Burjuva devletin işçi sınıfına yönelik saldırı politikaları eşliğinde 2012 bütçesi meclisten geçti. Her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe işçi sınıfının gündemini meşgul etmedi. Oysa bu konu işçi sınıfını yakından ilgilendirmektedir, çünkü bütçeler gerek devletin sınıfsal meşrebinin teşhir edilmesi açısından, gerekse kaynakların sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda nasıl ve ne şekilde kullanıldığını göstermesi açısından önemlidir. Üstelik kriz ve savaş dönemlerinin bütçeleri, işçilerden, emekçilerinden alınan vergilerle militarist harcamaların olabildiğince arttığı, kriz bahanesiyle işçi sınıfının her türlü ekonomik ve sosyal haklarına saldırıldığı, vergilerin batan veya batmakta olan patronlara aktarıldığı bütçelerdir.
Burjuva devlet “vergi kutsaldır”, “vergimi veriyorum, vatanımı seviyorum” söylemiyle emekçi kitleleri soyup soğana çevirmektedir. İşçiler için “kutsal” olan vergi, sermaye sınıfına gelince birden kutsiyetini yitirmektedir. AKP hükümetinin hazırladığı 2012 yılı bütçesine baktığımızda kimin ne kadar vergi ödeyeceğini, vergilerin ne şekilde kimlere tahsis edileceğini ve işçi sınıfına yönelik ekonomik ve sosyal saldırıları net bir şekilde görüyoruz. Oluşturulan 2012 yılı bütçesinde gelirler yaklaşık 330 milyar lira iken, giderler 351 milyar liraya çıkıyor. 278 milyar liraya yakın bir vergi geliri öngörülürken, giderlerin yaklaşık 50 milyar lirasını faiz ödemeleri oluşturuyor. Yine bu yıl, 21 milyar liralık bütçe açığı, 29 milyar liralık da faiz dışı fazla bekleniyor.
Toplanacak 278 milyar lira verginin yaklaşık 30 milyarı işçilerden kesilen gelir vergisinden oluşmaktadır. 158 milyar lirasını ise, ağırlıklı kısmını emekçilerin ödediği KDV ve ÖTV oluşturmaktadır. Her yıl olduğu gibi bu yıl da vergi gelirlerinin büyük bir kısmı, işçi-emekçilerin ödediği dolaylı vergilerden ve işçi ücretlerinden kesilen gelir vergisinden oluşmaktadır. Bu arada, Türkiye ekonomisinin dünyada en hızlı büyüyen ikinci ekonomi olmasıyla övünen patronlar 2011 yılında 23 milyar liralık kurumlar vergisi öderken, bu yıl bu miktar sadece 4 milyarlık bir artışla 27 milyar lira olarak bütçe kalemlerine girmiştir. Oysa büyük bir kısmını emekçilerin ödediği KDV ve ÖTV’nin bütçedeki yıllık artışı 29 milyar liradır. Yani devlet, ettikleri onca kâra rağmen kapitalistlerin vergisini arttırmak yerine, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan emekçilerin sırtına yüklediği dolaylı vergileri arttırmaktadır. Büyüyen Türkiye ekonomisinde işçilerin payına, büyüyen vergiler düşmektedir.
Sayıları 1’den 38’e çıkan dolar milyarderi patronların bu kadar az “kutsal” vergi ödüyor olmaları bizleri şaşırtmıyor. Çünkü burjuva devlet, sermaye sınıfının vergi ödememesi için her türlü imkânı sağlıyor. Üç kuruşluk borcu olan vatandaşın gırtlağına sarılan devlet, iş burjuvaziye gelince yatırım, istihdam vb. bahanelerle çeşitli indirimler yaparak sermayeyi vergi yükünden kurtarmış oluyor. Örneğin devletin serbest bölge ilan ettiği yerlere yatırım yapan patronlar altyapı hizmetlerinden ucuza ya da bedavaya yararlanırken vergiden de muaf tutulmaktadırlar. Maliye bakanı Mehmet Şimşek, Ankara Ticaret Odasında yaptığı bir konuşmada patronlara nasıl kıyak yaptıklarını anlatırken, kurumlar üzerindeki toplam vergi yükünün 2002’de yüzde 65 iken şimdi yüzde 34’e kadar indiğini, kurumlar vergisinin yüzde 20 hatta yeni yatırımlar için yüzde 2’ye kadar düştüğünü söylüyor. Ancak işçilerin asgari ücretinden alınan gelir vergisine gelince indirimin “i”sinden söz edilmiyor. Maliye bakanı asgari ücretin vergi dışı bırakılmasıyla ilgili tartışmalara, “Asgari geçim indirimini getirdik. Daha önce asgari ücret üzerinden efektif olarak yüzde 12,8 vergi alınırken, şimdi asgari ücretlinin aile, yani sosyal durumuna göre yüzde 0 ile maksimum yüzde 5,3 oranında vergi alıyoruz” diyerek cevap veriyor. Yani maliye bakanına göre asgari ücretten alınan vergi işçilere ödenen asgari geçim indirimi ile azaltılmış. Bakana hatırlatmak gerekir ki, indirim dediği şey daha önce toplanan fişler karşılığında “vergi iadesi” olarak veriliyor ve gelir vergisinden mahsup ediliyordu. Şimdi değişen ne? Vergi iadesinin adının asgari geçim indirimi olarak değişmesi işçilerin vergi yükünde nasıl bir azalmaya yol açmıştır acaba?
Bütçe gelirleri nereye harcanıyor?
Bütçe gelirlerinin büyük bir bölümü işçi-emekçilerden alınan vergilerden oluşmasına rağmen, eğitime ve sağlığa, sosyal harcamalara ayrılan pay her yıl düşmektedir. Özellikle neo-liberal politikalarla birlikte işçi sınıfının sosyal ve ekonomik hakları gasp edilmiş, eğitim ve sağlık paralı hale getirilmiş, böylece bütçeden eğitime ve sağlığa ayrılan pay sermaye sınıfına aktarılmıştır. AKP hükümeti, bütçeden eğitim ve sağlığa ayrılan payın arttığından dem vuruyor. Bakan bütçe konuşmasında Milli Eğitim Bakanlığının bütçesini %14,8 arttırarak 39,2 milyar liraya çıkardıklarını söylüyor. Görünüşte bir artış ve iyileştirme varmış gibi duruyor. Oysa her yıl artan öğrenci sayısı, buna bağlı öğretmen, derslik, laboratuar vb. ihtiyacı düşünüldüğünde, bu artışın son derece yetersiz olduğu görülmektedir. Ayrıca eğitime ayrılan payın milli gelire oranı 2010 yılında yüzde 2,7’ye denk gelirken, 2012 yılında da bu oran aynı kalmıştır. Yani Türkiye’ ekonomisi ne kadar büyürse büyüsün eğitime ayrılan pay yerinde saymaktadır.
Diğer taraftan eğitim sektörü burjuvazi açısından kârlı ve geleceği parlak bir sektör haline gelmiştir. Sayısı 69’u bulan özel üniversiteler ile sayısı her geçen gün artan özel okullar ve dershaneler, eğitimin fiili olarak paralı hale geldiğini açıkça göstermektedir. Dolayısıyla devlet bütçesinden eğitime ayrılan pay reel olarak düşerken, buradan yapılan kesinti doğrudan sermayeye aktarılmaktadır. Sağlıkta da tablo aynı durumdadır. AKP hükümeti işçilerin, emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını birer birer ellerinden almaktadır. Bunlardan biri de, milyonlarca yoksul emekçinin sağlık güvencesi olan yeşil kart uygulamasının yeniden düzenleme yoluyla kısıtlanmasıdır. Yeni uygulamaya göre 219 TL üzerinde gelire sahip olanlar sağlık hizmetinden ücretsiz yararlanamayacaklar. Yani milyonlarca yoksulun ücretsiz sağlık hakkı elinden alınıyor, paran yoksa öl deniliyor.
Ayrıca muayene ve tedavi sürecinde alınan katkı payları ile sağlık adım adım paralı hale getirilmektedir. Diğer yandan, sermaye hükümeti, 2002 yılında 2,4 milyar lira olan Sağlık Bakanlığı bütçesini on yıl içinde 13,8 milyara çıkardığını, herkese özel hastanelerde tedavi imkânı sağlandığını söylüyor. Ne tezattır ki, sağlığa ayrılan pay bu yılın bütçesinde %16 oranında düşmüştür. Sağlık harcamalarını arttırdık dedikleri şey ise, özel hastaneye giden vatandaşa en eften püften durumlar karşısında bile olmadık tahliller ve tetkikler yapılarak çıkarılan faturanın devlete ödettiriliyor olmasıdır. Böylece bütçeden sağlığa ayrılan pay özel hastaneler aracılığıyla yine sermaye sınıfının cebine aktarılırken, milyonlarca sigortasız işçi-emekçi sağlık hakkından yoksun yaşamaya mahkûm ediliyor.
Yine vergi gelirlerinin önemli bir kısmı, faiz giderleri adı altında yerli ve yabancı sermayeye aktarılıyor. Toplanacak 278 milyar liralık verginin 50 milyar lirası, yani yüzde 18’i, borç ve faiz adı altında sermayeye gidecektir. Bu rakamın eğitim, sağlık ve birçok bakanlığın bütçesinin toplamından büyük olması, toplanan vergilerin nereye gittiğinin bir resmidir.
Devletin toplanan vergileri sermaye sınıfına akıtmasının kanalları bununla sınırlı değildir elbette. Bütçede sağlığa ayrılan pay düşerken, her yıl olduğu gibi bu yıl da savunma ve silahlanma harcamaları istikrarlı bir şekilde artmayı sürdürüyor. 2012 bütçesinde Milli Savunma Bakanlığına ayrılan pay yüzde 7,4 arttırılarak 18,2 milyar liraya yükseltildi. Askeri harcamalar sadece bu bakanlığın bütçesiyle sınırlı değildir. Buna Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığını, Emniyet ve MİT’in bütçesini eklediğimizde bu miktar 36 milyarı buluyor. “Savunma ve güvenlik” adı altında yapılan savaş harcamalarının gerçek miktarı ise, ek bütçelerle, Savunma Sanayi Fonundan yapılan harcamalarla vb., bu miktarı kat be kat aşmaktadır.
Görüldüğü gibi, Türkiye burjuvazisi ve emrindeki AKP hükümeti, emperyalist hayallerini gerçekleştirmek için “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganıyla militarist harcamalarını arttırıyor. Genişleyen emperyalist savaş süreci ile bütün burjuva devletler bütçelerinin önemlice bir kısmını silahlanmaya ayırmış durumdadırlar. Bir taraftan Kürt sorununu baskı, inkâr ve imha yoluyla çözmeye çalışan burjuva devlet, diğer taraftan da gözünü Ortadoğu’ya dikmiştir. Bu bağlamda milliyetçilik kışkırtılarak savaşa uygun bir toplumsal zemin yaratılmakta, böylece sosyal harcamalar kısıldığı, vergi yükü arttığı ve yaşam koşulları gittikçe zorlaştığı halde devletin toplanan vergilerin çoğunu militarist harcamalara ayırması emekçilerin dikkatinden kaçırılmaktadır.
Krizle birlikte baskılar artmakta, demokrasinin sınırları daralmakta, ırkçılık, milliyetçilik yükseltilmektedir. Örneğin Emniyet Genel Müdürlüğünün bütçesi bir yıl önce 10,5 milyar lira iken, bu yıl 12 milyar liraya yükseltilmiştir. İşçi-emekçilere geldiği zaman kaynak yetersizliğinden dem vuran burjuva devletin, iş baskı aygıtlarını beslemeye geldiği zaman gözü kimseyi görmüyor. Yani emekçi kitlelerin ödediği vergiler yol, su, elektrik olarak değil, bomba, cop, biber gazı olarak geri dönüyor.
Dolaylı vergi soygunu
Burjuva devlet emekçilerden topladığı vergileri pervasızca sermaye sınıfına aktarırken, vergi sistemi de büyük bir adaletsizlik üretmektedir. Bu adaletsizliğin önemli bir ayağını da dolaylı vergiler oluşturmaktadır. Dolaylı vergiler, gelir farkına bakılmaksızın herkesten aynı oranda alınan vergilerdir. “Aylık kazancı 500 lira olan bir işçiyle 50 bin lira olan bir kapitalisti ele alalım ve her ikisinin de 50 liralık doğal gaz tükettiklerini varsayalım. Burjuva hükümetin sözcülerine bakacak olursak, ödeyecekleri KDV miktarı her iki ‘vergi yükümlüsü’ için de eşittir: yüzde 18. Ancak bu eşitlik, yalnızca ödenen miktarın yüzdesini ilgilendiren bir eşitliktir ve gerçekte aldatmacadan ibarettir. Devletin saldığı bu dolaylı vergiyi işçinin ve kapitalistin gelirine oranlayacak olursak karşımıza bambaşka bir sonuç çıkacaktır. 50 liralık doğal gaz karşılığında işçi gelirinin yaklaşık yüzde 2’sini KDV olarak ödemekteyken, kapitalist gelirinin sadece yüzde 0,02’sini, yani on binde 2’sini KDV olarak ödemektedir. Bu adaletsizlik, etten süte, sudan elektriğe, telefondan akaryakıta en yaşamsal ürünlerde aynı uçurumla varlığını korumaktadır. Ödenen KDV, ÖTV türü dolaylı vergilerin gelire oranı işçi yoksullaştıkça artmakta, buna karşılık kapitalist zenginleştikçe azalmaktadır. İşte dolaylı vergilerin adaletsizliği ve soygunun aleniliği!” (İlkay Meriç, Burjuva Devletin Bütçesi ve Vergiler, MT, no:45)
Burjuvazi için dolaylı vergiler bulunmaz bir nimettir. Bütçe açığını kapatmak için kaynak hazırdır, dolaylı vergiler! Türkiye OECD ülkeleri içinde en fazla dolaylı vergi toplayan ülkelerin başında gelmektedir. Üstelik en çok dolaylı verginin toplandığı akaryakıt, elektrik, su, doğalgaz, sigara, alkollü içki gibi ürünlere birbiri ardına yapılan zamlarla, ödediğiz KDV ve ÖTV gibi vergiler de otomatik olarak artmaktadır.
Sömürü çarkına çomak sokmak gerek
Kapitalist sistemde her şeyin seyrini belirleyen sınıf mücadelesidir. Toplanan vergilerden, oluşturulan bütçeden kimin ne kadar pay alacağı da sınıf mücadelesinin durumuna bağlıdır. Bugün için işçi sınıfı örgütsüz ve güçsüz bir durumdadır. Böylesi bir durumda bütçeden aslan payını burjuvazi alırken işçi sınıfına kırıntılar kalmaktadır. Kuşkusuz işçi sınıfının örgütlü gücünün yüksek olduğu dönemlerde burjuva devlet vergi yükünü işçi sınıfının üstüne bu kadar yıkamamakta, bütçe gelirlerini bu kadar pervasızca egemen sınıfa peşkeş çekememektedir. Burjuva devlet, işçi sınıfının örgütlü gücü karşısında sosyal harcamaları arttırmak zorunda kalmakta, haliyle bütçeden eğitime, sağlıktan ulaşıma vb. daha fazla pay ayırmaktadır. Ne var ki sınıf hareketi zayıflamaya başlayınca sermaye devleti kaşıkla verdiğini kepçeyle almakta gecikmemektedir. Nitekim burjuvazi devrim korkusuyla uyguladığı “sosyal devlet” politikasını devrim korkusu ortadan kalkınca hızla değiştirmiş, uyguladığı neo-liberal politikalarla işçi sınıfının sosyal ve ekonomik haklarına saldırmaya başlamıştır.
Nihayetinde oluşturulan bütçe burjuvazinin bütçesidir. Dolayısıyla harcamalar da burjuvazinin çıkarları doğrultusunda olacaktır. Ancak burjuvaziyi besleyen bu bütçenin büyük bölümü işçi-emekçilerden toplanan vergilerden oluşmaktadır. Tezatlık da buradadır. Burjuvazi hem işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyarak onu sömürmekte, hem de ondan topladığı vergilerle ona baskı uygulayan devlet mekanizmasını beslemektedir. Dolayısıyla işçi sınıfı kendisinin olmayan, kendisini ezen ve baskı altına alan burjuva devletin finansörlüğünü yapmaktadır. Gerçek çözüm, kapitalist sömürü çarkına çomağı sokmak ve sömürü mekanizmasını yok etmekten geçmektedir. Ancak o zaman insanların sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarının gerçek anlamda karşılandığı bütçeler oluşturulabilir. Bu bütçeyi oluşturacak olan, bizzat iktidarı eline alan işçiler olacak ve kaynaklar savaş için değil emekçilerin parasız eğitim, sağlık, konut, ulaşım gibi ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılacaktır.
link: Hakan Sönmez, Burjuvazinin 2012 Yılı Bütçesinden Yansıyanlar, Ocak 2012, https://marksist.net/node/2898
Batı Demokrasilerinde “Derin Devlet” Olmaz mı?