Önümüzdeki Haziran ayında yapılacak olan seçimlere yedi aydan kısa bir sürenin kaldığı bugünlerde, AKP’nin son sekiz yıldır alternatifsiz bir şekilde iktidarını korumasından ve üçüncü iktidar dönemine de bu şekilde girmesinden fazlasıyla rahatsız hale gelen sermaye kesimlerinin yeni seçenekler yaratma arayışları ve bu doğrultudaki çabaları iyiden iyiye hız kazanmış bulunuyor. Referandum öncesinde MHP-CHP koalisyonu hayalleri kuran ve referandumu bu modelin ön yoklamasına ve AKP’ye güvensizlik oylamasına dönüştürmeye çalışan burjuva kesimler için sonuç her iki açıdan da tam bir fiyasko olmuştu. Referandum bir yandan Kürt düşmanlığına dayanan şovenist bir söylemle oylarını arttırmayı planlayan MHP’nin oy kaybına uğradığını ortaya koyarken, bir yandan da CHP’nin lafazanlıktan öteye gitmeyen bir yoksulluk ve yolsuzluk söylemi tutturarak oyunu arttırma şansının bulunmadığını kanıtlamıştı. Dolayısıyla CHP-MHP koalisyonu hayallerinin ömrü pek kısa oldu ve MHP’li hesaplar en azından şimdilik rafa kaldırıldı. Buna karşılık CHP’ye yönelik “yenileştirme” operasyonu referandumdan bu yana daha da derinleştirildi ve vitrindeki bir değişime bile tahammülü olmayan Önder Sav ekibinin tasfiyesiyle, Kılıçdaroğlu süvariliğindeki CHP’ye ikinci bir itki daha verilmiş oldu. Saadet Partisinden ayrılan Numan Kurtuluş önderliğindeki kadrolar tarafından kurulan Halkın Sesi Partisiyle ise burjuvazi yeni bir seçeneği daha piyasaya sundu. Seçimler yaklaşırken, burjuvazi, elindeki tüm medya olanaklarını seferber ederek, gazete ve televizyon söyleşileri, tartışma programları ve haber bültenleri aracılığıyla, popülist bir söylem tutturan bu iki partiyi parlatma telâşına düşmüş bulunuyor.
Egemen sınıfın AKP’ye alternatif olabilecek güçlü bir parti yaratma arzusu ve bu yöndeki çabaları elbette yeni değildir. Ancak tiridi çıkmış tabansız partileri tepeden müdahaleyle güçlendirme girişimleri her seferinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Nihayetinde AKP üçüncü iktidar döneminin arifesinde olduğu bugün de yüzde 40’ı aşkın oy potansiyeliyle halen en güçlü burjuva partisi konumundadır. Onu açık farkla geriden takip eden CHP’nin oy oranı ise Kılıçdaroğlu çıkışına rağmen yüzde 25’ler civarında dolanmaktadır. Bu tablonun TÜSİAD burjuvazisi açısından sorunlu ve alışılmadık bir durum arz ettiği ortadadır. Zira, özellikle içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz koşullarında, iktidarda böylesine uzun dönemli kalma başarısına sahip burjuva partilerin örneğine sıkça rastlamak mümkün değildir. Devrimci durumları bir yana bırakacak olursak, olağan dönemlerde genelde karşılaşılan durum, burjuvazinin sınırsız saldırıları altında inleyen örgütsüz ve dağınık emekçi kitlelerin, bir ya da iki dönem boyunca denedikleri düzen partisinden yüz çevirmeleri ve umudu bir diğer burjuva partide aramalarıdır. Avrupa ülkelerindeki manzara bunun tipik bir örneğidir. Emekçi kitlelerin son yirmi yıldır neredeyse kesintisiz uygulanan neoliberal ekonomik politikalarla yoğun bir saldırı altında bulunduğu bu ülkelerde, geleneksel burjuva sağ ve sol (sosyal demokrat) partilerin dönüşümlü olarak iktidara geldikleri bir tahterevalli oyunu oynanmaktadır. Peki yaşadığımız topraklardaki emekçiler aynı politikalardan ve çok daha büyük bir yoksulluktan muzdarip oldukları halde, AKP neden 8 yıllık kesintisiz iktidarın ardından böylesi yüksek bir oy oranını koruyabilmektedir?
Açıktır ki, her türlü hoşnutsuzluklarına rağmen işçi ve emekçi kitleler, bu sekiz yıl zarfında, karşılarında bıraktık devrimci bir alternatifi, AKP’den daha olumlu bir burjuva alternatif bile görememişlerdir. Kitlelerin gözünde, bir tarafta, değişim vaadiyle gelen, AB’ye giriş süreci doğrultusunda demokratik dönüşümlere girişen, başta Kürt sorunu olmak üzere temel siyasal sorunlarda resmi ideolojiye ters düşen ılımlı politikaları dillendiren, kendisini devletin ve milletin efendisi olarak gören asker-sivil bürokrasiye kafa tutma cesareti gösteren bir AKP bulunmaktadır. Diğer tarafta ise ağzından kan damlayan şoven MHP ile Türkiye’yi daha ileri taşımak ne kelime 10. yıl marşlarıyla yatıp kalkan ve tek parti diktatörlüğü döneminin özlemiyle yanıp tutuşan bir CHP durmaktadır. Dolayısıyla, bu iki partinin ekonomi politikaları açısından da daha olumlu olmadığının bilincinde olan emekçi kitlelerde AKP’yi her şeye rağmen diğerlerine yeğ tutma anlayışı yaygınlığını şimdiye dek korumuştur.
Ne var ki AKP, yaptıkları her hamlede kendi elini güçlendiren siyasal rakiplerinin çapsızlığı sayesinde ve statükocu asker-sivil devletlûların gadrine uğramış mağdur pozisyonunu öne çıkararak şimdiye dek oy oranını muhafaza etmeyi başarsa da bunun ilelebet sürmeyeceği ortadadır. Nitekim AKP ekonomik krizin faturasının tüm yüküyle işçi sınıfının sırtına bindirildiği ve işsizliğin doruğa tırmandığı bir döneme denk gelen 2009 Martındaki yerel seçimlerde belirgin bir oy kaybı yaşamış ve işçi semtlerinin bir bölümünü kaybetmiştir. Bu gelişme, AKP’den rahatsız burjuva kesimleri, yeni parti alternatifleri yaratma yönünde cesaretlendirmiştir.
Eski işleyişten nemalanan statükocu kesimlerin AKP’den rahatsızlıklarının nedeni bellidir. Ancak AKP’nin ipini çekme ya da en azından sıkma arzusu duyan burjuva kesimler bunlarla sınırlı değildir. TÜSİAD çevresinde öbeklenen büyük sermaye de, ekonomik politikalarından büyük oranda memnun olmasına rağmen, kendisine rakip sermaye gruplarını alabildiğine palazlandıran ve dizginlerini tam olarak elinde tutamadığı bir AKP’nin tek başına ve alternatifsiz bir şekilde daha fazla iktidarda kalmasından rahatsız hale gelmiştir. Bunun yanı sıra, her bakımdan çalkantılı bir dönemden geçen bugünkü dünya koşullarında, kitleleri AKP’yle sonsuza dek dizginleyemeyeceğinin de farkındadır.
AKP’den rahatsız olanlar sadece Türkiye içindeki sermaye kesimleri de değildir. AKP hükümetinin, Türkiye’nin hızla büyüyen bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmesinin doğal bir sonucu olarak daha etkin emperyalist politikalar izlemesi, özellikle de İsrail ve İran’a karşı tutumlarında ABD çizgisinin dışına çıkması, ABD’yi ve İsrail’i fazlasıyla kızdırmaktadır.
Bu yüzden de hem içerdeki hem uluslararası alandaki tüm bu güçler, bu seçime yetişmese bile bir sonraki olağan ya da erken seçime ellerinin altında iktidar adayı olabilecek yedek partilerin bulunması ve zamanı geldiğinde emekçilerin başına bunlarla yeni çoraplar örmek için cansiperane çalışmaktadırlar.
CHP’yi sol bir parti olarak parlatma çabaları
Darbe girişimleri de dahil her türlü yola başvurarak AKP’yi iktidardan uzaklaştırma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanan burjuva kesimler, amaçlarına CHP’yi imaj değişikliğinden geçirme yoluyla ulaşmak için ilk adımda Baykal’ı derin bir darbeyle tasfiye etmişlerdi. Ne var ki, kendisine biçilen yeni role uygun olarak “halkçı” bir söylem tutturma gayretindeki Kılıçdaroğlu ilk başlarda CHP’nin uzun yıllardır takılıp kaldığı oy bandının üzerine çıkarak yüzde 30’u aşmayı başarsa da, çok geçmeden tökezlemeye başladı. Referandum süreci, “şeriat geliyor” öcüsüne dayanan laiklik takıntılı eski politik söylemin bir kenara bırakılmasının yeterli olacağını düşünen ve geri kalan tüm sorunlarda eski statükocu mantığı koruyarak sığ bir biçimde işsizliği ve yoksulluğu öne çıkarmakla yetinen bir popülist söylemin iş yapmadığını gözler önüne serdi. Bu yüzden de operasyonun ikinci adımı devreye konuldu.
Yargıtay’ın tüzük değişikliğine ilişkin kararını fırsat bilen “dönüşüm” mühendislerinin referandum sonrası ilk işleri, ihtiyaç duyulan politika değişikliği konusunda hiçbir esneklik payı bulunmayan Önder Sav ekibini tasfiye etmek oldu. Böylelikle Kılıçdaroğlu’nun Sav’ın gölgesinden kurtularak rüştünü ispat etmesinin önü açıldı. Bunun ardından sıra sosyalist sola ve Kürtlere boncuk dağıtmaya geldi. Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümünde yapılan anma törenine katılan Kılıçdaroğlu orada bulunanlara “Yoldaşlarım” diye seslenerek solcuların gözlerini yaşarttı! Aynı günlerde Paris’te katıldığı Sosyalist Enternasyonal toplantısında, Baykal’ın bir zamanlar aynı salonda bile bulunmaktan kaçındığı Talabani’yle görüştü ve Ahmet Kaya’nın ve Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etti. Kılıçdaroğlu’nun bir sonraki adımı Diyarbakır ve Urfa ziyaretleri oldu. Burada sarf ettiği sözler bildik gevelemelerin ötesine gitmese de, tüm bu adımlarla Kürtlerle “sıcak temasa” geçileceği mesajı verilmiş oluyordu. Bir Kürt demokrat olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı Diyarbakır Temsilcisi ve eski Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu’nun CHP’ye davet edilmesi de, yeni yönetimin Kürt halkının saygı duyduğu isimler üzerinden bölgede güç kazanmak istediğinin bir başka göstergesidir.
Daha önceki çeşitli yazılarımızda da dile getirdiğimiz gibi, başını TÜSİAD’ın çektiği büyük sermaye, ihtiyaç duyduğu dönüşümleri gerçekleştirmek ve gerektiğinde kitlelerin tepkisini yatıştırmak için yıllardır Avrupa tarzında bir sosyal demokrat partinin özlemini duymaktadır. Görünen odur ki, bu proje, bu kez daha büyük bir istekle ve CHP’yi dönüştürme planı çerçevesinde devreye sokulmuştur. Ancak parti içindeki katı statükocu kesimin kilit sorunlardaki uzlaşmaz yaklaşımları halen devam etmektedir ve atılan her adım bu kesimin baltalayıcı girişimleriyle karşılaşmaktadır. Fakat daha da önemlisi, CHP’nin Kürtlere ve dindar kesimlere düşman gözüyle bakar hale getirdiği fanatik tabanını bu “yeni” politikaya ikna etmesinin, Kürtleri ve AKP tabanını kendisine çekmesinden daha zor oluşudur. Böylesi bir politika değişimi sonucunda CHP’nin bu tabanın önemlice bir bölümünü MHP’ye kaptırma gibi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kalacağı açıktır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu ekibinin sürekli yalpalamasının ve tereddüt geçirmesinin bir nedeni de budur. Üstelik bu yeni ekip de homojen değildir; Kürt sorununda daha ılımlı bir yaklaşım benimseyebilecek unsurlarla, genel sekreterlik koltuğuna oturtulan Süheyl Batum gibi statükocular yönetim kademesinde yan yana durmaktadır (parti üyeliğiyle Parti Meclisi’ne girişi eş zamanlı olan o Süheyl Batum ki, Ergenekoncular tarafından Demokrat Partinin başına getirilmek istenmiş, ancak bu projenin tutmayacağı anlaşılınca CHP’ye ışınlanmış bir Ergenekoncudur).
Nitekim Kılıçdaroğlu’nun türban çıkışının ve son günlerde BDP’yle işbirliği söylentilerinin ardından parti içinden yükselen sesler, CHP gibi bir devlet partisini burjuvazinin reel ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmenin hiç de kolay olmadığını bir kez daha göstermiştir. Geri çekilmiş görünen Baykal’ın Önder Sav’ın genel sekreterlikten uzaklaştırılmasının ardından yeniden sahneye çıkması ve Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarıyla çelişen beyanatlarını sıklaştırması, parti içi direnişin ve kemikleşmiş Kemalist tabanın hezeyanının bir ifadesidir. BDP heyetiyle bayramlaşma esnasında Süheyl Batum’un BDP’yle işbirliğine dair sorulan bir soruya konuklarına nezaketen ılımlı bir yanıt vermesi bile bu kesimin büyük tepkisini çekmiştir. Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ve Urfa’da bulunduğu günlerde Karadeniz turuna çıkan Baykal’ın bu tepkiyi körükleyen açıklamalarıysa bir yandan “ben hâlâ buradayım” mesajını içerirken, diğer yandan statükonun sesi olarak yeni yönetime gözdağı vermeye yöneliktir:
“CHP’nin fikriyatı çok önemlidir. Bu iktidarda olsa da önemlidir, muhalefette olsa da önemlidir. «O fikriyattan vazgeç sen iktidara gelirsin, o fikriyatı bırak seni iktidara uçururuz» diyenlere kulak asmayın. Bunu söyleyenler sana doğruyu söylemiyorlar. (…) Parti elbette yenilenecek, elbette ileri gidecektir, gelecekte de olacaktır, yeni isimler gelecektir, yeni insanlar gelmelidir. Ama sakın ha CHP’nin Türkiye için, dünya için büyük önemi olan fikriyatının ortadan kaldırılması doğrultusunda bir arayışa kimse teşebbüs etmesin. (…) «Canım bunu atalım, bundan kurtulalım, bizi kimse tutamaz», bu yanlışlıklara sürüklenmeyelim. İlkelerimizden şikayet edersek sanmayın ki güçleniriz. Başkalarının ilkelerinin peşinden gidersek, bu bizi hiçbir yere götürmez. Türkiye buralara geldiyse CHP’nin ilkeleri ile geldi. Atatürk’ün ilkeleri ile geldi.”
CHP’nin “yeni” politikaları karşısında köpürenler, parti içindeki statükocularla sınırlı değildir. Gözünü CHP’nin tutucu Kemalist tabanına diken TKP de, “cumhuriyetin kazanımları yok edildi, Kılıçdaroğlu CHP’si AKP’lileşti” çığırtkanlığıyla bu koroya destek vermektedir:
“Bugün Türkiye’de bir cepheye gereksinim vardır ve bu cephenin zaafları örtmeye değil atağa geçmeye yönelmesi, ayıp üretmeye değil ufuk açmaya hizmet etmesi pekala mümkündür. (…) Bir ayrım çizgisi «AKP karşıtlığı» diyebileceğimiz bir kavramlaştırmadan geçer. İhtiyacı duyulan cephe, yalnızca AKP’yi durdurmaya, ne pahasına olursa olsun ve ne tür bir yolu beslerse beslesin AKP’ye alternatif aramaya odaklanacaksa, aslında fazla uğraşmaya da gerek kalmaz. Çıplak gözle bakıldığında, AKP adını taşıyan örgütlenmenin somut, güncel alternatifinin CHP olduğu açıktır! Peki ya CHP, aslında AKP’nin mimarı olduğu yeni bir rejimin ortağı olmaktan öteye gitmiyorsa ne olacak? Bugün durum budur ve dar anlamda AKP’nin alternatifi olan CHP, daha geniş ve tarihsel anlamda bir alternatif sayılamaz. Kılıçdaroğlu CHP’sinin laiklik ve bağımsızlık gibi Cumhuriyetin temel tezlerini bir kenara bırakmayı kabul ettiği bir gerçektir.” (Aydemir Güler, sol.org.tr, 24/11/2010)
TKP bu çıkışlarıyla CHP tabanına vuruş yapıp koparabileceğini düşündüğü unsurlara kâr gözüyle bakarken, ÖDP ve Halkevleri cephesinin, “AKP’nin somut, güncel alternatifi” olarak gördükleri CHP’yi desteklemesi muhtemel görünüyor. Son dönemde bu cepheye yanaşan EMEP’in de en azından tabanı itibarıyla benzer bir tavır içine girmesi şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla, sosyalist hareketin büyük bir kesimine damgasını basan CHP’lileşme eğilimi, ister şu görünümde olsun ister bu, giderek daha da derinleşiyor. Sonuçta burjuvazinin soldan destekçileri konumundaki bu kesimler, CHP’nin AKP’den daha az tehlikeli olduğu yanılsamasını besleyerek, emekçilere karşı kurulan tuzağa yeni avlar çekiyorlar.
“Allah, ekmek, özgürlük!”
CHP’yi “halkçı” bir parti olarak pazarlama çabaları devam ederken, burjuva mönüde, dini hassasiyetleri güçlü olan ve Kemalist CHP’ye sıcak bakmayan emekçi kesimler için de bir seçenek bulunmaktadır: Halkın Sesi Partisi ya da namı diğer HAS Parti. Saadet Partisinin bölünmesi sonucu oluşturulan bu parti de, tıpkı “yeni” CHP gibi “halkçı” bir söylemle burjuva siyaset arenasında arzı endam etmektedir.
Saadet Partisinin son iki yıldır genel başkanlığını yapan Numan Kurtulmuş’un ve demokrat tutumlarıyla tanınan Mehmet Bekâroğlu’nun yönetiminde yer aldığı bu parti, ilginç[*] bir şekilde sosyalist Zeki Kılıçaslan ve “yoldaşları”na da ev sahipliği yaptığı için, burjuva medyada “Müslüman sol” sıfatıyla anılıyor. HAS Parti bu bileşimiyle alışılagelmişin dışında bir yapı teşkil ederken, “anti-emperyalizm, özgürlükçülük, sosyal demokratlık, halkçılık” gibi vurguları özellikle ön plana çıkarıyor ve burjuva basının fazlasıyla ilgisine mazhar oluyor.
Zeki Kılıçaslan, Numan Kurtulmuş’un kendisini davet ederken bu yeni partiyi “emperyalizme, neo-liberal politikalara, vahşi sömürü politikalarına karşı, din temelini esas almayan, muhafazakâr olmayan halk partisi” olarak tanımladığını belirtiyor. Ona göre, söz konusu olan “ileri bir sosyal demokrat program”a sahip, “sosyal adaletçi, halkçı bir çizgide”, “anti-kapitalist” bir parti. (Vatan, 02/11/2010)
Benzer şekilde, Mehmet Bekâroğlu da, partinin “daha sol ve anti-emperyalist bir duruşa ve İslamcı özgürlük anlayışına” sahip olacağını söylüyor. “Uç noktada biraz abartarak söylüyorum, din zenginin oyuncağı, eğlencesi haline geldi. Medyaya çıkan VIP umreleri, yok efendim kafayı dağıtmak için haftasonu umreleri... Oysa bütün dinler, büyük öğretiler, fakirin öfkesi olarak gelmiştir. Biz «fakirin, mazlumun, sömürülenin, zayıf bırakılmış olanın sesi, öfkesi, çığlığı olması gerek» diyoruz. AKP’yi ise birinci kategoriye koyuyorum” diyen Bekaroğlu, yeni partiyi şu özelliklerle tanımlıyor: “Değerler söz konusu olduğunda muhafazakâr, özgürlükler söz konusu olduğunda liberal, ekonomi, paylaşım söz konusu olduğunda sol.”
Kendisiyle yapılan söyleşide, “adalet ve özgürlük vurgusunu her şeyin önüne koyuyoruz” diyen Bekâroğlu, “ekmek” ve “özgürlük” meselesini iç içe gördüğünü de şu sloganla ifade ediyor: “HAS Parti’nin dışında Mehmet Bekâroğlu olarak söylüyorum: Allah, ekmek, özgürlük!” (Radikal 2, 07/11/2010)
Bu slogan HAS Parti’nin yoksul emekçileri aldatmak üzere başvuracağı popülist söylemin özet ifadesidir. Ancak güneşin altında yeni olan bir şey yoktur. Zira anti-emperyalist, hatta anti-kapitalist söylem, Saadet de dahil olmak üzere Milli Görüşçü partilerin de dilinden eksik olmamıştır.
Burjuvazi türlü çeşitli tuzaklar kurma uğraşındayken, işçi sınıfı alabildiğine uyanık olabilmeli ve kendisini iliğine dek sömürerek sermayelerine sermaye katanların sözcüleri durumundaki burjuva partilerin yalanlarına kanmamalıdır. Amaçları sermayenin egemenliğine dayanan kapitalist sömürü sistemini baki kılmak olan AKP’nin de, CHP’nin de, MHP’nin de, HAS Partinin de birbirlerinden özde hiçbir farkları yoktur, hepsi aynı düzenin partileridir. Bu sömürü düzeni var oldukça emekçiler ne bu dünyada ne de “öte dünyada” kurtuluş yüzü göreceklerdir. Kurtuluşun yolu, emekçilerin alınteriyle ürettiklerine el koyarak saltanat sürenleri iktidardan alaşağı etmek ve insanlığın binlerce yıllık hayali olan cenneti bu dünyaya indirmek için yükselteceğimiz sosyalizm mücadelesinden geçiyor!
[*] İlginç diyoruz, çünkü Kılıçaslan son derece küçük bir parti olsa da sosyalist çizgideki Türkiye Birleşik İşçi Partisinin genel başkanıydı ve bu konumdayken partisinden ayrılıp HAS Parti’ye geçti. Öyle görünüyor ki, sendikacılarla işçi partisi yaratma girişimleri fos çıkan Kılıçaslan ve ekibi, şimdi işçi sınıfına HAS Parti aracılığıyla ulaşma sevdasına kapılmıştır.
link: İlkay Meriç, Sermayenin Yeni Popülist Alternatifleri, 1 Aralık 2010, https://marksist.net/node/2541
O Mahur Beste Çalar!
Öğrenci Eylemleri ve Düzen Güçleri