalleşti ve çok etkili olan genel grev nedeniyle burjuva toplumu tümüyle felç oldu.
c. Bezirgan hükümeti
ABD emperyalizmi ve Şah yanlısı burjuvazi artık kitle hareketine tavizler vermekte daha ileri gitmek zorundaydı. Şah’ın sahneden uzaklaştırılması ve Bahtiyar hükümetinin kurulması, haddi zatında diktatörlüğün verdiği çok radikal bir tavizdi. Bu yolla zaten daha makul görünen reformist hizbin güçleneceği ve böylelikle daha radikal hizipleri bir uzlaşmaya zorlayacağı umuluyordu. Ama böylesi bir uzlaşma için artık çok geçti. Kitle hareketi kendi gücüne son derece güvenir hale gelmişti ve egemen ruh hali Şah’ın devrilmesinden daha azına razı olunmasına izin vermiyordu. Üstelik Şah’la uzlaşmaya varmaya çalışan her politikacı, derhal tüm desteğini yitiriyordu. İşin aslı Ulusal Cephe bile Bahtiyar’ı reddetmek zorunda kalmıştı.
Bu, Humeyni’nin duruşunun sözde “uzlaşmazlığı”nı açıklıyor. Bahtiyar’ı suçlayarak (İran’daki temsilcileri aracılığıyla onunla gizli görüşmeler yapmasına rağmen) ve kitle hareketini destekleyerek, iki burjuva muhalefet hizbine göre de elini güçlendirmişti. Bu hizipler içindeki daha popüler figürleri kendi “liderliğini” kabul etmeye zorluyor ve onları kendi dahli olmaksızın herhangi bir uzlaşmaya varmaktan alıkoyuyordu.
Askeri çevreler ve emperyalistler de o sırada vazgeçmeye hazırdılar. Ordu içinde büyüyen bir rahatsızlık vardı. Şah yanlısı şahinler Bahtiyar’a karşı darbe yapmaya hazırlanıyorlardı. Bu, orduyu ve onunla birlikte de burjuvazinin sınıf egemenliğini korumak doğrultusundaki son ümidini tüketebilirdi.
Humeyni’yle uzlaşmanın zorunluluğu açık hale gelmişti. Ve gerçekleşen şey tam da buydu. Tahran’da bir yandan Beheşti ve Bezirgan, diğer yandan ordunun tepesi ve gizli polis arasında gizli görüşmeler yapılıyordu. Hakem, işi ordunun pazarlıkta kendi tarafında kalmasını sağlamak olan ABD temsilcisi General Huyser idi. Olayların gidişatı ve Carter yönetiminin teşviki, egemen sınıfın ana kesimlerini iktidarı muhalefetle paylaşmayı kabul etmeye itiyordu. Umulan şey, bir Bezirgan hükümetine tepeden yumuşak bir geçişti.
Bezirgan kabul edilebilir bir alternatif olarak ortaya çıkmıştı, çünkü o, bir taraftan şimdi çok daha güçlü olan Humeyni liderliğiyle daha fazla işbirliği yaparken, iki ana burjuva hizbi içeren bir koalisyonu gerçekleştirebilecek tek kişiydi. Humeyni de böyle bir anlaşmayı kabul etmek zorundaydı, çünkü bu, ruhbanların kendi iktidar tasarımları için en iyi örtüyü sağlıyordu.
O sırada ruhbanlar politik iktidar üzerinde açık talepte bulunamazlardı. Humeyni, burjuvazinin korkularını yatıştırmak ve kitle hareketi içinde kendi seçeneklerini açık tutmak için, sürekli olarak herkese, Şah gittiğinde Kum’a geri döneceğine ve “dini görevlerine” devam edeceğine dair güvence veriyordu. Humeyni’nin sürgünden İran’a dönmesine böyle izin verildi; onun atanmış geçici hükümeti iktidarı Bahtiyar’dan devralmaya hazırlanıyordu.
Bununla birlikte, Şubat ayaklanması anlaşmanın parçası değildi. ABD destekli uzlaşmaya karşı çıkan silahlı kuvvetlerin tepesindekiler içinde Şah’ın sadık destekçilerinden bazıları, bir askeri darbe örgütleyerek olayların gidişatını değiştirmeye çalıştılar. Bu, Humeyni’nin başlangıçta karşı çıktığı ani bir kitlesel tepki ve ayaklanmayla sonuçlandı. Ama Humeyni’nin güçleri daha sonra ayaklanmaya katıldılar, çünkü aksi takdirde kitle hareketi üzerindeki tüm kontrolü ve bunun yanı sıra devlet aygıtını koruma ümidini kaybedeceklerdi.
Ayaklanmayı başka yöne çevirmenin tek yolu ona “önderlik etmek”ti. Ordu şefleri ve bürokrasi, Humeyni’ye ve onun Devrimci İslami Konseyine sadakatlerini bildirmeye hazırdı, çünkü kendilerini isyancı kitlelerden ancak böyle koruyabilirlerdi. Böylelikle, Bezirgan’ın Geçici Devrimci Hükümeti Bahtiyar’ınkinin yerini aldı. Humeyni’nin hayırduaları, böylece kitleleri devre dışı bırakarak yeni bir kapitalist hükümetin kurulmasını sağladı. Çok açık ki, “İran devriminin önderliği” olarak ortaya çıkan şey, başından itibaren esasen kitlelerin kazanımlarını geri devşirmek ve burjuva devlet aygıtını verili toplumsal güç dengesi altında mümkün olduğunca korumak için yukarıdan dayatılan burjuva politik karşı-devriminin bir enstrümanı rolünü oynamıştır. Egemen sınıf henüz daha fazla baskıya başvurabilecek bir konumda değildi.
d. Ruhbanlar
Fakat Humeyni bütün bu hizmeti ikinci kemanı olmak için yapmıyordu. O sadece daha uygun bir anda tüm iktidarı almaya hazırlanıyordu. O, Musaddık döneminden beri Şii hiyerarşi için daha doğrudan bir rol oluşturma eğilimindeki bir ruhban kesimini temsil ediyordu. O sıralar gizli polisin başıyla işbirliği içinde olan bu kesim, 60’ların başında iktidar için bir girişimde bulunmuş fakat başaramamıştı. Tarih şimdi ona geçip gitmesine izin veremeyeceği bir fırsat sunuyordu, hele de burjuva sınıf son derece zayıflamış ve herhangi bir direnç gösterecek bir konumda değilken. Burjuvazi, emperyalist efendisinin onayıyla iktidarı paylaşarak, ruhbanlardan belâ anında onu korumalarını istedi. Devrimci dönem sonrası, ancak ruhbanların iktidar tasarımları dikkate alınarak anlaşılabilir.
Başlangıçta ruhbanlar iktidarı kullanmak için gerekli araçlara sahip değillerdi. Humeyni hizbi Şii hiyerarşi içinde bile egemen değildi. Tepe kadroların büyük bir bölümü ruhbanların politikaya dahil olmasına karşıydı. Ruhban egemenliğine tümüyle elverişsiz oldukları için devlet içinde var olan kurumlara da güvenilemezdi. Bir başka neden de, bürokrasinin kendisinin ruhbanların egemenliğine tümüyle karşı olmasıydı. Bütün burjuva politikacıların en “İslamcısı” olan atanmış Başbakan bile mollaların devletin işlevlerine egemen olma girişimlerine direniyordu. Bu yüzden bir hazırlık dönemi gerekliydi.
Humeyni’nin doğrudan desteğiyle, bu hizip önce bir politik parti örgütledi: İslami Cumhuriyet Partisi. Bu diğerleri gibi yeni kurulmuş bir parti olarak takdim ediliyordu. Bununla birlikte çok geçmeden bu parti diğerlerinin hepsine saldırdı ve Şah’ın tek partisinin yerini aldı. Humeyni yanlısı mollaların ağları sayesinde, sözde yasa ve düzeni korumak ve monarşist karşı-devrime direnmek için hükümete yardım etmek üzere mahalle komitelerinden ve Pasdaran birimlerinden oluşan bir organizasyon kurdu.
Şah’ın sadık uşaklarını cezalandırmak için Devrimci İslami Mahkemeler de oluşturuldu. Bu mahkemeler eski rejimin en nefret edilen unsurlarından birkaçını çabucak idam etti, ama sadece geri kalan çoğunluğu kitlelerin öfkesinden korumak için. İmam komiteleri, Pasdaran Ordusu ve İslami Mahkemeler, hızla Şah’ın baskı aygıtlarının yerini aldı.
Burjuvazi başlangıçta tüm bu girişimleri destekledi, çünkü ancak bu tedbirler sayesinde devrimi bitirmenin ve “yeniden inşa dönemini” başlatmanın mümkün olacağının farkındaydı. Yeni oluşturulan “devrimci kurumlar” Bezirgan hükümetine pek de güzel hizmet ediyor, ona sadık olduklarını biteviye garanti ediyorlardı. Fakat daha sonra bunlar, iktidar dizginlerini burjuva politikacıların elinden almak ve devlet aygıtına dolaylı olarak egemen olmakta, ruhbanların araçları haline geldiler.
Humeyni de Şah’ın yerine geçecek rejimin doğası konusunda erkenden referanduma gitmek zorunda kaldı: Monarşi mi, İslami rejim mi? Burjuva politikacılar, homurdanmalarına rağmen, devletin kaderini belirlemeye dönük bu anti-demokratik yöntemi kabul etmek zorunda kaldılar, çünkü diğer seçenek söz verilen kurucu meclisin oluşturulmasıydı. Devrimci dönem sırasında bu tip bir meclisin seçilmesi, şüphe yok ki burjuva egemenliğe pek çok tehdit yaratırdı.
Referandum bu yüzden desteklendi ve elbette çoğunluk İslami rejimden yana oy kullandı. Mollalar kitlelerin monarşiye oy vermeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı! Daha sonra, halkın yüzde 98’i İslami Cumhuriyet için oy kullandığından, kurucu meclisin yerine İslami yasalara dayanan bir “uzmanlar” (hobregan) meclisinin geçirilmesi gerektiği ileri sürüldü. Mollalarla dolu küçük meclis, elbette, uzmanların başı olarak Humeyni’ye diktatoryal yetkiler tanıyan bir anayasayı çabucak yapacak bir çoğunluğa sahipti.
Velayet-i fakih (baş mollanın egemenliği) maddesi burjuva politikacılar tarafından dirençle karşılandı, ama ruhbanlar, demagojik bir şekilde kitlelerin anti-emperyalist duygularına seslenerek ve ABD elçiliği çevresindeki kontrollü kitle seferberliği sayesinde bu maddeyi geçirdiler. Kitlelere, şimdi “Büyük Şeytandan gelen bu büyük tehdit”le yüz yüze olduğumuz için hepimiz İslami Anayasaya oy vermeliyiz, diyorlardı. Oyların yaklaşık yüzde 40’ıyla, yeni anayasa kabul edildi.
Bundan sonra, Humeyni’nin ruhban hizbi, burjuva devletin tamamen yıkılmasını önlemek ve İran devriminin yönünü saptırarak bastırmak için egemen sınıfla ortak çaba içindeki çeşitli burjuva gruplarla işbirliği yaptı. Bu arada, kendi elini güçlendirip diğer hizipleri kendi egemenliğine tâbi kılmaya da çalışıyordu. Kendi hizipsel çıkarına uygun düştüğünde, burjuva devleti by-pass etmek için kitle hareketi içindeki avantajlı konumunu kullanıyordu. Fakat diğer hiziplerle rekabet kendi lehine çözüldükçe, devlete giderek daha fazla entegre olan yeni bir baskı aygıtını da oluşturuyordu.
2. Kitle Hareketinin Yenilgisi
a. Devrimci hareket
Humeyni’nin İslami karşı-devrimine rağmen, Şah rejiminin devrilmesinden sonra devrimci kitle hareketi gelişti ve yayıldı. Humeyni’nin kendi tasarıları olması ve burjuvaziye hizmet etmesi, elbette kitleleri kendi talepleriyle ilerlemekten caydırmadı. Aslında İran devriminin başka bir miti, Humeyni’nin kitlelere tamamen hâkim olduğudur.
Humeyni’nin, popülaritesinin yüksek olduğu dönem olan ayaklanmadan hemen sonra bile herhangi bir serbest seçimi asla kabul etmemesi, bu mite kendisinin de inanmadığını gösteriyor. O elbette bir kitle tabanına sahipti ve çekirdek kadrosu kitlelerin en örgütlü ve daha aktif kesimiydi. Ama hiçbir şekilde kitlelerin bu kesimi bir bütün olarak kitle hareketini yansıtmıyordu.
Devrimci kitlelerin geniş çoğunluğu neden Şah’a karşı olduklarını ve ihtiyaçlarını neyin tatmin edeceğini biliyorlardı. Devrim deneyimi onlara kendi güçlerini ve örgütlenmenin zorunlu olduğunu öğretmişti. Ayaklanmadan önce zorla dayatılan Humeyni liderliğine boyun eğdiklerinde bile kendi projeleri de vardı.
Homojen olarak Humeyni’ye dair yanılsamalarla dolu karışık bilince sahip bir kitle hareketi portresi çizmek son derece basittir. Humeyni’ye rağmen, işçiler şûralar örgütlediler, kapitalistleri ve İmam’ın hükümeti tarafından atananlar da dahil olmak üzere tepelerindeki yöneticileri defettiler. Köylüler Devrimci Konsey’in iznini bekleme çağrısına rağmen toprakları işgal ettiler. Ulusal azınlıklar yeni rejimin açık baskısına rağmen örgütlenmeye başladılar. Kadınlar, doğrudan Humeyni’ye karşı, eşit haklar için gösteriler yaptılar. Öğrenciler, “liderler”in öğrenimlerine geri dönmeleri çağrılarına rağmen, tüm eğitim kurumlarının yönetimini üzerlerine aldılar. Bizzat Humeyni’nin çağrısına rağmen kitleler silahlarını teslim etmediler. Askerler, yeni rejimin asker şûralarını dağıtma girişimlerine direndiler ve orduyu eski subaylardan temizlemeye giriştiler.
Ayaklanmadan sadece birkaç hafta sonra, pek çok şehirde Humeyni’nin atanmış hükümetine karşı kitle gösterileri örgütlendi. Tahran’daki ilk solcu 1 Mayıs gösterisi 300 bin kişinin üzerinde bir katılımla gerçekleştirildi. İlk birkaç ay boyunca Fedailer ve Mücahidler, kitleler tarafından, Humeyni liderliğinin solunda yer alan ve bu nedenle kendi özlemlerine daha yakın güçler olarak görülüyorlardı. Bu gruplar hızla kitle tabanı kazandılar ve belki kitlelerin bazı önemli kesimlerinde sayıca daha fazla olmasa da işçi sınıfı içinde en azından Humeyni’nin gücüyle kıyaslanabilir büyüklüğe ulaştılar. Burjuva liberal gruplar bile başlangıçta hatırı sayılır bir tabana sahiptiler.
Bu yüzden sol kesinlikle kitle desteğine sahipti. Tüm dolaplarına rağmen gerçekte rejim hiçbir zaman bir çoğunluğa sahip olmadı. İlk başkanlık seçimi hariç İslami rejim tarafından örgütlenen diğer tüm seçimler %60’ın üzerinde oranlarda boykot edilmiştir.
1979 yazıyla birlikte Humeyni ezilen uluslar (yani nüfusun çoğunluğu) arasında ve kuzey eyaletlerindeki nüfus içinde tüm desteğini kaybetmişti. Tüm temel sanayi merkezlerinde, örneğin Tahran ve Ahvaz’da, Humeyni’nin desteği asgari düzeydeydi. Öğrenciler arasında yeni rejim ancak yüzde 10-15’lik bir destek bulabiliyordu. Ordunun alt kesimlerinde de benzer bir durum söz konusuydu.
Cumhurbaşkanı Beni Sadr’ın devrilmesinden altı ay önce, Beheşti rakip bir toplantıya ancak 150 bin kişi çekebilirken, Tahran’da 2 milyondan fazla insan Humeynici güçlere meydan okuyan bir gösteri yapıyordu. Meclis seçimlerinin ilk raundunda, Humeyni’nin anti-emperyalist demagojisi doruktayken ve oy merkezlerini kontrol eden hile mekanizmasına rağmen, sol 1,5 milyondan fazla oy topladı. (Mücahidler’i de sayarsanız buna 2 milyon daha ekleyin.) Kitleler Humeyni’ye yönelik yanılsamalar içindeydiler, ama bu uzun sürmedi ve mücadele eden katmanların çoğunluğu açısından bu hiçbir dönemde doğru değildi; rejimin kendisi bile, işçiler, yoksul köylüler, ulusal azınlıklar, kadınlar, askerler, öğrenciler vs. arasında çoğunluk desteğine dayanmadığını kabul etmek zorunda kalmıştı!
b. Kitle hareketinin bölünmesi
Devrimci kitle hareketinin zayıflığı, diğer bir faktöre, Humeyni liderliğinin dayatmasıyla kısa sürede bölünmesi olgusuna dayanmaktaydı. Her şeyden önce, devrimci halk ayaklanmasıyla Humeyni’nin başını çektiği İslami karşı-devrim yan yanaydı. İyi örgütlenen ve sırtını devlet aygıtına yaslayan sonuncusu, sadece eski rejimin güçlerine karşı değil devrime karşı da harekete geçmişti. Özellikle ikisi arasındaki sınırın belirsiz olduğu tayin edici erken aşamalarda, devrimci kitleler, çoğunluğu itibariyle kendilerinin bir parçası olarak gördükleri şeye karşı gerekli direnci gösteremediler. Sol grupların çoğunluğunun da buna kendini kaptırması işin tuzu biberi oldu.
Humeyni hizbi Şah’a karşı kitle gösterilerinde kendi sloganlarını dayatırken sol buna karşı çıkmadı. Humeyni Geçici Devrimci Hükümetini atadığında, Fedailer, Mücahidler, Tudeh ve pek çok diğer grup ona destek verdi. Yeni kurulan İslami mahkemeler eski rejimin üyelerini gizli oturumlarda ölüm cezasına çarptırırken sol bunu selamlıyordu. Rejim “kahrolsun Batılılaşmış fahişeler” (aynen böyle) sloganıyla kadın haklarına saldırmaya başladığında, sol bunu, en iyimserinden, “kadınların” sorunu ve ikincil öneme sahip bir konu olarak görüp ihmal etti. Basın özgürlüğü saldırı altındayken, önce sadece burjuva basın etkilendiği için sol buna direnmedi. Ama çok geçmeden sol basın da kapatıldı.
İşçi sınıfı yeni rejimin saldırısı altındayken, bu “İslami şûralar” bayrağı altında yapıldı. Humeyni liderliğinin egemenliğindeki daha önceki seferberliklerin etkisi altında radikalleşen pek çok militan işçi, kendi deneyimleriyle tam olarak ne olup bittiğinin farkına varamadılar. İşçi sınıfının bir kesiminin içinde oldukları için bu saldırılara direnmediler. Daha önceki “birleşik” kitle hareketinin anısı hâlâ herkes için canlıydı. İslami Cumhuriyet Partisi tarafından örgütlenen haydut çeteleri tüm bağımsız toplantılara ya da gösterilere açıktan saldırmaya başladığında, alışıldık “direnme” taktiği onlara şöyle seslenmekti: “birlik, birlik, zaferin sırrı!” Her şeyden önce onlar, Şah’a karşı mücadelede ortaklaşılan tam da aynı insanlardı.
Daha sonra Humeyni güçlerinin karşı-devrim tasarıları herkes için açık hale geldiğinde artık çok geçti. Humeyni o güne kadar kitle tabanının çoğunu kaybetmişti, ama elde kalanlar çok daha etkin bir şekilde örgütlüydü ve güçlü bir baskı aygıtı içinde iyice sertleşmişti. Üstelik Humeyni hizbi asla tabanındaki erozyonun pasif bir izleyicisi değildi. Muğlak bir anti-kapitalist ve anti-emperyalist söylem etrafında demagojik bir biçimde desteğini arttırmak için kontrolü altındaki tüm devlet güçlerini kullandı. Tahran’daki ABD elçiliğinin işgali belki de bu yöntemin en iyi örneğiydi.
Kürdistan’da yenilirken ve İran devrimine saldırının ilk sekiz ayından sonra desteğini son derece yitirirken, ABD elçiliğinin ele geçirilmesi iyi bir örtü sağladı. Humeyni hizbi tüm suçu Bezirgan’ın ABD yanlısı politikalarına yükledi, devleti ele geçirdi ve kitlelerin dikkatini gerçek mücadelelerinden ABD elçiliğinin önündeki bir molla şovuna çevirdi. Kendi bağımsız şûraları için mücadele veren işçiler, diğer işçiler tarafından fabrikalarda kendi mücadelelerinden vazgeçmeye ve “liberaller” hakkındaki en son ifşaatları ve Humeyni yanlısı mollaların konuşmalarını duymak için “jurnalciler yuvası”na gitmeye zorlanırken, buna direnmek kolay değildi.
Kitleler tedrici olarak, kesim kesim, aralıksız saldırı dalgalarında, İmam’ın egemenliğine boyun eğmeleri için dövüldüler. Devrimci kitleler herhangi bir liderliğe sahip değilken ve birleşememişken, Humeynici karşı-devrim güçleri, tüm baskı aygıtlarını kontrol edebilen, yerleşik ve iyi örgütlü bir merkezden yönlendiriliyordu. Bu mücadelenin sonucu açıktı, özellikle de kitlelerin çıkarlarını temsil ettiğini iddia eden pek çok politik örgütün aslında karşı-devrimin sözcüsü olduğu düşünüldüğünde.
c. Humeyni’nin tabanı
Bizzat Humeyni’nin kitle tabanının bileşimi de, kitlelerin kafa karışıklığına ve yenilgisine katkıda bulunan önemli bir faktördü. Humeyni’nin baskı aygıtları, nüfusun en çok ezilen ve en ayrıcalıksız kesimleri olan toplumsal güçlerden besleniyordu. “Humeyni’nin askerleri” kent yoksullarının geniş katmanlarından (işsiz göçmen köylüler) ve yoksullaşmış küçük-burjuvaziden devşiriliyordu. Şah’ın Beyaz Devrimi sayesinde, çok sayıda köylü iş aramak için kent merkezlerine gelmek zorunda kalmıştı ve sınırlı sanayileşme bunların ancak küçük bir bölümünü mas edebilmişti. Tüketim maddelerine odaklı sanayileşme, aynı zamanda küçük-burjuvazinin iç pazardaki payını da tedrici olarak azaltıyor ve bu katmanları artan ölçüde aile emeğine dayanmak zorunda bırakıyordu. Kentli küçük-burjuva ailenin ortalama büyüklüğü 70’lerde 7,6’ya çıkmıştı.
Bu iki katman, baskı aygıtları için muazzam bir rezervi temsil ediyordu. Tek başına kentli yoksullar en büyük şehirlerin nüfusunun yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyordu. Örneğin Tahran’da sayıları 1976’da 700 binin üzerindeydi. İran küçük-burjuvazisi açık ara en büyük toplumsal katmanı oluşturuyordu. Bu katmanlar Şah yönetimi altında son derece atomize idiler ve herhangi bir bağımsız toplumsal bakışları yoktu. Sahip oldukları muğlak sosyal adalet düşüncesi Şii demagojiyle kolaylıkla saptırılabiliyordu. Sanayi proletaryasının en yoksul kesimleri bile onlara ayrıcalıklı gibi görünüyordu. Şah bürokratları tarafından kent yoksullarının oturduğu gecekondu mahallelerini adlandırmak üzere uydurulan tabir –“yasak bölge”– onların sosyal statülerini de tanımlıyordu. Şah diktatörlüğünün gözünde, 5 milyonun üzerinde bir nüfus, “sivil” toplumun sınırlarının dışındaydı.
Bu katmanlar içindeki çok sayıda birey için sefil bir Hizbullahçı çetenin üyesi olmak bile muazzam bir toplumsal ilerlemeydi. Silahlı bir Pasdar olmak, “mahallenin kralı” olmaktı. Çeşitli baskı aygıtlarına gerçekten üye olmak, “ayrıcalıklı zındıklar”ı eşek sudan gelinceye kadar dövebilmek ve üstüne bir de para alabilmek anlamına geliyordu. İslami rejim bu unsurların çoğunluğunun durumunu daha iyi hale getirmedi. Ama her mahallede birkaç bireyin “yükselmesi” bile, geri kalanları umutlu kılmak için yeterliydi. Bu katmanlar toplu halde uzun bir süredir aktif ve fanatik olarak Humeyni’nin demagojisinin arkasından gidiyorlardı.
Devrimin yanına kazanılabilmelerinin tek yolu, onlara taleplerini başarmanın daha iyi bir yolunun gösterilmesiydi. Bu da bağımsız örgütleri ve kapitalist devlete karşı mücadele etmeyi gerektiriyordu. Bu katmanlar kendiliğinden bu noktaya gelemezdi. Onlara bir örnek sunulmalıydı. Ve bunu yapabilecek tek sınıf devrimci proleter partinin önderlik ettiği işçi sınıfıydı.
İşçi sınıfı devletle karşı karşıya gelme ve yaşam koşullarında iyileştirmeler elde etme noktasında kitle hareketi içinde başı çekebilseydi, bu katmanlara yol gösterilmiş olurdu. Bunların Humeyni’nin bir piyonu olmasını mecbur kılacak hiçbir nesnel toplumsal neden yoktu. Hele de işçi sınıfı onların iş ve barınma taleplerinin arkasında dursaydı.
İşçi sınıfı, Şah diktatörlüğünün işini gerçekten bitiren genel grevin ilk dört ayında, nesnel gücünü ve işçilerin ve ezilenlerin tüm kitlesine önderlik etme potansiyelini gösterdi. Fakat ayrıcalıksız katmanları arkasına çekebilecek ulusal ölçekte bağımsız örgütünü ya da politik önderliğini geliştirmedi. Bunun yerine bu kesimler tarafından aşağı çekildi.
3. Solun Başarısızlığı
a. Devrimci bir partinin eksikliği
Fakat İran devriminin başarılamamasının temel nedeni, devrimci bir stratejiye ve programa sahip, öncü katmanlar içinde kök salmış bir devrimci proleter örgütün eksikliğiydi. İran devriminin nesnel ihtiyaçlarını -çarpık bir biçimde bile olsa- yansıtan ya da devrimci kitlelere tutarlı ve açık bir perspektif sunacak bir programa sahip güçlü tek bir devrimci örgüt bile yoktu.
İran devriminin temel dersi şudur ki, gerçekte, devrimci kalkışmadan önce böyle bir örgüt halihazırda var olmadıkça, onun bizzat devrimin gidişatı esnasında ortaya çıkması son derece ihtimal dışıdır. Devrimci krizin değişim ve dönüşüm hızı, geri ülkelerin daha gelişmiş olanlarında toplumsal sınıf oluşumlarının ve ittifaklarının karmaşıklığı ve burjuva oluşumların göreli gücü dikkate alındığında, kitleler içinde yerleşik köklere ve geleneklere sahip olmadıkça, ciddiye alınabilir büyüklükte bir devrimci örgütün bizzat devrimin kendisinden doğması son derece zordur.
Devrimin ilk birkaç ayında, devrimci bir program için mücadele veren ve hatta etkisi ve gücü hızla büyüyen küçük bir devrimciler çekirdeği vardı. Ama bu, olayların akışını etkilemek için yetersizdi. Her baskı dalgasında ya da politik durumun ani dönüşlerinde, tüm devrimci gruplar önceki dönemde biriktirmiş olduklarının çoğunu kaybettiler. Yeni rejimin ilk açık saldırıları oportünist teslimiyetçi sapmalara yol açtı. İlk yıl içinde, neredeyse tüm devrimci gruplarda bölünmeler yaşandı.
Devrimci dönemlerin, genellikle, kitle örgütlerinin gelişmesini mümkün kılmayan uzun şiddetli baskı dönemleri arasına sıkıştığı İran gibi ülkelerde, kitlelere politik ve örgütsel bir önderlik sunmaya muktedir bir devrimci örgütün önemi çok daha yakıcı hale gelmektedir. Devrimden önce kitle hareketi içinde bir tabana sahip olmayan örgütler, kitlelere örgütlenmeleri için yardım etmeyi mümkün kılmaya yetecek hızda güçlerini geliştiremezler.
Yarı-Stalinist Fedailer örgütü ve Şah rejimiyle savaşan neo-radikal burjuva Mücahidler, hızla muazzam boyutlardaki kitle örgütleri haline geldiler. Bununla birlikte ne devrimci bir stratejiye dayanan devrimci bir liderliğe sahiptiler, ne de İran devriminin gerçek dinamiklerini kavrama yeteneğindeydiler. İkisi de sonunda devrime ihanet etti. İlki, Moskova yanlısı Tudeh partisinin sınıf işbirlikçi karşı-devrimci stratejisine kurban gitti, diğeri kendi köklerine geri döndü ve burjuva liberal muhalefetin parçası oldu.
İran devrimi deneyimi bir kez daha kanıtladı ki, çağımızda devrimci liderlik işçi sınıfı iktidarını hedefleyen net bir strateji için kararlı bir mücadele yürütmedikçe, varacağı yer kaçınılmaz olarak gericilik kampı olur. Sınıf işbirliği İran devriminin ölüm çanıydı. Anti-kapitalist proleter bir strateji olmaksızın, burjuva karşı-devrimle uzlaşmalar kaçınılmazdı.
Ezilen ve emekçi kitlelerin proleter devrim safına kazanılabilmesinin tek yolu, bizzat proletarya tarafından, burjuvaziyi sadece kendisinin yenebileceğinin eylem içinde gösterilmesiydi. Fakat İran solu, açık sınıf mücadelesini bastırarak ve burjuva ve küçük-burjuva katmanlara demokratik bir cumhuriyet uzlaşması sunarak Humeyni’nin kitle tabanını kazanmaya çalışıyordu.
Diğer grupların hiçbiri bu açıdan Tudeh Partisinden daha iyi bir örnek oluşturamaz. En eski ve en uzun süreli geleneklere sahip olan bu grup, İran devrimini üç aşamaya bölmüştü: Şah karşıtı halk cephesi, demokratik anti-emperyalist cephe ve barışçıl biçimde sosyalizme gitmek üzere kapitalist olmayan “kalkınma yolu”.
Şah karşıtı monarşistleri bile cephesine katmaya hazır olan Tudeh Partisi, sınıf güçlerinin gerçek dizilişini, kendi hayallerinin ötesine geçen devrimde buldu. Ve derhal burjuvazi ile ruhbanların karşı-devrimci koalisyonuna teslim oldu.
İkisi arasında çatlak oluşunca, Humeyni hizbini gerçek devrimci anti-emperyalist güç olarak selamladı ve ona koşulsuz destek verdi. Kitlelerin İslami rejimin anti-demokratik uygulamalarına karşı gerçekleştirdiği protestoları, “burjuva liberal bir demokrasi özlemi” olarak nitelendirerek dışladı. Burjuva karşı-devrim kitlelerin demokratik haklarını ezerek yerleşiyordu, fakat Tudeh Partisi birkaç ABD elçilik personelinin geçici olarak hapsedilmesini devrimde büyük bir ileri adım olarak selamlıyordu.
Saflarında pek çok profesyonel meslek sahibi bulunduran Tudeh Partisinin aktif desteği olmaksızın, ruhbanların kitle hareketini ezmesi çok daha zor olurdu. Tudeh Partisi ruhbanlara ulusallaştırılan sanayi için pek çok yönetici ve ustabaşı, devlet kontrolündeki gazeteler, televizyon ve radyo için propagandacılar ve hatta Humeyni’nin hapishanelerine politik sorgucular sağladı. Tudeh Partisinin bugünkü kaderi böyle bir politikanın neye yol açabildiğinin en iyi kanıtıdır.
b. Humeyni’ye teslimiyet
Devrimci bir stratejiye sahip olmayan sol, İran devriminin itici güçlerini ve onun içinde çarpışan güçlerin niteliğini anlamayı başaramadı. Hızla değişen devrimin her evresinde temel hatalar yaptı. Belirleyici olan ilk dönemde, bu hatalar karşı-devrimin kolay bir zafer elde etmesini sağladı.
Şubat ayaklanmasına giden dönemde, sol, kitle hareketi içinde bağımsız bir eğilim olarak yoktu. Gerici liderliğin kuyruğuna takılarak Humeyni’nin hâkim olduğu hareketle birleşti.
Humeyni tarafından atanmış hükümeti eleştiren İran’daki tek sol grup (abartmıyoruz!) HKS idi. Bunun dışında hiçbir sol eğilim Humeyni liderliğinden ayırt edilebilir değildi.
Sol, kitleleri yukarıdan hükümet atama girişimlerine karşı direnişe çağırmalıydı. Kazanamazdı ama bu onu sonraki dönemde daha iyi bir pozisyona yerleştirirdi.
Sol, ayaklanmadan hemen sonra, ordu-ruhban askeri devrimci komutasına (daha sonra bir CIA ajanının başını çektiği kanıtlandı) katılma çağrılarına kulak verdi. Eski rejimin kitleler tarafından tutuklanan pek çok üyesi ruhbanlara teslim edildi. “Devrimci İslami Mahkemeler” sol tarafından selamlandı. Sol grupların çoğunun ilk bildirileri, devrimi zafere götürecek diye İmam Humeyni’yi selamlıyordu.
Birkaç ay sonra, devrime karşı esas tehlikenin nereden geldiği kesinlikle apaçıktı. Burjuva hükümet kitlelerin kazanımlarını hızla geriletti. Tek uygun eylem rotası, demokratik hakları savunmak ve geliştirmek için ve yeni rejimin bu hakları engelleme girişimlerine karşı örgütlenmekti. Bu dönemin temel sloganı bir Kurucu Meclisin derhal toplanması çağrısıydı.
Çoğu grup bunları tümüyle ihmal etti. Sözde “sınıf talepleri” salt ekonomik reformlara indirgenirken, bunlar “tâli” talepler olarak görülüyordu. Fakat karşı-devrim kitlelerin demokratik haklarını alenen sınırlayarak İran devriminin anti-kapitalist dinamiklerini engellemeyi başardı.
Sol, kitlelerin kendi eylem organlarını örgütlemeye yardım etmekten ziyade, kötü bir şekilde oluşturulmuş kendi gruplarıyla ilgileniyordu. Kitlelerin bağımsız örgütlenmesini yaymak ya da onları demokratikleştirmek ve bunların içindeki ruhban bağnazların karşı-devrim arzusunu dayatmalarını engellemek için hiçbir gerçek çaba harcanmıyordu.
İran solunun Stalinist geleneği ve kitle hareketine bürokratik yaklaşımı, her grubun “saf” ve katışıklıklardan “bağımsız” tutulan kendi “kitle örgütünü” oluşturmaya çabaladığı ikameci eğilimleri güçlendirdi.
Bu şekilde, gerçekte var olan şûra hareketine sabırla ve kararlılıkla müdahale ederek işçi-köylü hükümeti için daha genel bir mücadelenin temeli olarak şûraları ulusal ölçekte birleştirmek üzere mücadele etmek yerine, belli başlı tüm gruplar, en iyi durumda, kendi “gerçek” şûralarını oluşturmaya çalışıyorlardı.
Bu devrimin gidişatı için ölümcül oldu. Devrimin ilk dönemlerinde şûra hareketi Humeyni güçlerinin insafına bırakıldı. Yeni rejimin karşı-devrimci doğası açık bir gerçeklik halini alana kadar, gericilik güçleri, işçi sınıfının direncini kırmakta yararlanacağı ulusal ölçekli bir iğdiş şûralar ağını çoktan inşa etmişti.
Solun geniş bir çoğunluğu tarafından kabul edilen aşamalı İran devrimi anlayışı, onun, İran proletaryasının bağımsız güçlerini inşa etme çabasına odaklanmaktan ziyade, daima burjuvaziyle ittifaklar araması anlamına geliyordu. Sol gerçekte, devrimin başından sonuna kadar, burjuva politikanın kuyrukçusuydu.
Şah’la mücadele ederken Humeyni’nin arkasından, Humeyni’yle mücadele ederken Şah’a burjuva muhalefetin arkasından gitti. Asla net bir bağımsız program sunmadı. Bu nedenle, karşı-devrimin her demagojik manevrası solu savunmasız yakaladı. Örneğin ABD elçiliğinin ele geçirilmesi manevrası solu tümüyle boşa düşürdü; İran-Irak savaşının erken aşamalarında solun battığı histerik şovenizmden hiç söz etmeyelim.
Şunu söylemek abartılı değildir: Demokrasi mücadelesine gelince burjuva liberal muhalefet ve hatta monarşistler bile Stalinist soldan daha radikal görünüyordu, anti-kapitalist taleplerde ise Humeyni’nin karşı-devrimi, vitesi demokratik aşamaya takıp asgari programına saplanıp kalmış soldan daha ileri gidiyordu.
Üçüncü Bölüm
Görevler ve Perspektifler
1. Rejimin Devrilmesi İçin
a. Kitlelerin talepleri
Humeyni’nin ruhban egemenliğinin pekişmesi, devrimci kitle hareketinin yenilgisine karşılık gelmiştir. Bu rejim devrilmeksizin İran devriminin daha ileri gitmesi kesinlikle mümkün değildir. Humeyni liderliği, karşı-devrimin iktidarını yerleştirmesi ve burjuva devleti yeniden inşa etmesi esnasında kendini tümüyle yalıtmıştır. Bugün İslami “devrim”den geriye kalan tek şey, İranlı işçilerin ve köylülerin geniş çoğunluğunun nefret ettiği korkunç, baskıcı bir diktatörlüktür. Onların çoğunluğunun temel politik talebi Humeyni rejiminin devrilmesidir.
Fakat şu anda güçler dengesi, acil gündeme böyle bir perspektif koymak için son derece uygunsuzdur. Açıktır ki, bir politik ve örgütsel hazırlık dönemi zorunludur. Bu hazırlık, mevcut yenilgiye rağmen kitlelerin hafızasında taze kalan İran devriminin gerçekleşmemiş temel talepleri etrafında yoğunlaştırılmalıdır.
Kitlelerin iradesini yansıtan ve onların öz-örgütlerine dayanan demokratik olarak seçilmiş bir kurucu meclis talebi hâlâ ezilen ve emekçi kitlelerin geniş çoğunluğunu devrimci eylemde birleştirmeye muktedir en temel taleptir. Bu talep, kitlelerin en doğrudan deneyimini yansıtan şûra hareketinin yeniden canlandırılması mücadelesine bağlanmalıdır. Devrimin tüm kazanımları bu hareketin varlığında başarıldı ve onun yenilgisiyle kaybedildi.
Humeyni’nin gerici savaşına karşı mücadele ve Irak savaşına derhal son verilmesi talebi, mevcut politik dönemde işçilerin ve köylülerin geniş çoğunluğunun çıkarlarını yansıtan kilit bir konudur.
Bu talepler, geleceğin kurucu meclisinin gündeminde olması gereken görevlere işaret edecek olan bir dizi demokratik, ekonomik ve sosyal önlemle de ilişkilendirilmelidir. Bunlar ulusal azınlıklara kendi kaderini tayin hakkı (ve ulusal kurucu meclisler), kadınlara tam ve eşit haklar, üretim ve dağıtımda işçi ve köylü denetimi ve kapitalizmin mevcut krizinin üstesinden gelmek için bir işçi ve köylü planı taleplerini de içermelidir.
Bu talepler ve böyle bir program için mücadele, Humeyni rejiminin devrilmesi için verilmesi gereken mücadelede kitlelerin tüm kesimlerini ortak bir hareket içinde birleştirmenin araçlarını sağlayabilir.
b. Burjuva istikrar
Humeyni rejimi, devrimi bastırarak ve baskıcı burjuva devlet egemenliğini yeniden tesis ederek, “normal” bir burjuva egemenliğe dönüş için gerekli koşulları yaratmıştır. İslami karşı-devrim şimdi hızla, istikrar için açık bir kapitalist hamleye dönüşmektedir. Fakat bu, Humeyni hizbinin ruhban egemenliğinin burjuvazi için giderek kabul edilemez hale geldiği bir durum yaratmıştır. Humeyni liderliği burjuvaziye ve emperyalist efendilerine tarihsel hizmetini gerçekleştirmiştir. Bu yüzden artık kenara çekilmesi ve burjuvazinin doğrudan egemenliğine geri dönüş için yolu açması istenmektedir.
Muazzam ekonomik kriz, savaşın yol açtığı yıkım, kitlesel işsizlik, İran sanayiinin ve tarımının çökmesi, mevcut rejimden hoşnutsuzlukla birleşerek, politik atmosferi sadece normal bir burjuva cumhuriyete doğru bir değişim için değil, aynı zamanda monarşinin geri dönüşü için de hazırlıyor. Humeyni’nin egemenliği İran monarşisini gün geçtikçe popüler hale getiriyor.
Fakat bu dönüşüm çelişkili ve krizli bir tarzda ilerliyor. Ruhbanların egemenliği temelde burjuva devletin normal işleyişiyle bağdaşmazdır. Humeyni’nin ruhban hizbi bu denli kolayca kazandığı iktidarı bırakmaya hazır değildir, ama burjuvazi bu egemenliği sadece geçişsel ve geçici bir önlem olarak kabul etmişti. İslami rejimin kronik istikrarsızlığı bu bağlamda değerlendirilmelidir.
İçerideki ya da dışarıdaki burjuva monarşist ya da cumhuriyetçi muhalefete karşı ruhbanların direncinin bir biçimde İran devriminin basıncını yansıttığı düşünülmemelidir. Bu sadece, ruhbanların iktidarı mümkün olduğunca bırakmama çabalarının bir sonucudur. Humeyni rejimi, temsil ettiği sınıfın ihtiyaçlarını açıkça anlayan normal bir burjuva rejim olarak görülmemelidir. Bu rejim, burjuvazi açısından, gerekirse zor yoluyla artık kurtulmak zorunda olduğu son derece geri bir araçtır. Burjuva güçler de ona karşı çıkıyor diye, devrimciler bu rejimin yıkılması için mücadele azimlerini gevşetmemelidirler. Aslında barbar İslami rejimin iktidarda kaldığı her gün, burjuvazinin normal egemenliği daha popüler hale gelecektir.
Humeyni’yi takip edecek normal bir burjuva egemenliğin istikrarı, bugün kitlelerin İslam cumhuriyetini devirme mücadelesiyle doğrudan ilişkili olacaktır. Kitleler bugün bu görevi gerçekleştirmek üzere örgütlenmedikçe, burjuvazi er geç İran devriminin külleri üzerinde çok daha istikrarlı bir egemenlik tesis edecektir.
2. İşçi Örgütlerini Yeniden İnşa Edelim
a. İşçi hareketi
İran işçi sınıfının mücadele ve örgütsel geleneklerine dayanan devrimciler, çabalarını, işçi hareketinin yeniden örgütlenmesine katkıda bulunabilecek tüm faktörleri harekete geçirmeye yoğunlaştırmalıdırlar.
İran devriminin deneyimi ve kitlelerin devrimci kabarmasında genel grevin rolü, İran proletaryasının merkezi toplumsal ve ekonomik konumunu çoktandır şüphe götürmez bir şekilde kanıtlamıştır. Kapitalizmin son birkaç yıldaki gelişiminin, İran’da tüm devrimci değişimlerin başına kesinlikle İran işçi sınıfını yerleştirdiği görülmüştür. Bugün İslami rejime karşı uygun bir güçler dengesi doğurabilecek olan şey, işçi sınıfının örgütlülüğüdür.
Eğer işçi sınıfı nüfusun geniş çoğunluğunun Humeyni’ye karşı mücadelesine örgütlü ağırlığını koyabilse, devrimci durumun yeniden canlandırılamaması için hiçbir sebep kalmazdı. Her halükârda, burjuvazinin “eski güzel günler”e geri dönüş hayallerine son vermenin tek yolu budur.
Solun yenilgisinin işçi sınıfına karşı saldırıların yenilenmesine yol açacağı unutulmamalıdır. Bu durum, çok uzak olmayan bir gelecekte işçi örgütlerinin yeniden canlanması için fırsatlar yaratmamazlık edemez.
b. İşçilerin öncüsü
Baskıya rağmen, işçi sınıfı için kapitalist saldırıya direnme çabalarını örgütleme ve birleştirme olanağı mevcuttur. Devrim, uzun süren işçi denetimi dönemi ve şûra hareketi, İran işçi sınıfına mevcut mücadeleyi örgütlemekte faydanılması gereken bir devrimci deneyim aşılamıştır. Aktif devrimci mücadeleler sayesinde kazanılan bu deneyim, İslami karşı-devrim tarafından başı kesilse de toptan yok edilmemiş bir militan işçi katmanı yetiştirmiştir. Yeniden örgütlenme görevi bugün bu katmana düşmektedir.
Aslında, kendi deneyimlerine dayanarak, işçi sınıfı içinde böyle bir hareket halihazırda mevcuttur. Pek çok büyük sanayide, günlük mücadelelere müdahaleyi hazırlamak için bağımsız, militan, yeraltı işçi eylem komitelerini oluşturma çabaları sürmektedir. Pek çok fabrikada, gizli işçi halkaları ya da komiteleri zaten vardır ve aktiftir. En ağır baskılarla geçen son iki yılda örgütlenen pek çok grev, işçi sınıfı içinde halen var olan potansiyele işaret etmektedir. Devrimciler kendilerini bu harekete dayandırmalı ve fabrika komiteleri hareketini inşa etme, genişletme ve birleştirmeye yardım etmeye çalışmalıdır. Bu çaba, acil talepler için verilecek mücadele içinde gerçekleştirilmeli ve aynı zamanda, sömürü oranını arttırma amacındaki kapitalist saldırıyla işçi sınıfının tüm haklarını ortadan kaldırmaya çabalayan yeni kapitalist yasaların dayatılmasına karşı savaşım yürütülmelidir.
İran devriminin temel görevlerine ve işçi sınıfının devrimci değişimleri gerçekleştirmek üzere bir genel greve hazırlanabilmesine odaklanan bir propaganda kampanyası, kitle eyleminin gelecekte daha geniş ölçekli bir yükselişinin yolunu döşeyebilir ve mevcut fabrika komitelerinin faaliyetlerine gerekli politik yönelimi sağlayabilir.
c. Ezilenler
Proletaryanın en büyük müttefiki, yani yoksul köylüler de (bunların şehirlere göç eden kesimleri de dahil), devrimin kazanımlarını korumanın yolunun yeni rejimin saldırılarına karşı mücadele etmek olduğunun farkına varmaya başlamaktadır. Devrimciler, bunların kendi bağımsız örgütlerini (örneğin köylü şûraları ve mahalle komiteleri) yeniden inşa etmek ve canlandırmak için, bu katmanların yeni ruh halini dikkate almalıdırlar. Büyük zemindarlara geri dönüşe karşı yükselen mücadele dalgası, yoksul köylülerin yeniden örgütlenmesi için yeni bir temel sağlamaktadır. Benzer şekilde, barınma sorununun şiddetlenmesi, kent yoksullarına mahalle komitelerinde örgütlenmek için bir itki sağlamaktadır.
Tüm ezilenlerin örgütlerinin (yoksul köylüler, askerler, kadınlar, gençler) yeniden inşası, bunların tümünü fabrika komiteleriyle ilişkilendirme girişimleriyle el ele yürümelidir. Devrimden doğan (ve şimdi devlet karnesi sisteminin aracı haline gelmiş olan) üretici ve tüketici kooperatifleri, zaten kitlelere diğer toplumsal kesimlerle ilişkilerin nasıl genişletileceği ve geliştirileceği konusunda zengin bir deneyim sunmuştur. Kooperatiflerin merkezi hükümet tarafından hadım edilmesine karşı mücadele, Humeyni rejimine karşı ortak bir mücadelede tüm ezilenlerin birleştirilmesi için temel sunabilir.
3. Devrimci Partiyi inşa etmek
a. Sol
İran devriminin yenilgisi, özellikle solun tüm güçlerinin yok edilmiş olmasında kendini gösteriyordu. Nerdeyse tüm devrimci örgütlerin liderlikleri ya fiziksel olarak yok edildiler ya da sürgüne zorlandılar. Oportünist ve sınıf işbirlikçi grupların lider kadrolarının büyük bir çoğunluğu açıkça Marksizmi reddettiler ve “İmam’ın çizgisi”ne boyun eğdiklerini ilan ettiler. Bu grupların hataları, tereddütleri ve açık ihanetleri, işçi sınıfının öncüsü içinde derin bir demoralizasyon durumu ve genelde sola karşı bir şüphe duygusu yarattı. İranlı işçiler ve emekçiler arasında solun etkisini yeniden inşa etmek için uzun dönemli bir sabırlı çalışma gerekmektedir. Ama öte yandan bu yenilgiler, uzun süredir İran solunun tarihsel belâsı olan Stalinizmin ve küçük-burjuva popülizminin tamamen iflas ettiğini de göstermektedir. Yenilen, oportünizm ve sınıf işbirlikçiliğidir.
İran devrimi deneyimi, öncünün gözünde devrimci sosyalizmin saygınlığını hiçbir şekilde azaltmamıştır. Tüm gruplardan pek çok militan için, gerçekten devrimci bir liderliğin yeniden inşası ümidinin ancak devrimci sosyalist bir strateji temelinde var olabileceği artık kanıtlanmıştır. Bu yüzden, yeni bir devrimci partinin çekirdeğinin sağlam temellerini inşa etmek için ideolojik ve politik koşullar olgunlaşmıştır. Soldaki pek çok örgüt içinde, oportünist eğilimi eleştiren devrimci sosyalist akımlar şekillenmektedir. Stalinizmin ve aşamalı devrim teorisinin suçlanması artık gelişen pek çok eğilimin ortak bir özelliğidir. Devrimin kendisi, İran işçi sınıfının rolünün merkeziliği konusundaki tartışmaları ve şüpheleri sona erdirmiştir. Mevcut durumda bu unsurlar devrimci bir partiyi inşa etme mücadelesini başlatmak için bir temel sunmaktadır.
b. Yeniden gruplaşma
Bu nedenle, açıktır ki, bu mücadelenin ana görevi bugün gelişen tüm devrimci akımların yeniden gruplaşması olmalıdır. Yeniden gruplaşma hamlesi diğer örgütlerde de benzer akımların oluşmasını kolaylaştıracak ve hızlandıracaktır. İran devriminin tüm temel meselelerinin, solun muhasebesinin ve çıkarılacak derslerin açık ve demokratik bir tartışmasını da içeren, İran’da devrimci solun yeniden gruplaşma sürecine sekter olmayan, sabırlı bir yaklaşım bugün hayati derecede zorunludur.
Süreç, oportünizme ve sınıf işbirlikçiliğine karşı kararlı bir mücadeleye ve gerçek bir devrimci stratejinin inşa edilebileceği temeli oluşturan devrimci sosyalist ilkelerin tutarlı savunusuna da bağlanmalıdır. Devrimci olduklarını iddia eden tüm güçler, önce kendi evlerini temizleyerek bunu fiilen göstermelidirler. Devrimci sol ancak bu şekilde öncü içinde yeniden etkili olabilir ve kitle hareketiyle bağlarını yeniden kurabilir.
link: Socializm va Enghelab, İran’da Devrim ve Karşı-Devrim, 1984, https://marksist.net/node/3272
İsveç’te Göçmen İşçi İsyanı
İran’da Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Yaklaşırken