2013’e girilen günlerde hükümet cephesinden gelen çeşitli beyanatlarla Kürt sorununda yeni bir sürece girildiği ortaya çıktı. Kısa sürede medyaya yansıyan yeni bilgilerle, hükümetin esasen MİT üzerinden İmralı’daki Öcalan ile bir görüşme süreci başlattığı anlaşıldı. Hem hükümet cephesinden hem de Kürt hareketi cephesinden gelen ılımlı mesajlarla genel olarak siyasal gündemde bir ılık rüzgâr esmeye başladı.
Bu seferki sürecin önemli bir farkı burjuva kesimler arasında geniş bir mutabakat görünümü vermesiydi. CHP’den tutun, TÜSİAD’a, Fethullah Gülen’e, büyük medya gruplarına kadar çok çeşitli burjuva odaklar, bir biçimde sürece olumlu yaklaştıklarını ve desteklediklerini beyan ettiler. Büyük medyada genel bir iyimserlik havası estirildi. İlginç bir gelişme olarak Aydın Doğan kendi medya grubuna süreci baltalayacak yayın yapılmaması yönünde bir “genelge” bile gönderdi. Diğer bir ilginç nokta da ilk kez bir “şehit yakınları” derneğinin de sürece destek veren açıklaması oldu. Dahası MHP’nin bile Habur süreci ile karşılaştırıldığında bu sefer çok keskin çıkışlar yapamadığı söylenebilir.
Onyıllardır halka “bebek katili” gibi sıfatlarla adeta şeytan gibi sunulan Öcalan’ın, şimdi bizzat başbakanın ağzından açıkça kendisiyle müzakere yapılan muhatap olarak ilan edilmesi önemli bir farklılıktır. Son yıllarda yıkılan tabular dizisine böylece yeni bir halka eklenmiştir. Kürt sorununda devletin tarihsel bakışı, kökleşmiş geleneksel tutumları ve bu doğrultuda onyıllardır halka şırınga edilen şoven-saldırgan-bağnaz ideoloji düşünüldüğünde, Türkiye burjuva siyaseti açısından şimdiye kadarki en “cüretkâr” girişimin yapıldığı söylenebilir.
Kürt sorunu bağlamında hükümetin özellikle sert bir baskı politikası izlediği son 1,5 yıllık süreçten sonra böylesi bir dönüş elbette genel bir şaşkınlık yarattı. Onca zulüm bir yana, Öcalan’ın idamından, BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından söz edilirken şimdi müzakerelerden söz edilen bir gündem söz konusu. Erdoğan bile Kürt sorununda milliyetçi böğürmelerden oluşan söylemini kısmen de olsa değiştirmeye başladı. Sert milliyetçi siyasetin adeta sembolü konumuna gelmiş olan içişleri bakanı İdris Naim Şahin’i görevden aldı. Son olarak da mahkemelerde Kürtçe savunma yapma hakkı, bazı aşağılayıcı sınırlamalar içermekle birlikte, yeni çıkarılan yasayla hayata geçti ve ilk Kürtçe savunmalar yapılmaya başlandı.
Çeşitli nedenlerle oldukça kırılgan olan bu süreçte, provokasyon amaçlı olduğu açık olan Paris’teki suikastlara rağmen, havanın genel olarak bozulmadığı söylenebilir. Paris’teki kanlı katliamın yanı sıra hem askeri operasyonların sürdürülmesi ve birçok gerillanın öldürülmesi, hem de Kandil’e yönelik kapsamlı hava bombardımanlarının yapılması, bunun ne denli çelişkili ve sallantılı bir süreç olduğunun ilk elden belirtilerini oluşturmakta.
Genel hatırlatmalar
Sürecin gerçek niteliğinin ne olduğu, perde arkasında ne gibi planların yapıldığı, tam olarak hangi güçlerin devrede olduğu ve ne yönde çalıştığı gibi hususlar elbette çok büyük merak konusu. Herkes bu sorulara bir yanıt arıyor ve ortalıkta birçok senaryo uçuşuyor. Doğrusu bu soruların tümüne kesin ve tam yanıtların verilmesi şu aşamada pek mümkün görünmüyor. Bunu net biçimde vurgulamak gerekiyor. Zira perde arkasında hangi güçlerin neler planlayıp ne yapmak istediğine dair ortada net veriler bulunmuyor. Ancak bu, hiçbir analiz ve değerlendirme yapılamayacağı anlamına da gelmiyor kuşkusuz. Mevcut aşamada, bazı belirlemeler yapmak ve bu temelde birtakım olasılıklara işaret etmek en sağlıklı yol olacaktır. Aksi, fazladan spekülasyon alanına girmektir ki, işçi sınıfı devrimcilerinin ihtiyacı bu değildir.
Onlarca senaryonun havada uçuştuğu bir karmaşa ortamında, her şeyden önce gündelik sürecin hayhuyundan sıyrılarak bazı genel belirlemeler yapmak önem taşıyor. Başta şu noktayı hatırlatalım. Esaret altında tutulan bir ulusun bu esaretten kurtulması işçi sınıfının da çıkarınadır. Çünkü bir yerde emekçi milyonları saran hakiki bir ulusal sorun varsa, bu sorunun üzerinden atlanarak toplumsal kurtuluştan söz edilemez. Bunlar Marksizmin ulusal sorundaki elifba türünden temel belirlemeleridir ve tarihsel gelişmelerle gerek tersinden gerek düzünden defalarca doğrulanmıştır.
Ulusal sorunu toplumsal sorun katına yükselterek kapsamını genişletmek ve adeta kapitalizm altında çözülemez bir sorunmuş gibi ele almak yanlış bir tutumdur. Ulusal sorun tarihsel ve teorik olarak burjuva demokratik çerçeveyle sınırlı bir sorundur ve 19. ile 20. yüzyıl boyunca yaşanan sayısız örnekte de görüldüğü üzere kapitalizm altında çözülmüştür. Bu çerçevede, ulusal hareketleri de sanki proleter devrimci hareketler gibi görmek ve bu hareketlerin ulusal kurtuluşçu siyasetin gereği olarak yapacakları görüşmeleri, manevraları, uzlaşmaları, tavizleri vs. sanki proletaryanın davasına ihanet ediliyormuş gibi eleştirmeye kalkmak aynı şekilde yanlıştır.
Bu bakımdan ezilen kitlelerin ulusal-demokratik özlemlerinin giderilmesi yolunda atılacak her adım işçi sınıfı açısından tarihsel yolun temizlenmesi bağlamında anlamlı ve olumludur. O nedenle özü burjuva demokratik bir kapsamda olan Kürt sorununda da, şimdiki gibi müzakere süreçleri söz konusu olduğunda, baştan önyargılarla ağız burun kıvıran bir tutum içinde olmak doğru değildir. Hele de mücadelenin öznel şartları bakımından işçi sınıfının oldukça geri bir noktada olduğu düşünüldüğünde. Devrimci işçi sınıfı, elbette, örgütlü gücü ölçüsünde, mümkün olanın azamisi için bastırmak göreviyle yükümlüdür. Ama diğer taraftan, Kürt halkının özgürlük yolunda elde edeceği her kazanım tüm işçi sınıfının yararınadır ve selamlanmalıdır.
İçine girilen somut süreçle ilgili olarak hatırda tutulması gereken ikinci bir önemli nokta ise kolaycı beklentilere kapılmama gereğidir. Kürt sorununun çok karmaşık ve zorlu bir sorun olduğu artık herkesçe bilinen açık bir gerçek. Dünyanın en karışık bölgesinde yer alan ve 4 ayrı ülkeye yayılmış 30 milyonluk devletsiz bir halk söz konusu. Bu kapsamıyla Kürt sorunu dünyanın en karmaşık ulusal sorunlarından birisini oluşturmaktadır. 100 yılı aşkın bir süredir devam eden bu acılı sorunun mevcut burjuva düzen çerçevesinde kolay bir çözümünün olması beklenemez. Kürt sorununda bir görüşme/müzakere evresine girilmiş olması başlı başına önemli bir gelişme olmakla birlikte, burjuva medyanın genelde yaymaya çalıştığı şipşak çözüm beklentilerine kapılmak büyük bir hata olur.
Yapılabilecek üçüncü bir belirleme ise, nasıl bir seyir alırsa alsın, bu sürecin kaçınılmaz olarak beraberinde belirli kazanımlar getireceğidir. Az ya da çok. Bunlar egemenlerin lütfu değildir. Kürt halkının uzun süredir verdiği acılı ve fedakâr mücadeleler sonucu egemenlerin istemeye istemeye vermek zorunda kaldığı ödünlerdir. Bu tür ödünlere hariçten ağız burun kıvırmak hafifmeşrep bir tutumdur. Bu tür kazanımların ayrıca gösterdiği bir şey ise, hiç kuşkusuz, en küçük kazanımların bile mücadeleyle ve büyük bedellerle kazanıldığının temel bir ders olarak ortaya çıkmasıdır.
Dördüncü olarak, devletin bir görüşme noktasına gelmesi, Öcalan’ın giderek olumlu bir figür olarak öne çıkarılması gibi olgular bir yandan Kürt hareketinin ve ulusal mücadelenin kat ettiği mesafeyi bir yandan da devletin gücünün sınırlarını göstermektedir. Burnundan kıl aldırmayan ceberut Türk devleti, salt savaş yoluyla ve ardından bunun yanına eklenmiş ekonomik rüşvetle ve bir de lütufmuş gibi sunulan kırıntı düzeyindeki kimi haklarla bu sorunu çözemeyeceğini dolaylı olarak itiraf etmektedir. Yani, gelinen noktada, bu yöntemlerin ötesine geçmek ve kırıntıların ötesinde şeyler vermek gerektiği bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Beşinci nokta, müzakere süreçlerinin savaşın başka araçlarla devamı olduğu gerçeğidir. Yani müzakere savaşın bitmesi değil bir parçasıdır. Daha tam bir ifadeyle, müzakereler ancak anlaşmayla sonuçlandıklarında savaşlar sona erer. O noktaya kadar müzakere de savaşın bir parçası, onun devamıdır. Nitekim devletin bu görüşme sürecinin içinde Kandil’i bombalaması, içeride askeri operasyonlara devam edip gerillaları öldürmesi, yeni tutuklamalar yapması, dahası Suriye’deki PYD’ye karşı savaşı bilfiil sürdürmesi, bunu hiç şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir.
Altıncı nokta, yılların şoven propagandasıyla yaratılan zehire rağmen, halkın genelde ılımlı bir atmosfere oldukça yatkın olduğunun görülmesidir. Genel olarak geniş emekçi yığınlar, şu an olduğu gibi son derece güdük ve defolu haliyle bile barış ve kardeşlik propagandasına açıktırlar. Sürecin somutta ne getirip ne götüreceğinden bağımsız olarak şu birkaç haftalık süre bile bu bakımdan anlamlı bir veri sunmaya yetmiştir. Böylece oportünist maksatlarla milliyetçilikten medet ummanın ne derece sefil bir yol olduğu ortaya çıktığı gibi, ilkelere sahip çıkıp akıntıya karşı yüzmenin değeri ve sağlamlığı da ortaya çıkmıştır.
İşte, ancak bu ve benzeri noktalar net biçimde ortaya konduktan sonra somut sürecin çeşitli yönlerine ve bu arada çelişkilerine dikkat çekilip kimi değerlendirmeler yapılabilir. Bu değerlendirmeler boyunca akıldan çıkarılmaması gereken nokta, ne yönde değerlendirme yapılırsa yapılsın yukarıdaki genel tespitlerin geçerliliğinin ortadan kalkmayacağıdır.
Neden?
Somut sürece gelecek olursak, öncelikle bu yeni başlayan sürecin nedenleri üzerinde durmak gerekir. Bu sürecin temel belirleyeni, Türkiye’nin bölge gelişmeleri karşısında iyiden iyiye köşeye sıkışmasıdır. Suriye’de Kürtlerin kazanımları hızla gelişmekte ve böylece Batı Kürdistan’da da Irak Kürdistanı’na benzer biçimde bir devletleşme sürecine girilmektedir. Üstelik bu süreç PKK ile aynı çizgideki PYD önderliğinde yaşanmaktadır. Diğer yandan Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Şii egemen güçlerin elindeki merkezi yönetimle arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi sonucu bir kopuşma noktasına doğru ilerlemektedir. Ve Irak içinde bu yöndeki bir gidişi engelleyebilecek, Türkiye ile dost bir siyasi güç de kalmamıştır. Bu durum, cumhurbaşkanı Talabani’nin ağır sağlık sorunu nedeniyle politik hayattan fiilen düşmesiyle daha da pekişmiştir. Türkiye’nin desteklediği Sünni liderlik, Şii egemenler tarafından hükümetten tasfiye edilmiştir. Böylece Irak’taki oyunun mevcut aşamasında Kürtler ve İran kazanmış, Türkiye kaybetmiştir.
Sonuçta Türkiye güneydoğusundaki tüm komşularıyla kendisini düşman konuma sokmuştur. Bu şartlar altında, hem Irak Kürt hareketiyle hem Suriye Kürt hareketiyle hem de içeride Kürt hareketiyle aynı minvalde bir düşmanlık ilişkisini sürdürmek rasyonel olmaktan çıkmaya başlamıştır. Üstüne üstlük söz konusu Türkiye, görece gelişmiş kapitalist ekonomisiyle bölgede nüfuz sahibi alt-emperyalist bir güç olarak sivrilmek isteyen bir Türkiye’dir. Yani bir emperyal bölge gücü olarak sivrilme hesapları yapılırken, temelde Kürt sorunu nedeniyle evdeki bulgurdan dahi olma riski tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Öte yandan AKP içeride de izlediği milliyetçi-saldırgan siyasetle, özellikle Roboski katliamı sonrasında Kürt kitleleri hepten kaybetmeye başlamıştır. Bu durum nihayetinde parti içindeki onlarca Kürt milletvekilinin de rahatsızlığına yol açmıştır. Ayrıca savaşçı siyaset kendi içinde de başarılı olamamış ve özellikle yaz aylarında tırmanan çatışmalarda PKK yer yer saha hâkimiyeti kurarak gövde gösterisi yapmıştır. Tüm bunlar Kürt hareketinin kitleler üzerindeki etkisini ve onlardan aldığı desteği genel anlamda daha da arttırmıştır.
En son olarak, Kürt siyasi tutsakların yürüttüğü kitlesel açlık grevleri bir kez daha hükümeti ciddi biçimde zora sokmuş ve hem genelde Kürt hareketinin siyasi gücünü hem de uzun süredir tecrit altında tutulan Öcalan’ın siyasi gücünü bir kez daha açığa çıkarmıştır. Son derece haklı ve olağan demokratik talepler temelinde başlayıp yürüyen kitlesel açlık grevi, Kürt halk kitlelerinde yeni bir seferberliğe yol açarak kenetlenmeyi arttırmış, hükümet genel olarak dış dünyada da yalıtılmıştır. Kitlesel ölçekte ölümlere ramak kalmışken hükümet Öcalan üzerindeki tecridi hafifletmiş ve bu arada onunla yeni bir görüşme sürecini de başlatmıştır.
Aslına bakılacak olursa, yüz yılı aşkın bir süredir inişli-çıkışlı bir ulusal mücadele veren Kürt halkı, ulusal özlemlerine kavuşmak bakımından, belki de şimdiye kadarki en elverişli tarihsel konjonktürü yakalamış durumdadır. Bu konjonktürün temel bileşenleri olarak kapitalizmin genel bunalımı ve emperyalist savaş sürecini düşündüğümüzde, durumun fazlasıyla patlayıcı potansiyel taşıyan bir tablo oluşturduğu açıktır.
Bu haliyle Kürt sorunu, emperyal özlemler taşıyan ve bir sıçrama noktasına gelmiş Türkiye kapitalizmi açısından en büyük handikabı oluşturmaktadır. Sermayenin çeşitli sözcüleri ve bu arada özellikle AKP sözcüleri ile medyası, bu hususu çeşitli biçimlerde dile getirmekten çekinmiyorlar. Onlar giderek Kürt sorununu bir “fırsata” çevirmekten söz ediyorlar. Bölgede zengin enerji kaynaklarına sahip ve elbette Türkiye’nin ağabeyi olduğu (“büyük Türkiye”), büyük bir Türk-Kürt birliği ya da ittifakı hayalleri süslemekte. Radikal’in genel yayın yönetmeni Eyüp Can’ın “şiir gibi” diyerek, MGK’da bile konuşulduğunu aktardığı haliyle, “Kürtler Türkiye’yi bölmeyecek, Türkiye Kürtlerle büyüyecek”.
İşin aslı Kürt hareketi de elde edeceği ulusal kazanımlar karşılığında bu yaklaşıma hayır dememektedir. Bizzat Öcalan’ın yıllardır dile getirdiği hususlar bir yana, sadece son dönemden bir örnek olarak Zübeyir Aydar’ın şu sözlerini aktarabiliriz:
“Sürekli bölücü terör örgütü ya da bölücülük deniyor, kimsenin ülkeyi böldüğü falan yok. O sınırların değişmesini isteyen de yok. Ama eğer çözüm olmazsa parçalanma riski var. Barışla yaşanacak çözümdeyse parçalanma, bölünme değil büyüme var. Bunu artık herkes görsün. Osmanlı dağılırken, 1918’de son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Misak-ı Milli kararı alındı. Bu kararlar içerisinde Musul ve Kerkük ile Suriye’nin bazı bölgeleri yani Güney Kürdistan da bu sınırların içindeydi. Ama Kürt çoğunluğun büyük kısmı dışarıda bırakılmış. İngilizlerin, Fransızların çizdikleri bu sınırlar bizim için neden kutsal olsun?”
Sonuç olarak Türkiye’nin egemenleri bu sürece gönül rızasıyla, hoşlukla gelmemişlerdir. Kürt halkının sorunlarını çözmek ve bir özgürlük rüzgârı estirmek gibi bir dertleri yoktur. Bir yandan sıkışmışlık, bir yandan da sermaye gelişiminin dayattığı zorlayıcı emperyal özlemler, nesnel olarak egemenleri yeni bazı tavizler vermeye ve bu çerçevede Kürt hareketiyle görüşmelere zorlamaktadır. Burada sorun, verilecek tavizlerin Kürt halkının ulusal özlemlerini ve Kürt ulusal hareketinin taleplerini ne ölçüde karşılayacağıdır. Bunlar asgari düzeyde bile karşılanmadan silahlı hareketin tasfiyesi yolunda zorlamalar yapmaya kalkılırsa, sorunun çözümü yolunda anlamlı bir mesafe alınamayacaktır. Nesnellik buyken, devletin ve AKP hükümetinin akla uygun davranıp davranmayacağı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Müzakere mi, tasfiye mi?
Bugünkü süreçle ilgili olarak zihinlerde beliren en önemli soru, hiç kuşkusuz, bu sürecin gerçekten makul bir uzlaşmaya varmayı hedefleyen bir müzakere süreci mi, yoksa Kürt siyasal hareketini, özellikle silahlı hareketi tasfiye etmeye yönelik bir kurgu mu olduğu sorusudur.
Müzakere süreçlerinin savaşın bir parçası ve devamı olduğunu söyledik. O yüzden müzakereler sürerken bir yandan savaş ve çatışmanın da sürmesi bir noktaya kadar anlaşılabilir bir şeydir. Taraflar masa üzerinde konuşurlarken, masa altında tekmeleşme olabilir. Ancak bunun bir sınırı vardır. Tekmeleme masada oturmayı olanaksız hale getirecek düzeyde seyrederse ya da o noktaya varırsa, sonuçta masa devrilir.
Bugün hükümet gerçekten de bir yandan görüşme süreci başlatmakla birlikte bir yandan da tekme atmaya devam etmektedir. Başlangıçta oluşan iyimser ve ılımlı hava genel olarak ortadan kalkmamış olmakla birlikte, bu havanın ilk günlerdeki halini koruduğu söylenemez. Bunun sebebi hükümetin tutumudur. Askeri operasyonlar devam ettiği gibi, Erdoğan bu operasyonları açıkça savunmaktadır. Hızla yapılabilecek yasal düzenlemeler bir türlü yapılmamakta, ya da bir düzenleme yapıldığında, bu, temiz ve net biçimde yapılmamakta, keyfi uygulamalar ve geri dönüşler için daima açık kapı bırakılmaktadır. Örneğin anadilde savunma hakkı getirilmekte, ama bu, birtakım sınırlandırıcı, baskıcı şartlara bağlanmaktadır. Benzer bir tutum hakeza yeni anayasa çalışmalarında da sergilenmektedir.
Keza yeni bir yargı paketiyle “terör” suçunun kapsamının sadece şiddeti içerecek şekilde daraltılacağı ve böylelikle binlerce KCK’lının serbest bırakılacağı söyleniyor. Ama kaç zamandır konuşulan bu düzenleme bir türlü yapılmadığı gibi, son gelinen noktada basına yansıyanlardan, yine esnek tanımlamalar yapılmaya çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Dahası şimdi “terörün finansmanı” kisvesi altında yeni bir baskıcı yasa hazırlanmaktadır. Bununla yargı bile kısa devre edilerek, bir kurul vasıtasıyla devlet keyfi biçimde istediği kurumun mal varlıklarına el koyabilecek.
Öte yandan hükümetin kullandığı üstten dil genel olarak devam ediyor. Her şeyi kendi lütufları gibi gösterme, Kürtleri azarlama, parmak sallama, taciz ve aşağılama devam ediyor. Örneğin Paris’te katledilen Kürt kadın siyasetçilerin cenazesi bağlamında sarf edilen sözler bunun tipik bir göstergesidir. Öncesinde bunun bir sınav olacağını belirten parmak sallamalar, sonrasında da aferin diyerek baş okşamalar açık bir aşağılamadır. Bunun gibi sayısız örnek bulunmaktadır. Bu da müzakere ve savaş sürecinin parçası olarak görülebilir elbette. Ancak yine bunun da bir sınırı vardır. Eğer bir barış ortamı oluşturulacak ve düşmanca hava kalıcı biçimde kırılacaksa, bunun tam tersini yapmak gereklidir.
Hükümetin hareket tarzının hiçbir biçimde güven vermediği ortadadır. Burada burjuvazinin genelde çıkarcı, pazarlıkçı olmasının ötesinde bir durum mevcuttur. Evet, burjuvazi genelde çıkarcıdır, pazarlıkçıdır, ama stratejik bir akılla hareket eden burjuva da vardır, darkafalı burjuva da vardır. Burada ise, en iyi halde bile açık bir çiğlik, alaturka bir darkafalılık her aşamada kendini göstermektedir. AKP başka birçok alanda olduğu gibi burada da, sonradan görmüşlere özgü küçük dağları ben yarattım edasıyla hareket etmektedir. Öte yandan Paris suikastlarının baş zanlısının Ankara’nın derinleriyle alâkalı olduğu çok geçmeden açığa çıkmış durumda. Ama hükümet ve şürekâsı daha ilk günden suçu PKK’ye yıkmış, hatta Almanya’da bunun devamının geleceğini bile söylemiştir.
Hükümetin açıkça yapmaya çalıştığı bir şey de, Kürt hareketini bölmek, zaafa düşürmektir. Şimdilerde bu özellikle Öcalan üzerinden yapılmaktadır. Hükümet bir tutsak olarak elinde tuttuğu Öcalan’ı PKK’ye karşı bir koz olarak kullanmakta, Öcalan ile örgütü arasında ayrılık yaratarak Kürt hareketinin beklentilerini düşürmeye çalışmaktadır. Öyle ki, şimdilerde Kandil’i kötülemek adına Öcalan olumlu bir figür olarak öne çıkarılmakta, neredeyse övülmektedir. Ama öte yandan PKK’nin Öcalan ile irtibata geçmesi de engellenmektedir. Bu çabaların da soruna çözüm getirme niyetiyle pek bağdaşmadığı görülüyor.
Hükümetin bu süreci seçimlere, başkanlık sitemine, yeni anayasaya dönük dar hesaplardan bağımsız yürüttüğünü söylemek de mümkün değildir. Öcalan’ı kullanıp Kürt hareketini pasif bir bekleme konumuna sokarak görece çatışmasız bir sükûnet ortamı yaratmak, arada fırsattan istifade yeni anayasa ve başkanlık sistemini geçirmek, Erdoğan’ı başkan koltuğuna oturtmak! Bu pekâlâ söz konusu olabilecek bir hesaptır. Eğer bu hesaplar öne çıkıp belirleyici olursa, süreç geçmişteki örneklere benzer şekilde esasen bir oyalama ve aldatma olarak kalacaktır.
* * *
Kürt sorunu da tarihsel olarak diğer birçok ülkede defalarca yaşandığı üzere sömürgeci güç ile ezilen ulus hareketi arasında bir müzakere süreci evresine girmiştir. AKP sözcüleri ısrarla bu kez “kesin çözümü” hedeflediklerini, taktik bir hamle peşinde olmadıklarını beyan ediyorlar. Bunu göreceğiz. Her halükârda hükümete güven beslememek ve çözüm yolunda somut adımlar için mücadele etmek gerektiği açıktır.
Diğer taraftan Kürt sorunu kaynayan Ortadoğu kazanının ortasında dört ülkeye yayılmış uluslararası bir sorundur. Bu haliyle hem çeşitli bölge güçleri hem de büyük emperyalist güçler kaçınılmaz olarak parmak sokmaktadırlar. Bu bağlamda örneğin Paris suikastlarının da, kimi Kürt siyasetçilerinin de işaret ettiği gibi, bu tür güçlerin işi olabileceği ihtimali asla göz ardı edilmemelidir. Ardındaki gerçek gücün kim olduğu henüz açık olmasa da, bu suikastların müzakere sürecini baltalamak üzere yapıldığını görmek zor değildir. Kürt sorunu Türkiye’nin emperyal arzuları çerçevesinde bir çözüme kavuşacaksa, bunun Ortadoğu’da büyük bir Türk-Kürt ittifakı anlamına gelebileceği ve dengelerde önemli bir değişiklik olacağı besbellidir.
Üstelik sorun sadece bölge güçleri ve büyük emperyalist güçler de değildir. Bölge birçok etnik, dinsel, mezhepsel ayrımlarla karakterize olmaktadır. Tüm bu toplulukların da muhtelif özlemleri ve bunların egemenlerinin çıkarları söz konusudur. Gerçek anlamda özgürlükçü çözümler söz konusu olmadıkça, bu tür ayrımlar daima yeni yeni sorun odakları olarak işlev görebileceklerdir.
Bunların hepsini bir yana bıraksak bile Türk egemen sınıfının tarihsel kabızlığı, basiretsizliği ve alaturka refleksleri daima bir sorun kaynağıdır. En küçük bir arızada tüm sürecin berhava olması pek mümkündür. Dünyanın genel bir ekonomik bunalım ve emperyalist savaş süreci içinde olduğunu ve gidişatın çelişkilerin yumuşaması yönünde değil, daha da keskinleşmesi yönünde olduğunu hatırladığımızda, kolay çözüm beklentilerine kapılmanın yanlış olduğu bir kez daha görülür.
Her halükârda devrimci işçi sınıfına düşen görev, Kürt halkının haklı ulusal özlemlerinin karşılanması için mücadele etmek, düzeni özgürlükçü bir çözüme zorlamaktır. Bu bakımdan müzakere sürecinin mümkün olduğunca aleni biçimde sürmesini, yeni anayasada Kürt halkının temel taleplerinin (anadil, özyönetim hakkı, anayasal güvence) yer almasını, operasyonlara derhal son verilmesini, tüm siyasi tutsakların serbest bırakılmasını, aşağılayıcı ve şoven yaklaşımlara derhal son verilmesini, terör yasalarının derhal lağvedilmesini talep etmek gereklidir.
link: Levent Toprak, Kürt Sorununda Yeni Müzakere Süreci, Şubat 2013, https://marksist.net/node/3191
Türkiye Burjuvazisinin Afrika Seferi
HDK’lı Vekillere Irkçı Saldırı