Türkiye burjuvazisi AKP hükümeti öncülüğünde, işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik saldırılarını planlı-programlı bir biçimde hayata geçiriyor. Bugünlerde, Ulusal İstihdam Stratejisi adı altında hedeflenen büyük bir saldırı paketi var hükümetin gündeminde. Esnek çalıştırmanın yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları gibi başlıkların yer aldığı bu pakette, köşe taşlarından biri kıdem tazminatının gaspı. Kıdem tazminatının kaldırılması aslında çok uzun zamandır patronların gündemini meşgul eden bir konu. Tıpkı pusuya yatmış yırtıcı bir hayvan gibi, burjuvazi işçi sınıfının elinden kıdem tazminatı hakkını almak için uygun zamanı bekliyor.
Kıdem tazminatı nedir?
Kıdem tazminatı işçilerin işlerini kaybetme tehlikesine karşı bir çeşit iş güvencesi tazminatıdır. Kıdem tazminatını bir işyerinde bir senesini tamamlamış işçiler almaya hak kazanıyor. Mevcut yasaya göre işçi haksız yere işten atıldığında veya emekli olduğunda kıdem tazminatı alabiliyor. Ayrıca kadın işçiler evlendikten sonraki bir yıl içinde işten ayrıldıklarında, erkekler ise askere gittiklerinde kıdem tazminatı alabiliyorlar. İşçinin vefatı durumunda ise hak edilen kıdem tazminatını ailesi alabiliyor. Kıdem tazminatının miktarı, çalışılan her yıla karşılık bir aylık giydirilmiş brüt ücret olarak hesaplanıyor. Yani 10 yıl çalışmış olan bir işçi 10 aylık giydirilmiş brüt ücret tutarında kıdem tazminatı almaya hak kazanıyor.
Türkiye'deki yasalar ve işsizliğin boyutu göz önünde bulundurulduğunda kıdem tazminatı işsizliğe karşı iki yönlü bir güvence anlamına gelir. Birincisi kıdem tazminatının maliyeti patronların işçiyi işten atmasının önünde bir engel olduğu için, kısmen de olsa "iş güvencesi" anlamına gelir. İkincisi işten atılan bir işçinin ertesi gün iş bulma şansı yoktur. Kimi zaman aylarca iş bulunamaz. İşte bu süreçte kıdem tazminatı işçinin geçimini sağlamak gibi hayati bir işleve de sahiptir. Çünkü işsizlik fonundan yararlanabilmek için gerekli şartları haiz olmak hem çok zor, hem de buna hak kazanılsa bile alınacak maaş asgari ücretin %80'inden fazla olamıyor.
Kıdem tazminatı aynı adla olmasa da ilk defa 1936 yılında çıkarılan İş Kanununda geçmektedir. Kanunun 13. maddesi şu şekildeydi: "Bilumum işçiler hakkındaki fesihlerde, beş seneden fazla olan her bir tam iş senesi için ayrıca on beş günlük ücret tutarında tazminat dahi verilir." Görüldüğü üzere buradaki tazminat bugünkü kıdem tazminatının oldukça gerisindedir. İşçinin çalıştığı beş yıl hiç hesaba katılmadığı gibi, hak edilen tazminat beş yıldan sonraki her yıl için sadece 15 günlük ücret tutarındadır. Yasa bu şekliyle yürürlükte kalsaydı bugün asgari ücretle 6 yıl çalışan bir işçinin alacağı kıdem tazminatı kabaca 5300 liradan 440 liraya düşerdi.
Türkiye'deki ilk İş Kanunu sadece kıdem tazminatı açısından değil, bir bütün olarak, işçi sınıfının lehine olmaktan epey uzaktı. Türkiye'de devlet eliyle de olsa kapitalist sanayileşmenin başladığı bu yıllar, burjuvazinin gelişimi için gerekli koşulların oluşturulduğu yıllardı aynı zamanda. Cumhuriyetin ilk yıllarında liberal iktisat politikaları ile sanayileşme hamlesinde başarılı olamayan TC, 1929 krizinin de basıncıyla devletçi iktisat politikaları izlemeye başladı. İşte böylesi bir dönemde çıkarılan İş Kanununun amacı kesinlikle işçi haklarını yasal güvence altına almak değildi. CHP'nin önde gelen isimlerinden Recep Peker yeni parti program taslağı üzerinde yaptığı konuşmada niyetlerinin ne olduğunu şöyle açıklıyordu: "Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını ortadan silip süpürecektir."
Burjuvazinin "sınıfçılık şuurundan" korkmasının sebebi Ekim Devriminin tüm dünyada yarattığı etkiydi. Burjuvazinin yüreğine proleter devrim korkusunu salan Ekim Devrimi, dünya emekçilerine ise umut olmuş, kurtuluşun yolunu göstermişti. Türkiye işçi sınıfının, yanı başındaki topraklarda iktidarı ele geçiren sınıf kardeşlerini örnek almasından korkan burjuvazi, işçi sınıfının uyanmaması için gerekli önlemleri almaya çalışıyordu. Bu yüzden 1936 tarihli ilk İş Kanununda işçilere ne sendika kurma hakkı, ne de grev ve toplu sözleşme hakkı tanınıyordu. En temel haklar yasaklanıyordu. Ancak burjuvazinin bu önlemleri işe yaramayacak, işçi sınıfı uyanacak, mücadele ederek bu hakları kazanmasını bilecekti. İyi bilinen bir örnektir. Grev hakkı, 1961 Anayasasında yer alsa da, işçilerin bu hakkı kullanmasının yolunu açan, Kavel işçilerinin yasadışı grevi olmuştur. Yasadışı başlayan Kavel grevinden sonra, grev yasal bir hak haline gelmiştir.
Kıdem tazminatı hakkının bugünkü haline gelebilmesi de ancak işçi sınıfının mücadelesi ile mümkün olmuştur. 1950 tarihli İş Kanununda kıdem tazminatı almak için gerekli görülen süre 5 yıldan 3 yıla düşürülmüş, ancak işçi sınıfı açısından kazanımlar son derece yavaş bir şekilde gelişmiştir. Bununla birlikte 1950'lerden itibaren Türkiye sanayileşmeye başlayıp hızlı bir dönüşüm sürecine girmiştir. Sanayi geliştiği ölçüde proleterleşme hız kazanıyor, proleter hareket de gün geçtikçe büyüyordu. Uzun süren kuraklık döneminden sonra yağmura susamış topraklar gibi, sanayi bölgeleri işçileri içine çekiyor ve her yer baharın geldiğini müjdeleyen grevlerle, eylemlerle yeşeriyordu. Artık kanunlar sadece patronların isteğine göre çıkartılamıyordu. Burjuva devlet, yeri geldiğinde masaya yumruğunu vurma gücünü kendinde gören işçi sınıfının taleplerini de dikkate almak zorunda kalıyordu. 1971'de çıkarılan yeni İş Kanununda kıdem tazminatı ile ilgili önemli bir değişiklik yapmayan burjuva devlet, yükselen sınıf hareketi karşısında tavizde bulunmak zorunda kalacaktı. 1975 yılında yapılan değişiklikle kıdem tazminatı için gerekli olan çalışma süresi bir yıla indirilirken, her yıl için 15 günlük ücret olan tutar da 30 güne çıkarıldı. İşçi sınıfı, mücadelenin meyvelerini toplamaya başlıyordu.
Yukarıda anlattığımız gibi, kıdem tazminatı da dâhil olmak üzere hiçbir sosyal hakkı burjuvazi işçi sınıfına bahşetmemiştir. Burjuvazinin sosyal haklar konusunda taviz vermesi için proletaryanın soluğunu ensesinde hissetmesi gerekiyor. Hem dünyada hem de Türkiye'de sosyal kazanımların ortaya çıkış sürecine baktığımızda bunu somut olarak görebiliriz. Ne zamanki burjuvazi kapitalist düzenin bekasını tehlikede görmüşse, egemenliğini sürdürebilmek için birtakım tavizler vermek zorunda kalmıştır. İlk emeklilik sigortası, işçi sınıfı içerisinde gücü artan Alman Sosyal Demokrat Partisi'ne karşı Bismarck tarafından yürürlüğe konulmuştur. Hakeza ilerleyen yıllarda yükselen işçi hareketi karşısında İngiltere ve ABD de benzer tavizler vermek zorunda kalmıştır.
"İşçi dostu" olarak bilinen Ecevit, Çalışma Bakanı olduğu 1961-65 yılları arasında burjuvazinin neden işçi sınıfına tavizler verdiğini oldukça güzel ifade etmiştir: "Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini kuzeye veya güneye çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu."[1]
Burjuvazi kazanılmış haklara saldırıyor
Burjuvazinin sosyal hakları işçi sınıfına verebilmesi için sınıf hareketinin basıncının yanı sıra, ekonomik şartların da uygun olması gerekmektedir. Burjuvazinin bu hakları tanımak zorunda kaldığı dönemler kapitalizmin canlanma dönemleridir. Nitekim "sosyal devlet" politikalarının hayata geçirildiği asıl dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Burjuvazi, bu dönemde yaşanan ekonomik yükseliş sayesinde işçi sınıfını sosyal haklarla satın alma politikasına başvurmuştur. Nitekim bunda başarılı da olmuştur. İşçi sınıfına önderlik yapan reformistlerin eliyle, işçi sınıfı kapitalizmin "sosyal devlet" politikalarıyla ıslah edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Reformist ve Stalinist partiler, yaşanan bu "refah döneminin" ilânihaye süreceği yanılsamasını beslemiştir. Hâlbuki bu durum kapitalist canlanma döneminin ve proleter devrim korkusunun bir ürünüydü. Bu ikisinin olmadığı koşullarda burjuvazinin işçi sınıfına sosyal hakları altın tepside sunması eşyanın doğasına aykırı olurdu. 70'li yıllardan sonra ne ekonomik canlanma kaldı, ne de burjuvazinin proleter devrim korkusu. Bundan sonra sürecin nasıl devam ettiğini daha önce şöyle yazmıştık:
"Ehlileşerek düzenin temel payandaları haline gelen geleneksel sol partiler ve sendikalar sayesinde zaman içinde devrim tehdidinin geçtiğine ve SSCB'nin kapitalist ülkelerde devrim gibi bir derdinin olmadığına da iyice kani olan burjuvazi daha önce vermek mecburiyetinde kaldığı ödünleri geri almak üzere saldırıya geçmekte sakınca görmedi. O günlerden bu yana süren bu saldırılarla işten çıkarmalar ve dolayısıyla işsizlik artmış, çalışma koşulları ağırlaşmış, reel ücretler gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, emeklilik yaşı yükselmiş, emeklilik gelirleri düşmüş, sağlık ve eğitim gibi temel bazı hizmetler işçi sınıfı için ulaşılması giderek daha zor hizmetler haline gelmiş, yoksulluk artmış, güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlaşmış, işçiler her düzlemde örgütsüzleşmiş ve ağır kayıplara uğramışlardır. Tüm bu saldırıların sonucunda, artık burjuva medyanın bile saklayamadığı biçimde, gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine muazzam bir bozulma yaşanmıştır. Bunun anlamı, işçi sınıfının, kendi yarattığı değerin artık daha azını elde ediyor olmasıdır ki, tüm saldırıların hedefi de zaten buydu. Bu süreç bitmemiştir, aksine artan bir pervasızlıkla sürmektedir."[2]
Bu tespit aradan geçen yıllar boyunca çok açık bir biçimde doğrulanmıştır. Özellikle 2008'le birlikte saldırılar yeni bir ivme kazanmıştır. Sadece iflasın eşiğine gelen Yunanistan'da değil, aynı duruma düşmek istemeyen diğer ülkelerde de işçi sınıfına kabarık bir fatura çıkarılmıştır. Süreç hâlâ bitmemiştir, burjuvazi çekmecelerinde yeni saldırı paketlerini hazırda tutmaktadır. Türkiye burjuvazisinin çekmecesinde ise kıdem tazminatının gaspı bulunmaktadır.
İşçiler için hayat-memat meselesi olan kıdem tazminatı, patronlar sınıfı tarafından "istihdam maliyeti" olarak görülüyor. İşçiyi istediği gibi işten atmak isteyen patronlar, kıdem tazminatının kaldırılmasını istiyorlar. İlk aşama olarak da kıdem tazminatının bir fona devredilmesini planlıyorlar. Daha 2003 yılında kabul edilen 4857 nolu İş Kanununda bu niyetlerini ortaya koydular. Geçici maddeye göre "Kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulur. Kıdem tazminatı fonuna ilişkin Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar işçilerin kıdemleri için 1475 sayılı İş Kanununun 14. maddesi hükümlerine göre kıdem tazminatı hakları saklıdır."
Burjuvazi kıdem tazminatını gasp etmek için uygun zemini bulamadığından 9 senedir fon hakkındaki bu kanun çıkartılamadı. Hükümet kıdem tazminatı fonunu her gündeme getirdiğinde gelen tepkiler üzerine, geçici de olsa bu planını rafa kaldırdı. Ancak son iki yıldır bu saldırıyı gerçekleştirmek için hazırlıklarına hız verdi. AKP, daha önce çıkarttığı birçok yasada olduğu gibi bu konuda da geçerli mevzuatın ve uygulamanın yetersiz ve problemli yanlarını öne çıkartarak tepkiyi önlemek istiyor. Medya kıdem tazminatının fona devrini bir iyileştirme olarak lanse ediyor. Özel sektörde işçilerin sadece %7'sinin kıdem tazminatı alabildiği, fon kurulursa tazminatların devlet güvencesi altına alınacağı yalanı arsızca tekrarlanıyor. Oysa biliyoruz ki geçmişte kurulan fonların hepsi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda iç edildi. Ancak hafıza-i beşer nisyan ile malul olduğu için bu tür fonların başına gelenler akıldan çıkıyor.
AKP hükümetinin, kıdem tazminatının fona devredilmesini meşrulaştırmak için başvurduğu çarpıtmalardan biri de taşeron işçilerin durumudur. Taşeron çalışmanın en büyük sorunlarından birisi kıdem tazminatının alınmasında ortaya çıkan sorunlardır. Taşeron şirketlerin bünyesinde çalışan işçilere bir yıl dolmadan çıkış-giriş yapılıyor. Yasaya göre, taşeron şirket değişse bile, işyeri aynı olduğu için işçinin kıdem hakkı saklı kalıyor. Fakat uygulamada böyle olmuyor. Ancak dava açılarak kıdem tazminatı alınabiliyor. Hal böyle olunca da taşeron işçileri birkaç yıl aynı işyerinde çalışsa bile, çoğunlukla kıdem tazminatını alamıyor. İşte AKP hükümeti bunları gündeme getirerek, "Artık herkes kıdem tazminatı alabilecek" yalanını söylüyor. AKP'nin niyeti gerçekten bu olsaydı, öncelikle taşeron sistemini yasaklar, sonra da hak ettiği kıdem tazminatını alamayan işçilerin alacaklarını karşılayacak bir fon kurabilirdi. Ancak biliyoruz ki niyet bu değil. Niyet patronların sırtında bir yük olarak görülen kıdem tazminatının kaldırılması, işçilerin tazminatsız işten çıkarılabilmesidir. Böylece kıdem tazminatına el konarak, işgücü maliyeti daha da aşağılara çekilmiş olacak.
İşçi sınıfının kazanılmış haklarının korunmasının yolu öncelikle bağımsız bir sınıf politikasına ve doğru temellerde yürütülen bir mücadele anlayışına sahip olmaktan geçer: " 'Sosyal devlet', 'refah devleti' perspektifiyle verilecek mücadelenin, tüm reformist stratejiler gibi, ufku sınırlıdır ve başarı şansı yoktur. Özellikle son çeyrek yüzyılda tüm dünyadaki mücadeleler bunu çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Bu dönemde işçi sınıfının bu saldırılara karşı mücadelesine yön veren reformist strateji onun sürekli olarak kaybetmesine yol açmıştır. Aslolan işçi sınıfının devrimci mücadelesidir ve her türlü reformlar ve kazanımlar da bu mücadelenin şu ya da bu biçimdeki yan ürünleri olarak elde edilmişlerdir. İşçi sınıfı ne zaman düşmanın yüreğine bir devrim korkusu saldıysa o zaman kazanmış, ne zaman bu niteliğini yitirmişse kaybetmiştir."[3]
link: Suphi Koray, Kıdem Tazminatı Nedir, Nasıl Kazanılmıştır?, Mart 2012, https://marksist.net/node/2982
Bölüm 15 - Moyer, Haywood ve Pettibone
KESK Grevinde 4+4’lük “Polis Terörü”