Dolmabahçe’de Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle yaptığı toplantı vesilesiyle gerçekleştirilen öğrenci protestoları ağır bir polis vahşetine maruz kaldı. Bundan iki gün sonra da Ankara SBF’de AKP ve CHP sözcüsü iki anayasa profesörünün (Burhan Kuzu ve Süheyl Batum) yapmayı planladıkları konuşmalar öğrenciler tarafından yumurta atılarak engellendi ve polislerin de yöneticiler tarafından okula sokulmasıyla arbede çıktı. Bu gelişmelere ilişkin görüntülerin burjuva medyada geniş biçimde yer almasıyla, halen de devam eden bir tartışma süreci yaşanmakta.
Bu hadiseleri ve bunlar üzerinden yürüyen tartışma ve saflaşmaları doğru bir noktadan kavramak için öncelikle genel bir tespit yapmak gerekiyor. Bu öğrenci eylemlilikleri, her biri değişik yönden olmak üzere, kamplaşma ve çatışma içinde olan düzen güçlerinin bir bütün olarak ikiyüzlülüğünü ortaya sermiştir. Tüm tablo, Türk tipi (alaturka) burjuva demokrasisinin ne menem bir şey olduğunu dört başı mamur biçimde göstermektedir.
AKP demokratlığının dibi
Elbette burada en başa AKP’nin demokratlığının zoraki ve güdük karakterinin bir kez daha teşhir olmasını koymak gerekiyor. İş kendisine yönelik darbeci girişimlere ve devlet aygıtının burjuva demokrasisi çerçevesinde kısmi bir yeniden düzenlenmesine geldiğinde, ya da kendi oy deposu olarak gördüğü bazı toplum kesimlerinin (başörtülü öğrenciler gibi) demokratik taleplerine sahip çıkıyormuş görünmeye çalıştığında demokrat kesilen AKP, işçiler, öğrenciler, Kürtler gibi ezilenler kendi taleplerini sokaklara dökülerek ortaya koyduğunda, özellikle Türkiye’deki tüm burjuva düzen partilerine özgü tipik zorba yüzünü göstermekten geri durmuyor. Bir yandan bunu açık polis vahşeti biçiminde fiziki şiddetle ortaya koyuyor, bir yandan da, konu tartışılırken ileri sürdüğü düşüncelerle, demokratik değerler bakımından ne denli sığ bir zihniyete sahip olduğunu sergiliyor.
Öğrencilerin olağan düzen ölçüleri içinde bile son derece ılımlı taleplerle yaptığı ve hatta katılımın da oldukça sınırlı olduğu bir eylem karşısında böylesi bir polis terörüne kolayca yönelebilmek ve ardından da bunu cansiperane savunmaya girişmek başka nasıl tasvir edilebilir? Hem de tam bugünlerde birçok Avrupa ülkesinde çok daha kitlesel ölçekte ve çok daha şiddetli öğrenci eylemleri yaşanırken. Parlamento binalarının kuşatıldığı, devlet binalarının, büyük şirketlerin binalarının, bankaların, sokakların, arabaların ateşe verildiği bu eylemleri bile kimse kalkıp kolayına gayrimeşru ilan etmeye cüret edemezken...
Genel olarak AKP’nin çizgisini destekleyen liberal bir yazar bile, daha önceki yıllarda yazdığı şu satırları tekrar hatırlatmak zorunda hissediyor kendini: “AKP yönetiminin ‘vermeyi sevmesi’, ama ‘istenmesinden aşırı ve tepkisel bir tedirginlik duyması’, iş bırakan doktorlara, talepte bulunan meslek kesimlerine gösterilen sert tepki, millî güvenlik gerekçesiyle iptal edilen grevler, bireysel ya da grupsal taleplere karşı takınılan sert ve dışlayıcı tutum, bildik bir zihniyeti sergilemektedir. AKP toplum ve bireyi, ‘makul ve edilgin olduğu’, ‘açık ve örgütlü talepte, girişimde bulunmadığı’, ‘kendisi için atılan doğru adımları gördüğü’ oranda toplum ve birey olarak kabul etmektedir...” (Ali Bayramoğlu) Tüm bu satırlara katılan aynı düşünce çizgisindeki Ahmet Altan da, AKP için yapılan “kendisi verir ama ondan istenirse öfkelenir” tarifinin aynı zamanda “ağanın” tarifi olduğunu hatırlatıyor. AKP’nin çelişik varoluşunun önemli bir yönünü anlatmak bakımından gerçekten de isabetli bir tariftir bu. Eskiden “komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen zihniyete benzer biçimde, “demokratlık lazımsa onu da bir yaparız” diyen tanıdık bir zihniyet söz konusudur: Kimse ses çıkarmamalı, talep yükseltilmemeli, herkes halim selim olmalı, bir şey gerekliyse biz veririz!
Bu zihniyetin tartışmalardaki yansımasını görmek bakımından, AKP sözcülerinin ve AKP yanlısı medyanın kullandığı argümanlardan bazılarını aktarmak yerinde olur. Örneğin Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle yapacağı toplantıyı protesto etmek ve bu toplantıya üniversite sorunları çerçevesinde müdahil olmak isteyen öğrencilere “davet edilmediğiniz yerde ne işiniz var” diye çıkışmasına ne demeli? Demek bir şeyi protesto etmek ya da ona müdahil olmak için ancak resmi olarak davetli olmak gerekiyor! Ya da diğer AKP sözcülerinin, yumurta eylemleri karşısında “yumurta atma özgürlüğü diye bir özgürlük bilmiyorum” türü sözlerine, “omlet yapalım” gibi sululuklara ne demeli? Yumurta atarak demokratik eylem olmazmış, ancak entelektüel tartışmayla olurmuş! Bu tür sözlerde sırıtan zihniyet, gösteri ve protesto hakkı gibi, insanlığın binlerce yıllık toplumsal-siyasal mücadelelerinin ürünü olarak şekillenen ve tarihsel kazanımlar halini alan demokratik geleneklerin doğasına tümüyle yabancı bir zihniyettir.
“Polise karşı orantısız güç kullanıldı” gibi pişkin sözler de; örgütlenme doğal bir anayasal hak olduğu halde, hâlâ “örgüt” kelimesini bir umacı gibi kullanarak, “bu işin arkasında örgüt var!” teranesine sarılmak da; ya da birden fazla eyleme katılan öğrenciler var diye, sanki bu çok esrarlı bir şeymiş gibi, “profesyonel eylemciler var!” diye çığırtkanlık yapmak da; tekmelerle karnındaki çocuğunu düşürdükleri öğrenci için bile “hamilenin orada ne işi var!” diyecek kadar pervasızlaşmak da, hep aynı anlayışın kendisini ele verdiği örneklerdir.
Statükocu cephenin ikiyüzlülüğü
Öte yandan, ikiyüzlülüğün AKP ile sınırlı olmadığı da gözden kaçırılmamalı. Örneğin, AKP’ye muhalefet eden statükocu düzen güçleri ve onlarla aynı doğrultuda hareket eden medya organları ikiyüzlü biçimde öğrencilere sahip çıkıyormuş havasına bürünmüşlerdir.
Oysa öğrencilerin başta parasız eğitim talebi olmak üzere, üniversitelerin yönetiminde söz sahibi olma ve YÖK’ün kaldırılması gibi temel ve önemli talepleri tüm bu tartışma sürecinde birkaç kez yarım ağızla söz edilip geçiştirme dışında konu edilmemiştir. Bunlar söz konusu statükocu kesimleri ve onlarla birlikte davranan diğer kesimleri ya hiç ya da pek ilgilendirmemektedir. Dahası bu kesimler aynen AKP gibi parasız eğitime de, üniversitelerin yönetiminde öğrencilerin ciddi anlamda söz sahibi olmasına da karşıdırlar. Onlar yalnızca, doğan durumdan AKP’ye darbe vurmak için yararlanmayı düşünmektedirler.
İşin aslına bakılacak olursa, bu olaylarda öğrenci hareketi içinde baskın olan sosyalist kılıklı sol Kemalist eğilimin de davranış çizgisi özde farklı değildir. Bu durum kendisini Ankara SBF eyleminde açıkça göstermiştir. Büyük medyanın tamamında SBF’deki eylemde AKP’li Burhan Kuzu ve CHP’li Süheyl Batum, birlikte bütün öğrencilerin protestosuna maruz kalmış gibi gösterildi. Oysa Süheyl Batum’u protesto eden öğrenciler, sol Kemalist akımların dışındaki devrimci öğrencilerdi. Bu öğrenciler son derece yerinde bir iş yaparak, protestolarını, CHP’nin suç listesinden bazı tarihsel (Dersim) ve güncel (Akdeniz Çivi’de, Karşıyaka Belediyesi’nde, Buca Belediyesi’nde işçilere yapılanlar gibi) maddeleri konu eden bir ajitasyon eşliğinde gerçekleştirmişlerdir. Ancak bu öğrenciler eylemcilerin toplamı içinde bir azınlığı oluşturuyorlardı ve bu yaptıkları nedeniyle diğerlerinin tepkisine maruz kalmış, onlar tarafından engellenmeye çalışılmışlardı. Çoğunluğu oluşturanlar, pek kolay tahmin edilebileceği üzere, TKP ve Halkevleri gibi sosyalist kılıklı Kemalist akımlara mensup öğrencilerdi. Keza bu sol Kemalist çevrelerin internetteki haber sitelerinde, CHP’lilerin de protesto edildiğine ve salondan kovulduğuna dair tek bir satıra rastlamak mümkün olmamıştır. Eylemin ardından yapılan yürüyüşte de devrimci öğrencilerin “sermaye karşıtlığı” çerçevesinde yükselttikleri sloganları, AKP karşıtlığını dile getiren sloganlarla boğmaya çalışmışlardır.
Bu çevreler, öğrenci ve eğitim sorunlarını olduğu gibi, tüm ülke sorunlarını AKP’ye odaklamaya çabalamakta, CHP gibi Kemalist odakları ise doğal müttefik olarak görmektedirler. Tam da sol Kemalist perspektiflerinin bir ifadesi olarak, CHP’li Süheyl Batum’a yumurta atmayıp, devrimci öğrencilerin Batum’a yönelik protestosunu engellemeye çalışırken, AKP’li Burhan Kuzu’ya yumurta atmaktan geri durmamışlardır. Bu sol Kemalistler yumurta atma türü eylem biçimlerini, yalnızca AKP’lilere karşı değil, ama aynı zamanda görüşlerini benimsemedikleri sosyalist kişi ve çevrelere de yöneltebilmektedirler. Yumurta atmak ayrımsız biçimde tüm egemen sınıf temsilcilerini hedef aldığında bir anlam ifade ederken, demokratları, ilericileri ve başka sosyalistleri susturma amacıyla kullanılması kabul edilemez.
Yüz verilmemesi gereken anlayışlar
Son haftanın tartışmalarında öne çıkan bir başka kesimi de, özetle öğrencilerin yaptıklarının “hoş görülmesi gerektiğini” söyleyenler oluşturmaktadır. Genel olarak öğrenci hareketleri hakkında yorumlar yapan bu kesimler, bir yandan geçmişteki ve şimdiki öğrenci hareketi içindeki ayrımları görmezden geldikleri gibi, bir yandan da genel olarak öğrenci/genç isyankârlığını her toplumda olması gereken “bir renk” olarak, toplumun “haşarı çocukları” olarak resmediyorlar. Mevcut öğrenci eylemliliklerinin somut gerçekliği ne olursa olsun, genel olarak öğrenci gençlik hareketlerini küçümseme anlamına gelen bu tür “şefkatli baba” yorumlarına karşı uyanık olunmalıdır. Bu tutum, “gençtir, sonra akıllanır” anlayışını beslediği ve gençleri küçümsediği gibi, dikkati, gençlerin sorunlarının gerçek anlamda tartışılmasından da uzaklaştırmaktadır.
Tartışmalarda sergilenen bir başka anlayış da, “aman şiddet olmasın”, “ille de barışçıl eylemler yapılsın” anlayışıdır. Mesela Radikal Gazetesinin yönetmeni tipik olarak şunları söylemektedir: “Bildiri okumak, gösteri yapmak, protesto etmek en doğal demokratik hak. Peki ama yol kapatmak, arabalara saldırmak, camları indirmek, Başbakanlık Çalışma Ofisi’ni basmaya kalkışmak yasal ve demokratik bir hak mı?” (Eyüp Can) 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ında da, yürüyüş öncesi polis tarafından öldürülen 3 göstericiden ziyade lalelere ve banka camlarına kafayı takan bu anlayışa kesinlikle prim verilmemelidir. Şiddet sorunu elbette ince bir konudur ve her zaman somut koşulları içinde ele alınmalıdır. Şu ya da bu eylem biçimi belirli somut şartlarda uygun ya da uygunsuz/zararlı olabilir. Ancak egemenlerin şiddeti karşısında ilkesel olarak şiddet karşıtı olmak devrimci işçi sınıfının bakış açısı olamaz. Düzenin şiddetini ve dahası onun şiddet tekelini mazur gören, ama ezilenlerin buna direnmesini, karşılık vermesini gayrimeşru gösteren bu çifte muhasebeli anlayış da mahkûm edilmedir.
Öğrenci hareketi
Avrupa’da son yıllarda öğrenci hareketlerinde bir canlanma başlamış ve bugünlerde İtalya, İngiltere ve Yunanistan’da yeni bir dalga yaşanmaktaysa da, bugün Türkiye’de geniş bir öğrenci hareketi olduğunu söylemek mümkün değildir. Mevcut örgütsüzlük koşullarında Avrupa’daki gelişmelerin kendi başına Türkiye’de anlamlı bir hareket tetiklemesi mümkün değildir. O nedenle “yeni bir 68 olabilir mi” sorusu ekseninde yapılan tartışmalar şu aşamada boştur.
Türkiye’deki yüksek öğrenim gençliği açısından nesnel ve öznel şartlar büyük bir olumsuzluğa işaret etmektedir. Son günlerdeki protestolar burjuva medyada geniş bir yankı uyandırsa da, esasen tüm bu eylemlere katılan öğrencilerin sayısının son derece az olduğunu ve eylemliliklerin üniversite gençliği içindeki etkisinin de son derece küçük olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Aksi, statükocu burjuva medyanın dolduruşuna gelmek anlamına gelir.
Güçlü ve örgütlü bir işçi hareketinin yokluğunda, doğal olarak öğrenci hareketi de görece daha sağlıklı bir zeminde ilerleme şansından mahrum kalmaktadır. Bu da, mevcut Türkiye somutluğundaki küçük öğrenci hareketi üzerinde sol Kemalistlerin baskın olması için uygun bir zemin yaratmaktadır. O halde hem öğrenci hareketinin boyutlarının büyümesi ve hem de Kemalist etkilerden arınabilmesi için temel görev, öncelikle anlamlı bir sınıf hareketinin oluşması yolunda çaba harcamak ve bunun için de işçi sınıfının her düzeyde örgütlülüğünü yükseltmeye odaklanmaktır.
link: Deniz Moralı, Öğrenci Eylemleri ve Düzen Güçleri, 15 Aralık 2010, https://marksist.net/node/2540
Sermayenin Yeni Popülist Alternatifleri
Örgütlüysek Her Şeyiz, Her Şey!