Giriş
Bir nükleer santrale sahip olma sevdası on yıllardır süren Türkiye’de egemenler bu meseleyi belirli aralıklarla da olsa sürekli olarak gündeme getiriyorlar. Kabaca beş yıllık diyebileceğimiz bir periyotla (yani aşağı yukarı her yeni hükümetle birlikte) bu nükleer santral heyulası diriliyor. Meselenin her gündeme gelişinde de yine aşağı yukarı benzer tartışmalar alevleniyor. Geçtiğimiz aylarda yine böyle bir nüksetme vakası yaşandı. Her ne kadar nükleer lobi için şimdiye kadarki girişimler hüsranla sonuçlanmış olsa da gelecek yıllarda da bu gayretlerin son bulacağını ve meselenin kapanacağını söylemek mümkün değil.
Yaklaşık olarak son yirmi yıldır konu her gündeme geldiğinde tartışmaların doğrudan tarafı olan nükleer lobi, özellikle bilim adamı kisvesine bürünmüş resmi sözcüleri vasıtasıyla, “oyunbozan” Çernobil yüzünden makyajı fena halde akmış olan nükleer santrallerin imajını yeniden parlatmaya çalışıyor. Her seferinde yeniden ellerini ovuşturan bu aklayıcı takımının karşısında ise genellikle mühendis odalarının temsilcileri, çeşitli çevre örgütlerinin sözcüleri ve karşıt eğilimdeki bilim adamları yer alıyorlar. Derece derece değişmekle birlikte, geleneksel olarak sol bir eğilim taşıyan bu nükleer santral muhalifi kesimler bir anlamda solun nükleer santraller karşısındaki tutumunu temsil ediyor gibiler. Reformist olsun devrimci olsun örgütlü sol çevreler de konuyu esasen bu kesimlerin kullandığı argümanlar temelinde ele alıp tutum belirliyorlar.
Nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda çeşitli hususlar çevreci ve sol basında gündeme getirilip bu temelde belirli bir anti-nükleer bilinç oluşumuna katkıda bulunuluyor olsa da, nükleer santrallerin kapitalizmle, teknolojinin ve genel olarak üretici güçlerin gelişimi ile çok yönlü ilişkisi içinde ele alınıp, sonuna kadar tutarlı bir eleştirinin yapıldığını ve yine tutarlı bir çözümün önerildiğini ne yazık ki göremiyoruz. Marksist bir perspektifle bakıldığında, konunun ele alınışında genel bir ufuk darlığı göze çarpıyor. Kimisi konuyu sıradan bir çevreci duyarlılığı düzeyinde, kimisi ucuzluk-pahalılık argümanları çerçevesinde, kimisi salt teknik bir sorun olarak ele alırken, meselenin politik ve toplumsal yönlerine eğilenler de çoğunlukla ya “ulusal çıkarlar” söyleminin dar bakışına (değişik biçimlerde de olsa) hapsolmakta, ya “karanlık emelleri olan nükleer lobilere” dair gazetecilik değerlendirmeleri düzeyinde kalmakta, ya gelişmiş kapitalist ülkelerdeki durumu idealize eden bir yaklaşım sergilemekte, veyahut genel anlamda teknolojiyi ve teknolojik gelişmeyi yadsıma noktasına varan şüpheci ve karamsar görüşler ileri sürmekteler.
Oysa nükleer santraller sorunu, insanlığın üretici güçlerinin (ve bunlar arasında teknolojinin) tarihsel gelişmesinin, insanlığın bir bütün olarak ihtiyaçlarını gidermeye yeterli bir temel sağlayıp sağlamadığı, insanı ve çevreyi tahrip etmeden insan ihtiyaçlarını gidermenin mümkün olup olmadığı ve bu sorunların, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan toplumsal-politik niteliği gibi hususları içeren geniş bir bağlama oturtulmalıdır. Dolayısıyla sorunun bir kolu, etkileri giderek daha somut hissedilmeye başlanan ve tüm gezegenimizi tehdit eden ekolojik felâket sorununa, bir diğer kolu insanlığın elindeki imkânların yeterliliği sorununa, bir başka kolu da yeryüzündeki alçaltıcı sefalet ve acılara açılmaktadır. Birbiriyle kopmaz bir bütünlük oluşturan bu sorunlara karşı tutarlı bir yaklaşımı olmayanların, ne genel olarak enerji sorununda ne de özel olarak nükleer santraller sorununda sağlam bir tavrı olamaz. Daha sonra göstereceğimiz gibi nükleer santrallere karşı olanların önemli bir bölümü de, konuyu böylesi geniş bir perspektiften ele almamaları nedeniyle zaman zaman nükleer santral taraftarları ile aynı zararlı önyargıları paylaşmakta ve geniş kitleler için bilinçlendirici olmaktan çok, bilinç bulandırıcı olabilmektedirler.
Bu çerçevede diyebiliriz ki, nükleer santrallere karşı olmakla sorun asla hallolmamakta, ne genel anlamda insanlığın maruz kaldığı nükleer tehdit, ne ürkütücü ekolojik sorunlar, ne genel anlamda enerji sorunu, ne teknoloji ve bilimin insanlığın çıkarlarıyla nasıl uyumlu hale getirileceği sorunu ve daha niceleri ortadan kalkmamaktadır. O nedenle sorunu kerameti kendinden menkul bir nükleer santral sorunu olarak asla ele alamayız. Nükleer santrallere, nükleer santral taraftarlarının ekmeğine yağ sürecek şekilde, yanlış ve dar bakış açılarıyla değil, doğru ve tutarlı bir bakış açısıyla karşı çıkmalıyız. Böyle bir bakış açısına ulaşmanın tek sağlam yolu ise daha baştan burjuva düzenin önyargı ve varsayımlarından sıyrılmaktan geçiyor.
Yöntem ne olmalı?
Öncelikle bilimsel açıdan netleştirmemiz gereken bir nokta var ki, o da nükleer enerji kavramının gündelik dilde ifade ettiği anlamla gerçek bilimsel içeriği arasındaki son derece önemli farktır. Biz de yazı boyunca yer yer nükleer enerji kavramını elimizde olmayarak popüler anlamda kullanacak olmakla birlikte, aslında söz ve eleştiri konusu olan, genel anlamda nükleer enerji olmayıp, özel olarak fisyon[1] tipi nükleer tepkimeye dayalı enerji santralleridir. Yani karşı çıkılan şey nükleer fisyon santralleridir. Genel bir kavram olarak nükleer enerji atomun çekirdeğinden çıkan enerji demektir (nükleer enerjinin eşanlamlısı olarak çekirdek enerjisi kavramı da kullanılmaktadır) ve bizim için atom çekirdeğinden çıkan enerjiye prensip olarak karşı çıkmak söz konusu değildir. Nitekim nükleer fisyona dayalı mevcut elektrik üretme teknolojisinden farklı olarak, henüz uygulamaya sokulmamış olmakla birlikte, nükleer füzyona[2] dayalı alternatif teknolojiler mevcuttur ve bunlar genel olarak fisyon teknolojilerinin içerdiği tehlikeyi barındırmamaktadırlar. Ne yazık ki “nükleer” kelimesi füzeler, bombalar ve fisyon santralleri ile özdeşleştirilme talihsizliğine uğramıştır. Oysa biraz düşünecek olursak, nükleer enerjinin, yani çekirdekten gelen enerjinin, hayatımız için ne denli vazgeçilmez bir olgu olduğunu anlamak zor değildir. Yeryüzündeki canlı hayatın temeli olan güneş enerjisi aslında nükleer füzyon enerjisidir. Uğruna şiirler yazdığımız güneş, tüm güzelliğini borçlu olduğu koca bir füzyon reaktörüdür. Keza tıp alanında, başta kanser olmak üzere birçok hastalığın teşhis ve tedavisinde nükleer yöntemler, yani nükleer enerji kullanılmaktadır vb. O halde, başta biz Marksistler olmak üzere, aklıselim sahibi herkes “nükleer” kelimesine daha baştan bir peşin hükümle yaklaşmamalıyız.
Marksistler teknolojiye de, insan toplumunun diğer tüm varoluş biçim ve görünümlerine olduğu gibi tarihsel maddeci yöntemi temel alarak yaklaşırlar. Tarihsel maddeci yöntemin üzerine oturduğu ana direklerden birisi toplumsal gelişmenin üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki diyalektik ilişkiyle açıklanmasıdır. Üretici güçlerin gelişmesi Marksizme göre son tahlilde insanlığın esaretten kurtulması için gerekli maddi temeli oluşturmaktadır. Ancak ve ancak yüksek derecede gelişmiş bir maddi temel üzerindedir ki, insan zorunlu ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan zorunlu çalışma zamanının alçaltıcı boyunduruğundan kurtulup, özgürlüğün temel koşulu olan serbest zamanı elde edebilir. Marksistler bu serbest zamanın oluşabilmesi için gerekli maddi-teknik temeli döşeyen ve bu ihtiyacı olumlu yönden daha belirtik hale getiren nitelikte bilimsel-teknolojik yenilikleri kural olarak benimserler. Ayrıca teknolojik gelişmenin gerçek tarihsel eğrisini oluşturan ana damarı, teknolojinin şu ya da bu biçiminden, şu ya da bu uygulamasından yöntemsel olarak ayırt etmek gerekir. Yani teknolojik gelişmenin insanlığın genel ortak mirasını ifade eden yönü ile zararlı-gerici uygulamalarını ve biçimlerini bir tutmamalıyız.
Nükleer enerjiye de aynı gözle bakmak gerekir. Yukarıda zaten açıklamış olduğumuz gibi, atomun çekirdeğindeki enerjinin çıkarılıp insanlık için tehlike oluşturmayacak biçimde yararlı amaçlarla kullanılmasına prensip olarak karşı çıkmak söz konusu değilken, bu enerjinin nükleer bombalar ve fisyon santralleri biçimindeki uygulamalarına sonuna kadar karşı çıkılmalıdır. Esasen insanoğlunun atomun çekirdeğine kadar dalıp buradaki muazzam enerjiyi çıkarması ve bunu pratik gündelik amaçlar için kullanılabilir hale getirebilmesi insanlık tarihinin gelişimi açısından olağanüstü bir adımı temsil eder. Büründüğü zararlı biçimlerden bağımsız olarak bu çabanın kendisi meşrudur ve insanlığın doğanın güçlerini ehlileştirme yolunda kaydettiği muazzam bir atılımdır. Marksistler nükleer kelimesinin sonradan kazandığı olumsuz çağrışımların ağırlığı altında ezilmeksizin bu gerçeği teslim ederler.
Öte yandan Marksistler özellikle eğitimli küçük-burjuvazi içinde ve çevreci hareketin değişik kanatlarında mevcut olan adeta “sıfır riskli yaşam” arayışı anlamına gelen paranoyaya (“risk toplumu”) da prim vermezler. Hiçbir risk ve tehlikenin olmadığı bir yaşam hiç olmadığı gibi bundan sonra da olmayacak. Bu hem hayatın doğal seyrine hem de insanlık tarihinin gelişimine aykırıdır. Ama elbette insanoğlu maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etme yolunda hep adım atmıştır ve bundan sonra da atacaktır. İnsanoğlunun hiçbir faaliyeti risklerden azade olmadığı gibi bugün bizleri şu ya da bu risklerden koruyan atılımlar da nice riskler göze alınarak gerçekleştirilmiştir.
Ama bu söylenenler nükleer fisyon santrallerinin risklerini göze almamız gerektiği anlamına mı geliyor? Asla! Bizim burada söylemek istediğimiz risk değerlendirmesinin bir ölçüsünün olması gerektiğidir. Kapitalistler için bunun yegâne ölçüsü onların kârlarıdır. Oysa bizler için bunun ölçüsü genel olarak insanlığın çıkarlarıdır. Bunun belirleyenleri de öncelikle insanlığın ihtiyaçlarının karşılanması ve ikinci olarak bunun için mevcut alternatif yolların sunduğu olanaklardır. Bu iki ölçüt de esasen verili tarihsel gelişme aşamasını temel alan somut bir değerlendirmenin gerekliliğini ifade eder. Zira hem ihtiyaçlar hem de alternatif olanakların varlığı ya da yokluğu esasen verili tarihsel gelişme aşaması tarafından belirlenmektedir.
Bu düşünceyi nükleer fisyon santralleri üzerinden somutlayacak olursak şunu söyleyebiliriz: Başta güneş enerjisine dayalı teknolojiler olmak üzere, nükleer füzyon ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı yolların, dünyanın enerji ihtiyacını karşılamak için teknik/potansiyel açıdan yeterli oldukları ortaya çıktığı andan itibaren, hem fosil enerji teknolojileri hem nükleer fisyon enerjisi tarihsel bakımdan gerici nitelik kazanmışlardır. Nükleer fisyon santrallerine karşı çıkarken, bu temel nokta göz önünde bulundurulmaksızın öne çıkarılan yönler ya ancak kısmi bir değer taşırlar ya da yanılgılara kapı açarlar.
Fisyon santrallerine neden karşı çıkmalıyız?
Nükleer fisyon santrallerine karşı çıkıyoruz, çünkü insanlık için hiç de katlanılması gerekmeyen ciddi bir risk oluşturuyorlar. Bu denli yüksek risk içermeyen alternatif enerji kaynakları var. Bu alternatif kaynak ve teknolojilere aşağıda değineceğiz. Öncelikle bilimsel olarak fisyon santrallerinin yarattığı riski anlaşılır bir biçimde göz önüne serelim.
İlginçtir, fosil yakıtlara (asıl olarak petrol ve kömür) dayanan enerji teknolojilerinin doğurduğu ekolojik sorunlar karşısında nükleer fisyon santrali taraftarları kendi mallarının enerji sorununun çözümü için temiz ve güvenli bir alternatif olduğunu savunurlar. Fisyona dayalı nükleer enerjinin hava kirliliğine, sera gazlarına ve küresel ısınmaya bir katkısının olmadığı doğrudur. Bu kadarıyla sanırsınız ki sütten çıkmış ak kaşık! Oysa onun naçizane katkısı başka alandadır. Bu santrallerin insanlığın kucağına bıraktığı tehlike ciddi bir radyasyon tehlikesidir. Bu nedenle onun temiz ve güvenli olduğunu söylemek ve dolayısıyla onu bir alternatif olarak kabul etmek mümkün değildir.
Radyasyonun tehlikesi, içinden geçtiği malzemeyi oluşturan atomların elektronlarını sökerek bu atomları elektriksel açıdan nötr olmaktan çıkarıp yüklü hale getirmesi, yani iyonlaştırmasıdır. İnsan vücudu radyasyona maruz kaldığında, onu oluşturan atomların da iyonlaşması söz konusu olur ki, bu durum atomların olağandışı kimyasal bileşikler ve yapılar oluşturmasına kapı aralar. Şayet bu tür değişiklikler hücre çekirdeğinde yer alan DNA molekülünün yapısında gerçekleşir ve böylece insan organizmasının temel niteliklerinin kodlandığı şifre bozulursa, bu durumda hücreler olağandışı biçimde çoğalmaya ve olağandışı dokular oluşturmaya başlarlar ki, kanser dediğimiz hastalığın özü de budur. Zamanla bu doku büyüyerek yayılır ve bildiğimiz sonuçlara yol açar. Radyasyonun düzeyi ne kadar fazla olursa kanser riski o kadar artar. Eğer radyasyon insanın üreme hücrelerindeki DNA’da bu tür bir değişikliğe yol açarsa bu durumda sorun kalıtımsal bir nitelik kazanabilir ve doğan yavruda yapısal bozukluklar ortaya çıkabilir. Dolayısıyla radyasyonun tehlikesi, bir yandan kanser riskini arttırması, diğer yandan da zararlı kalıtımsal mutasyon riskini arttırmasıdır. Halihazırda biz istesek de istemesek de doğadan gelen belirli bir radyasyon miktarına maruz kalmaktayız. Ancak insan soyunun milyonlarca yıllık evriminin sonucunda bu doğal radyasyon seviyesine karşı belirli bir bağışıklık kazanılmış, insan bir anlamda buna karşı “şerbetlenmiştir.” Ne var ki bu doğal seviyenin üzerine yapılacak her türlü insan ilavesi, yukarıda bahsettiğimiz riskleri insan eliyle arttırmak anlamına gelmektedir. Asıl sorun da zaten buradadır.
Nükleer fisyon santrallerinin içerdiği tehlike esasen bir ve aynı tehlike –iyonlaştırıcı radyasyon– olmakla beraber, bu tehlike iki biçimde belirmektedir. Birincisi radyoaktif atık sorunu olarak bilinen tehlike, ikincisi ise reaktörün bir tür “radyasyon fabrikası” olması nedeniyle mevcut olan tehlike.
Nükleer fisyon enerjisi de fosil yakıtlı teknolojiler gibi atık üreten bir enerji türüdür. Yakıt olarak kullanılan uranyumun, zincirleme nükleer fisyon reaksiyonuyla yakılması prensibine dayalı olarak çalışan nükleer fisyon reaktörleri, artık herkesin bildiği gibi, içinde yüzlerce tür radyoaktif izotop barındıran atık üretir. Bu izotoplar arasında radyoaktif yarılanma ömrü milyonlarca yıl olanları vardır. Radyoaktivitenin makul düzeylere inmesi için gereken sürenin pratikte 10 yarı-ömür olarak kabul edildiğini göz önünde bulundurursak, tüm bu izotopların zararsız olana kadar geçirmeleri gereken süreyi, bu sayıları 10’la çarparak elde edebiliriz.
Bu atıklar genel olarak o derece radyoaktiftir ki, hiçbir surette yanlarına yaklaşılamayacağı için “nihai” kurtulma işleminden önce yıllarca reaktör sahasındaki soğutma havuzlarında bekletilirler. Bekletilirler bekletilmesine, ama sonuçta bunların nihai anlamda defedilmesi zorunluluğu ortadan kalkmaz. Nükleer santrallerin başlangıç dönemlerinde bunun büyük bir sorun olacağı hiç düşünülmemişti. Hem atık miktarının az olacağı, hem de görece basit gömme teknikleriyle sorunun hallolacağı sanılıyordu. Ama kazın ayağı öyle çıkmadı ve “Atık Sorunu” denen sorun doğdu. Nükleer santrallerin sayısının artması nedeniyle atık miktarının çoğalmasıyla, bu miktarda atığın oluşturduğu tehlikenin öyle basit gömme teknikleriyle defedilemeyeceği çok geçmeden ortaya çıktı. Gömü maliyetlerinin başlangıçta umulandan çok çok fazla çıkması ve sonra da giderek yükselen halk baskısı, nükleer cemaati hayli sıkıntıya soktu. Ama onlar ceplerine dokunduğu için soruna gerçek bir çözüm bulmak yerine kitleleri oyalamayı ve sorunu ertelemeyi seçtiler. Gerçekten de şu ana kadar hiçbir ciddi adım atılmamıştır ve kapitalizm bu belâyı insanlığın kucağına bırakmış durumdadır. Sadece ABD’de 2003 yılı itibariyle 40 bin ton kullanılmış atık yakıt birikmiş durumdadır ve bu atık yakıtlar ülkeye yayılmış 131 nükleer santralin artık adeta ağzına kadar dolup taşmış olan soğutma havuzlarında beklemektedirler.
Nükleer atık sorunu nükleer fisyon enerjisinin zayıf karnıdır. İkiyüzlü nükleerci profesörlerden bazıları, kendi öğrencilerine, elbette zor durumlara düşmemeleri ve tartışmalarda daha uyanık davranmaları için, bu olguyu aynen bu sözcüklerle itiraf etmekten çekinmemektedirler. O nedenle nükleerciler bu sorunu tartışmaktan özellikle kaçınırlar. Kaçınamadıkları zaman ise, çoktandır ezberlemiş oldukları gülünç ve son derece zayıf argümanları papağan gibi geveleyerek işin içinden sıvışmaya çalışırlar. Mesela bu konu onlara sorulduğunda, hemen kendinden pek emin gözüken sırıtkan bir yüz ifadesiyle, çeşitli rakamlar vererek bu atıkların tuttuğu hacmin ne kadar küçük olduğunu anlatmaya çabalarlar. Sanki atıkların sorunu hacimleriymiş gibi. İşin garibi kimsenin onların bu kaba saptırmasını açığa vurmayı akıl etmemesidir. Radyoaktivite ve radyasyon tehlikesi söz konusu olduğunda hacim neredeyse bütünüyle ilgisizdir. Doğrusu milyonlarca insanı ortadan kaldırabilecek nükleer bombaların hacimleri oldukça küçüktür.
Bu atıklar, aktivitesi yüz binlerce yıl süren, uzun ömürlü ve yüksek düzeyli atıklardır. Nükleerciler bu atıkların bir zarara yol açmayacak şekilde özel gömme teknikleriyle bertaraf edileceğini iddia etmektedirler. Bunların zararını önlemek demek, bunların yüz binlerce yıl boyunca toprağa, yeraltı sularına ve besin zincirine hiçbir surette karışmayacağını garanti etmek demektir. Hiçbir gömü yerinin ve gömü biçiminin yüz binlerce yıl, hatta daha fazla koruma sağlaması mümkün değildir. Bamteli burasıdır ve ne yazık ki tartışmalarda yer alan nükleer santral karşıtları bu noktayı kurcalamakta pek başarılı olamıyorlar.
Bundan birkaç yıl önce televizyondaki ikili bir tartışmada bir EMO temsilcisiyle karşı karşıya gelen nükleerci bir profesörün atık sorunu hakkında söyleyebildiği tek şey, “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının, yakın dönemde yaptığı resmi bir açıklamayla, atık sorununun teknik bakımdan çözümlenmiş olduğunu duyurduğu” olmuştur. Bu açıklama aslında kapitalizmin insanlık dışı yüzünü açık etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bu, atık sorunu teknik bakımdan çözüme kavuşturulmaksızın nükleer enerji programlarının başlatılmış ve bugüne kadar getirilmiş olduğunun kaba bir itirafı olduğu gibi, sorunun teknik bakımdan çözümlenmiş olduğunun sinik biçimde vurgulanmasıyla, aslında onun çözümlenmemiş olduğunun da itirafıdır. Gömme biçimlerinin hiçbirisinin teknik bakımdan sorunu çözmesinin söz konusu olamayacağını yukarıda zaten açıkladığımız için bunu ayrıca tartışmıyoruz. Onlar ikiyüzlüce, sanki gerçekten yüz binlerce hatta milyonlarca yıllık garanti veren sihirli bir gömme yöntemi bulmuşlar gibi açıklama yapıyorlar. Ama asıl önemlisi, meselenin sadece “teknik olarak” çözüldüğünün söylenmesidir. Yani mesele “başka bakımlardan” çözülmemiştir. Nedir bu başka bakımlar? Tabii ki para! Gerçek şu ki, sözümona buldukları bu yöntemi dahi, ceplerine epeyce dokunduğu için uygulayamamaktadırlar. Onlar için maddi çıkarlar, insan ve doğanın üstünde gelmektedir.
Nükleer fisyon enerjisinin oluşturduğu radyasyon tehlikesinin, burada açıkladığımız somut atık sorununun yanı sıra, reaktörlerin birer “radyoaktivite fabrikası” niteliği taşımalarından kaynaklanan ve potansiyel nitelik taşıyan ikinci bir yönü daha olduğunu söylemiştik. Bir nükleer reaktörün içi, tabir caizse tam bir radyasyon cehennemidir. Buradaki radyoaktivite bir şekilde bu Pandora kutusundan kurtulursa doğacak sorunlar hakkında Çernobil ürkütücü bir uyarıdır. Ancak mesleki çıkarlarının at gözlükleriyle körleşmiş olan nükleerci uzmanlar bu potansiyel tehlikenin gerçekleşme olasılığının sıfıra yakın olduğuna dair yemin-billah teminatlar vermektedirler. Buradaki mantık, patlatılmadığı sürece nükleer bombaların zararsız olduğunu söylemeye benzer. Oysa burada kontrol altında tutulmaya çalışılan radyoaktivitenin doğurduğu potansiyel risk, ana kaynağının fisyon olması dolayısıyla yapısal olarak çok yüksektir. Çünkü fisyonda uranyum gibi ağır izotopların parçalanması söz konusudur ve parçalanma sonucunda daha hafif birçok izotop çıkar. Bu izotoplar arasında çok sayıda ve miktarda radyoaktif izotop bulunur. Büyükçe bir narın bir mermiyle parçalandığını düşünün, işte orada ortaya saçılan irili ufaklı taneler ve tane öbekleri nükleer fisyon sonucunda oluşan duruma benzer. Özetle fisyon oldukça kirli bir reaksiyon türüdür. Fisyon ürünü radyoaktif izotoplar hem çok geniş bir yelpazeye yayılır hem de bunların miktarları yüksektir. İşte bu durum fisyon kaynaklı radyoaktiviteye çok karmaşık bir nitelik kazandırır ki, temel risk de buradadır. Mesela bu geniş yelpaze içinde gaz halde olanlar vardır ki bunlar aynen Çernobil’de olduğu gibi derhal atmosfere karışarak çok geniş alanlara hızla yayılabilirler. Yine bu geniş yelpaze, ortaya çıkan bu radyoaktif izotopların kimyasal olarak doğaya ve besin zincirine karışma potansiyellerinin yüksek olması anlamına gelir.
İşte nükleerciler bu riskin ancak potansiyel olarak mevcut olduğunu, gerçekleşme olasılığının çok zayıf olduğunu, böylesine zayıf bir olasılık için yorgan yakılamayacağını söylerler. Onlara göre nükleer santraller öylesine güvenlidir ki, bu radyoaktivitenin dışarı sızması imkânsızdır. Bu doğru değildir. Evet söz konusu santrallerde çeşitli güvenlik sistemleri mevcuttur ve bu sistemler olasılığı elbette düşürürler. Ancak olasılık ne denli düşük olursa olsun sıfır değildir ve en önemlisi gerçekleşmesi durumunda sonuçları çok ağırdır. Dolayısıyla risk yüksektir. Nükleerciler birtakım hesaplamalara dayanarak riskin yüksek olmadığını söylerler. Onlara göre, evet bir kazanın sonuçları büyük olabilmekle birlikte, kaza olasılığının düşük olması nedeniyle toplam olarak risk düşük kalmaktadır. Hatta öyledir ki, bu nicel ölçüye göre mevcut fisyon santrallerinin varlığı, sigara içmekten ya da motorlu taşıtlarla seyahat etmekten daha az risk oluşturmaktadır. Bilimsel çözümleme yöntemlerinin kaba bir tahrifatı söz konusudur burada. Burjuva bilim her şeyin nicel ölçülere indirgenebileceğini ve kavramsal/nitel çözümlemenin gerçeklerinden kurtulabileceğini sanır. Oysa aynı mantıkla düşünüldüğünde pekâlâ nükleer silahların da pek zararlı olmadığı ortaya çıkar! Nükleer silahların 60 yıllık ömrü boyunca yol açtığı ölüm, yaralanma, hastalık ve maddi zararların toplamı, trafik kazalarınınkinden ve sigaradan muhakkak ki daha az olduğuna göre bunların getirdiği risk hiç de büyük değildir!
Nükleerciler kendi iddialarını temellendirebilmek için tartışmayı çoğu zaman böyle uyduruk nicel risk analizleri zeminine çekerek bilinç bulandırabiliyorlar. Burada uyanık olmamız ve tuzağa düşmememiz gerekiyor. Bu büyük potansiyel tehlikenin gerçekleşme olasılığının güya düşük olmasına fit olmak yerine, potansiyel tehlikenin ta kendisinden topyekün kurtulmak daha yeğ değil midir? İnsanlığın enerji ihtiyacını tehlikesiz biçimde karşılayabilecek temiz enerji kaynakları varken, gerçekleşme olasılığı ne kadar düşük olursa olsun, niye yanı başımızda bir potansiyel tehlikeyle yaşamak zorunda olalım? Soruna sağlam yaklaşım biçimi budur. Aksi takdirde tartışma tam da nükleercilerin istedikleri gibi, bu potansiyel tehlikenin gerçekleşme olasılığının az ya da çok olduğuna dair kısır bir mecraya sürüklenir. Bu tuzağa basmamak gerekir.
Fisyon santrallerine ilişkin tartışmanın anatomisi
Kapitalizmde bir ürün ya da herhangi bir uygulama devreye sokuluyorsa muhakkak ona ilişkin bir ideoloji yaratılır. Yapılan şey ya da piyasaya sürülen ürün gereklidir, yararlıdır, hatta vazgeçilmezdir! Özetle kitlelere yutturulmak istenen her şey, mahiyeti ne olursa olsun bir ideolojik haleye büründürülerek cici gösterilir. Laf arasında, dev bir yalan ve göz boyama makinesi olarak çalışan reklâm sektörü bu aldatma sanatının örgütlü bir uzmanlık düzeyine yükseltilişidir. Benzer şekilde düzenin gazetecileri, akademisyenleri ve diğer ideologları da kendi uzmanlık alanlarından düzenin ideolojisini besleyip sürdürürler. Gittikçe dallanıp budaklanan işbölümü ile birlikte bir bakıma her mesleğin de giderek kendine özgü ideolojik çıkarları oluşur. Bunların hepsi düzenin genel ideolojisini besleyip büyütürken bir yandan da özgül kesimsel çıkarları yansıtırlar.
İşte bunun gibi nükleerci şürekanın da nükleer fisyon santrallerini meşrulaştırmak için yarattığı bir ideoloji var. Bu ideolojinin genel kurgusu şöyle özetlenebilir: Dünyada büyük bir enerji ihtiyacı var, çok sayıda insan enerjiden yoksun, ama öte yandan fosil yakıtlara dayalı enerjinin ömrü sınırlı ve ayrıca hem saldıkları sera gazları nedeniyle ekolojik sorunlara yol açıyorlar, hem de başka birçok değerli kullanım alanı olan kısıtlı petrolün enerji üretimine gitmesi yazık; öte yandan yenilenebilir kaynaklar da “pahalılık, seyreklik, pratik olmama, enerji projeksiyonlarında sadece filanca miktar öngörülüyor olma” gibi nedenlerle henüz ihtiyacı karşılayabilecek durumda değil; o halde geriye tek bir seçenek kalıyor, o da nükleer enerji.
İdeoloji, bir yanda dünya meseleleri hakkında bir duyarlılık pozu kesmekten, diğer yanda olası daha iyi alternatiflerin kötülenmesinden oluşuyor. Dünyada büyük bir enerji ihtiyacı olduğu doğrudur. İnsanlığın çok büyük bir bölümü temel ihtiyaçlardan yoksun yaşıyor. Nitekim istatistiksel verilere göre insanlığın %40’ı (1996) elektrikten mahrum yaşamaktadır. Ancak bu önemli sorundan dem vuran nükleer lobi, sanırsınız ki hayırseverlikten kırılıyor ve sırf insanlığın hayrı için fisyon santralleri yapılmasını istiyor. Göz yaşartıcı bir duyarlılık! Oysa bunların sözünü ettiği ihtiyaç insanların ihtiyacı değil, “ekonominin” ihtiyacı. Onlar için aslolan insan değil kapitalist ekonominin gerekleridir.
Benzer bir duyarlılığı (!) sera gazları ve küresel ısınma konusunda gözlemliyoruz. Ama gerçekte bunun termik santralleri kötülemek için kullanıldığı gün gibi aşikâr. Termik santrallere elbette karşı olunması gerekiyor, ama bunu nükleer lobi yapınca hiç inandırıcı olmuyor. Onlar bize aslında “kırk katır mı, kırk satır mı” demiş oluyorlar.
İş güneş enerjisi gibi yenilenebilir temiz enerji kaynaklarına gelince burjuva ideolojisi yine sırıtıyor. Bunlar “pahalı”dır. İnsanlık ve doğa için maliyeti düşük olan, kapitalist üretim için yüksek maliyetli oluyor. Bir kez daha aslolan insanlık ve doğa değil, kapitalistlerin çıkarlarıdır. Aşağıda bu noktayı daha etraflıca ele alacağız.
Yine de bu nükleer ideolojinin en tuhaf bileşeni enerji projeksiyonlarıdır. Bilindiği gibi başka birçok alanda da olduğu üzere enerji ile ilgili çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşlar geleceğe dönük olarak enerji ihtiyacını öngören tahminler yapmaktadırlar. Bu tahminler sadece “ihtiyacın” miktarını değil hangi kaynaklarla nasıl karşılanacağını, yani gelecekteki enerji üretiminin bileşimini de içermektedir. Bu tahmin ve öngörüler, çok açıktır ki, bir yandan mevcut toplumsal düzenin devamını varsaymakta diğer yandan kapitalist devlet ve şirketlerin özel çıkar ve isteklerini yansıtmaktadır. Doğal olarak en can alıcı konu şimdiden ne gibi yatırımların yapılması gerektiğine işaret edilmesidir. Zira yağlı siparişler genellikle bu projeksiyonlara dayanılarak verilecektir.
Doğal olarak bu projeksiyonlar enerji şirketlerinin ihtiyaçlarına bağlı olarak gerçekliği çarpıtırlar. Bir yanda kapitalist ekonomiyi idealize ederek toz pembe bir ekonomik tablo çizerler, diğer yanda kapitalizmi ebedileştirirler. Bu projeksiyonların dünyasında sistem, usta işi bir İsviçre saati gibi adeta sonsuza dek tıkır tıkır işler. Sınıf mücadeleleri, yıkımlar, siyasal çalkantılar, savaşlar, krizler vs. yoktur. Bu projeksiyon gurularına göre kapitalist ekonomi sürekli bir biçimde sorunsuz olarak büyüyecektir ve bu büyüme kaçınılmaz olarak büyük miktarda enerji ihtiyacı doğuracaktır. Oysa hayal dünyasına ait bu kapitalizm ile gerçekler dünyasının kapitalizmi arasında dağlar kadar fark vardır. Gerçekler dünyasının kapitalizmi sınıf mücadeleleriyle, yıkımlarla, siyasal çalkantılarla, savaşlarla, krizlerle ve iniş-çıkışlarla karakterize olur. Tam da bu nedenle geçmişte yapılmış olan projeksiyonlar genellikle hedeflerini açık arayla ıskalamışlardır. Mesela geçmişte yapılan bu projeksiyonlardan birine göre 2000 yılında yeryüzünde 4500 tane fisyon santralinin bulunması gerekiyordu. Bugün bu santrallerin sayısı, ilân edilen hedefin onda birinden, yani 450’den dahi azdır. Bu ıskalamalara Türkiye’den de örnek verebiliriz. Mesela son 20 yılda elektrik talebiyle ilgili olarak yapılan resmi enerji projeksiyonlarında yüzde 44’e varan sapmalar yaşandı. (Radikal, 18.08.2004)
Buna benzer fiyaskoların haddi hesabı yoktur. Ama her nasılsa bu projeksiyonlar tahtlarından bir türlü inmezler. Tüm bu gerçekliğe rağmen, enerji konulu tartışmalarda, bu projeksiyonlarda yer alan öngörüler, tartışan taraflarca adeta hikmetinden sual olunmaz veriler olarak kabul görürler. “Falanca enerji projeksiyonuna göre şöyle öngörülmektedir” dendiği zaman adeta tanrı kelamıymış gibi akan sular durur. Herkes kendi çıkarına uygun gelen farklı bir projeksiyon öne sürmekte ya da belirli bir projeksiyondaki filanca ya da falanca yönü öne çıkarmaktadır. Bu projeksiyonların ciddi bir bilimsel temeli yoktur, bunların tek anlamı özellikle büyük enerji tekellerinin “biz böyle olmasını istiyoruz” demeleridir. Tartışmalardaki garabet odur ki, isteğin kendisi kanıt yerine geçmektedir ve yine tuhaftır ki bunun özünü sorgulayan pek yoktur.
Nükleer santrallerin ucuz ya da pahalı olmasının bir önemi var mı?
Nükleer santral üzerine tartışmalarda pek rağbet gören konulardan birisi buradan üretilen elektriğin ucuz ya da pahalı olup olmadığı hakkındadır. Tartışmanın tarafları bu alanda kıyasıya kapışırlar. Bir taraf nükleer enerjinin pahalı bir alternatif olduğunu savunarak onu gözden düşürmeye, diğer taraf ise yine sözümona öyle olmadığını savunarak onu kurtarmaya çalışmaktadır. Birtakım teknik detaylara, maliyet analizlerine vs. dayanılarak (ya da dayanılmayarak) karşılıklı ileri sürülen sayısal verilerin tozu dumanı arasında, bize “ucuz maliyet”in masum kılıfı altında, burjuvanın kâr ve rekabet mantığı sezdirmeden kabul ettirilir. Böylece nükleer santrallere taraf olanlar da karşı olanlar da aynı burjuva önyargıların dar kalıpları içinde birbirlerini alt etmeye çalışırlar.
Bu burjuva önyargılarla ideolojik bakımdan bir alıp veremediği olmayan düzen sahipleri için elbette bir tutarsızlık yoktur, ancak kendilerini düzen muhalifi, sosyalist vb. sıfatlarla tanımlayan, insanlık ideallerine sahip çıkar görünen ve hatırı sayılır bir kalabalık oluşturan geniş muhalif cephe için bunu söylemek zordur. Siz hem sözümona kapitalizme ve dolayısıyla onun tabiatının gereği olan “ucuz maliyet” kaygısına karşı çıkacaksınız, ama hem de öte yandan, nükleer santraller söz konusu olduğunda aynı kaygıyı sahiplenerek tartışacaksınız. Bu kaba tutarsızlıkla geniş kitlelerde sağlıklı bir nükleer enerji karşıtlığı bilinci ve genel olarak sağlam bir çevre bilinci oluşturmak mümkün müdür? Nükleer enerjinin maliyetleri düşük olsaydı ya da sözgelimi birtakım yeni teknolojik gelişmelerle bu maliyetler diğer alternatiflere göre düşürülseydi, o zaman ne denecekti?
Kendilerini bu dar burjuva kalıplara mahkûm ederek kaba tutarsızlıklara sürüklenenler, aslında sadece, ya geniş ufuklu, kapsamlı ve tutarlı bir perspektife sahip olmadıklarını, ya da samimi olmadıklarını kanıtlamaktadırlar. Bugün burjuva düzenin, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, füzyon vb. temiz enerji alternatiflerini geniş ölçekli üretim açısından dikkate almayıp, uzak gelecek için yedekte tutmasının ve en iyi durumda sadece deneysel uygulamalar olarak sunmasının temel gerekçelerinden birinin tam da “yüksek maliyet” olduğu hatırlandığında, bu yarım akıllı nükleer karşıtlarının tutarsızlığı daha hazin bir görkem kazanmaktadır.
Marksistlere düşen, ihtilaf hangi konuda olursa olsun, burjuva düzenin şu ya da bu görünümüne karşı muhalefeti, yine birtakım burjuva önyargılara dayandırmaya çalışmamak, bu tür önyargılardan medet ummamaktır. Bu dar ve tutarsız temellerde zaman zaman birtakım mevziler kazanılması hepten imkânsız olmamakla birlikte, bu tür başarılar ancak ve ancak birer Pirüs zaferi niteliği taşırlar ve dahası uzun vadede kaybettirdikleri getirdiklerinden çok daha fazla olur. Bu argümanlarla siz koca bir savaşta küçük bir muharebeyi belki kazanabilirsiniz, ama bu savaşın bütünü için burjuvaziye, onun için büyük önem taşıyan bir ideolojik zafer kazandırmış olursunuz.
İleri ülkelerin örnek olarak gösterilmesi ne ölçüde doğru?
Tartışmanın en rağbet gören araçlarından birisi her iki tarafın da tezlerini desteklemek için sık sık gelişmiş ülkelere atıf yapmalarıdır. Nükleer karşıtları, Batının bu teknolojinin kötülüklerini görerek onu terk etmekte olduğuna dair örneklemeler yaparken, nükleer taraftarları da aksine bu ülkelerdeki nükleer enerji kullanımının yaygınlığına ve vazgeçme denemelerinin pek de inandırıcı olmadığına dair örneklemeler yapmaktadırlar. Bize göre nükleer santrallere karşı çıkanların bu ölçüye fazla bel bağlamamaları, örneklemeleri de çok dikkatli yapmaları gerekir. Aksi takdirde çok daha büyük yanılgıların cenderesine düşmek kaçınılmaz olur. Bu tür örneklemeler en iyi niyetlerle yapılmış olsalar dahi, çok ciddi eksiklikler, yanılgılar ve ideolojik önyargılar içermektedir.
Ne Batı burjuvazisi ve devletleri bazı çevrecilerin iddia ettikleri gibi “kötülüğü gördükleri için” nükleer santrallerden vazgeçiyorlar, ne de nükleercilerin iddia ettikleri gibi hiçbir şey değişmemiş durumdadır. Batıda nükleer santral siparişlerinin uzunca zaman boyunca durmuş olduğu doğrudur. Ancak bunun altında yatan gerçek sebep, kimi muhalif tartışmacıların naif biçimde ima ettikleri gibi bu ülkelerin, nükleer enerjinin kötülüklerini anlayıp ders çıkarmaları değildir. Sebep, şüphesiz bir parça kamuoyu baskısının etkisi olsa da, gerçekte nükleer enerjinin zaten diğer fosil kaynaklara göre yüksek olan maliyetinin daha az katlanılır hale gelmiş olmasıdır. Bunda etken olan ise, yakın dönemlere kadar sadece biriktirilmekte olan atıkların nihayet gerçek mali faturasının gündeme gelmiş olması ve 70’lerin ortalarından bu yana sürmekte olan cansız ekonomik büyümedir. Bir önemli faktör de, yakın dönemlerde yeni doğalgaz kaynaklarının bulunmasıdır ki, doğal gaz mevcut enerji kaynakları içerisinde en ucuz olanıdır.
Batıdaki kapitalizme gerçekte sahip olmadığı şeyleri atfetmek, niyet ne olursa olsun, sorunun özünde kapitalizmin olduğunu ve kapitalizmin, ister azgelişmiş ülkelerde olsun, ister gelişmiş ülkelerde olsun, insanlığın çıkarları karşısında hiçbir surette nedamet getiren bir aziz olamayacağını anlamamak demektir. Bu tutum, sorunu yapay biçimde, “ileri ülke-geri ülke”, “çağdaş toplumlar-çağdaş olmayan toplumlar” vb. türden bir çerçeveye hapseder. Oysa nükleer enerjiyi insanlığın başına musallat eden bu ileri ülkelerin kapitalizmi olduğu gibi, halen yeryüzündeki nükleer santrallerin tamamına yakını da bu ülkelerdedir. Gerçek budur ve bunları unutmak en hafif deyimle saflıktır. Tam da bu gerçekler nedeniyle nükleerciler, ileri ülkeleri örnek göstermeye hem daha heveslidirler, hem de aynı ölçüyü kullanmak sonuçta özü gereği onlara daha çok yaradığından bunda daha başarılıdırlar.
Aslında son bir yıldır yaşanan yeni gelişmeler tam da bizim burada savunduğumuz bakış açısını doğrulamaktadır. ABD başkanı Bush geçtiğimiz yıl yeni fisyon santrallerinin yapımı için direktif vermiş bulunuyor. Bu çerçevede 14 ilâ 16 milyar doların, yapılması hedeflenen altı ya da yedi yeni santrale sübvansiyon olarak ayrılması bekleniyor. Üstelik bu yeni perspektif ekolojik argümanlarla bezeniyor, küresel ısınmaya karşı bir önlem olarak sunuluyor. Kimileri bunu Bush’un bir aşırılığı olarak görüp, kendi bakış açısını sorgulamaktan uzak durabilir. Böylelerinin iflah olması zorsa da, son bir gelişme olarak tam da aynı konunun Avrupa’da da tartışılmaya başlanmış olduğunu hatırlatalım. Avrupa’daki tartışmada, öyle anlaşılıyor ki, yükselen petrol fiyatları daha fazla vurgulanıyor. Tüm bu gelişmeler, görmek isteyen gözler için ABD ve Avrupa’da fisyon santrallerinin yeniden diriltilmesi yönünde bir eğilimin doğduğunu göstermektedir. Sonucun ne olacağını elbette zaman gösterecek, ancak gelişmiş kapitalist ülkeleri örnek göstermenin ne denli zayıf bir zemine hapsolmak olduğunu görmek zor olmasa gerek.
Diğer yanlış yaklaşımlar
Fisyon santrallerine karşı çıkılırken sık sık düşülen başka bazı yanlışlar da mevcut. Bunlar da benzer şekilde, meseleyi kapitalist düzenin ufkunu aşmayan bir perspektifle ele almaktan kaynaklanmaktadır. Örneğin mühendis odaları genellikle hükümetlerin mevcut ya da gelecekteki enerji açığına ilişkin iddialarının eleştirisine odaklanmakta ve soruna daha ziyade milliyetçi ve mesleki bir perspektiften yaklaşmaktadırlar. Bunlar özetle, “enerji açığı yoktur, o nedenle bir nükleer santrale de ihtiyaç yoktur; bir açık varsa da bunu gidermenin yolu yabancı enerji tekellerine peşkeş çekilmek değil, ulusal kaynaklarımıza (linyit ve akarsular) dayanmak ve şebeke kayıplarını azaltmaktır” demektedirler. Burada kısmi haklılık noktaları (“enerji açığının olmaması” ve şebeke kayıpları konusu gibi) olmakla beraber bakış açısındaki mesleki ve milliyetçi sakatlıklar kendini ele vermektedir.
Milliyetçi yaklaşımın sakatlıklarını öncelikle ele almak gerekiyor. Bu milliyetçi eğilimin muhtelif görünümleri var. Bizim ilk planda üzerinde durmak istediğimiz görünüm enerji sorununda bariz bir biçimde kendisini gösteren milliyetçi egoizmdir. Bu odaların “demokrat-ilerici” sözcülerinin, ağızlarını her açtıklarında “güzel ülkemizin gürül gürül akan akarsuları”ndan ve bilumum “zengin mi zengin kaynakları”ndan dem vurmaları tesadüf değildir. Bunlara göre özellikle “akarsu potansiyelimiz yeteri kadar kullanılmamaktadır”. Bu akarsuların üzerine kurulacak onlarca yeni barajla her türlü enerji ihtiyacı“mız” karşılanacaktır. Bu tür düşünce sahipleri için, örneğin Fırat ve Dicle nehirleri “bizim”dir ve üzerlerine gücümüz yettiği ölçüde baraj kurabiliriz. Bu mühendislerimiz, sayısı arttırılan böylesi barajlar yüzünden, bu nehirlerin yolu üzerinde olup, buradan akan suya hayati ölçüde ihtiyaç duyan Ortadoğu halklarının ne gibi sıkıntılar çekeceğini acaba düşünürler mi? Doğanın ulusal çitlerle bölünmemiş bir bütün olarak tüm insanlığın ortak malı olması gerektiği düşüncesi acaba bu kimselerin semtine uğramakta mıdır? Salt ulusal çerçevede düşünülen bir “çözümün” başka ülkeler için zararları olabileceği gün gibi açık değil midir?
“Akarsularımız” örneği tek değildir. Aynı mühendis odalarının temsilcileri doğanın ve insan hayatının canına okuyan kömüre dayalı termik santralleri de sahiplenmektedirler. Bunlara göre nükleer santraller dışa bağımlılık yaratmaktadır, oysa öz be öz malımız olan akarsularımızın yanı sıra cici yerli kömürümüzle de bağımlılıktan kurtulmamız mümkündür. Bu dar kafalı milliyetçi yaklaşım ne yazık ki mühendis odalarıyla sınırlı değildir. İrili ufaklı sol çevrelerin önemli bir bölümünde de bu yaklaşım mevcuttur.
Milliyetçiliğin bir diğer görünümü ise, söyleme sıkça yansıyan, “enerjide dışa bağımlılık”, “yabancı nükleer tekellere peşkeş çekilme” yollu şikayetlerdir. Bu “dışa bağımlılık” savı elbette salt enerji meselesiyle sınırlı olmayan genel bir savdır ve esasen küçük-burjuva milliyetçiliğinin en karakteristik özeliklerinden biridir. Küçük-burjuvanın tahayyül dünyasında dışa bağımlı olmayan kapitalist bir ekonomi ütopyası vardır. Zaman zaman zenofobik [yabancı korkusu] bir takıntı düzeyine varabilen bu steril arayış, kapitalizmin uluslararası işbölümüne dayanan gerçek niteliğinin kavranamamasıyla alâkalıdır. Kapitalizm organik biçimde birbirine bağlı parçalardan oluşan bir dünya ekonomisidir. Kapitalizmin kendisini değil de, “dışa bağımlılık” denen şeyi temel sorun (özellikle azgelişmişliğin ya da geriliğin temel nedeni) olarak gören küçük-burjuva milliyetçiliğinin, dünya ekonomisinin gerçeklerinden ne denli uzak hayalci bir bakış açısına sahip olduğunu göstermek için birkaç çarpıcı noktayı hatırlatalım. Gerçekte mühendislerimizin de çok gıpta ettiği gelişmiş kapitalist ülkeler (“muasır medeniyet”), genellikle çok zengin enerji kaynaklarına ve yeraltı zenginliklerine sahip değilken ve dolayısıyla “dışa bağımlı” iken, zengin kaynaklara sahip ülkelerin çok azı refahı yüksek ülkelerdir. Bu konuda Japonya özellikle çarpıcı bir örnektir. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına ve refah düzeyi en yüksek ülkelerden biri olmasına rağmen bu ülke temel enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri açısından acınası derecede çorak ve “dışa bağımlıdır”. Öte yandan örneğin başta Suudi Arabistan olmak üzere petrol zengini diye anılan Ortadoğu ülkelerine baktığımızda muasır medeniyetçi mühendislerimizin hiç de gıpta etmeyeceğini bildiğimiz bir tablo mevcuttur. Demek ki enerji kaynaklarında “dışa bağımlı” olmak ya da olmamak hayatın ve ekonominin temel gerçekleri açısından belirleyici bir önem taşımıyor.
Kapitalizmin tarihsel önemi onun Ortaçağın yerelliği ve yalıtılmışlığını kırmasında ve Marx’ın sözleriyle tarihi dünya tarihi haline getirmesindedir. Nesnel olarak ilerici olan bu eğilimden ancak dar kafalı milliyetçiler rahatsızlık duyabilir. Özü gereği uluslararası bir sınıf olan işçi sınıfının çıkarları ise ulusal izolasyonda ya da ne idüğü belirsiz bir “kendi kendine yeterlikte” değil, bu entegrasyon eğiliminin, dünya sosyalist devrimi aracılığıyla nesnel mantıki sonuçlarına ulaştırılmasında, yani sınıfsız bir dünya düzeninin yaratılması noktasına vardırılmasındadır. Marx’ın dediği gibi emeğin kurtuluşu yerel ya da ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan toplumsal bir sorundur. Bu nedenle diğer sorunlarda olduğu gibi enerji sorununda da sözümona sol bir perspektifle ortaya konan bu tür milliyetçi bakış açılarının tuzağına düşmemek gerekiyor.
Milliyetçilik eğiliminden farklı olarak, özelde mühendis odalarıyla bağlantılı olan ve bu eğilimle kopmaz biçimde iç içe geçmiş dar mesleki çıkarların savunusu eğilimi de atlanmamalı. Gerçekten de, mühendis odalarının özellikle termik santrallerin savunucusu durumuna düşmeleri, dar mesleki çıkarların ne denli körleştirici olabildiğine dair dikkate değer bir örnek oluşturmaktadır. Termik santrallerin insan sağlığı ve doğa için ne denli yıkıcı ve tehlikeli olduğu artık özel bir tartışma konusu yapılmayacak denli aşikârdır. Ama tam da bu odaların üyeleri arasında hatırı sayılır bir kesim bu santraller ve yanı sıra hidroelektrik santrallerde ve ilgili kuruluşlarda çalışanlardan oluştuğu için enerji sorununda genel bir tutuculuk sergilenmekte ve özellikle alternatif enerji kaynaklarına karşı bir kayıtsızlık gözlenmektedir. Elbette bu kayıtsızlık mutlak bir kayıtsızlık değil. Bu yönde bazı değerlendirmeler ve beyanlar yapılıyor yapılmasına, ancak bunların büyük ölçüde zevahiri kurtarmaya dönük olduğunu görmek zor değil. Gerçekte bu yöndeki beyanlar ne olursa olsun, mühendis odalarının ana kaygısı, mevcut teknolojilerin muhafazası ve ıslahı olarak kalmaktadır. Bu böyle olduğu için, alternatif temiz enerji kaynakları söz konusu olduğunda, mühendis odaları da nükleer santral taraftarlarıyla benzer sığ argümanlara (“yüksek maliyet”, “henüz fizibil olmama”, “ancak uzak gelecekte ciddi bir alternatif olabilme” vb.) meyledebilmektedirler.
Alternatif yok mu?
Hem nükleer fisyoncuların hem de diğer fosil kaynaklara dayalı enerji biçimlerini savunanların genelde ortak olan bir görüşü, alternatif temiz enerji kaynaklarının henüz yeterli ve kullanışlı olmadığıdır. Bunlara göre, hele hele dünyanın mevcut aşırı nüfusu düşünüldüğünde bu tür kaynaklardan dem vurmak hepten gayri ciddidir ve bu kaynaklar ancak uzak gelecekte anlamlı ölçüde kullanılabilir hale gelecektir. O günlere kadar elimizdeki geleneksel enerji kaynaklarıyla, yani termik (kömür, petrol, doğalgaz), hidrolik ve nükleer fisyon ile neler yapılabileceğine bakmak durumundayız.
Bu görüşler gerçeklerden çok kapitalist enerji tekellerinin çıkarlarını yansıtmaktadır. Kapitalistlerin, kaynakların kıtlığından ve nüfusun fazlalığından dem vururken, bir yandan da bize her gün yeni bir mutluluk iksiri muştulamalarının ve bizi mutlu bir geleceğin beklediğini telkin etmelerinin ne denli kaba bir tezat oluşturduğunu sadece not ederek geçelim. Gerçekte insanoğlu yaratıcı gücü sayesinde muazzam olanaklar yaratmıştır, daha da yaratacağından başka. Kaynaklar ve olanaklar, gösterilmek istenenin aksine, hem göz kamaştırıcıdır, hem de son derece berrak ufuklar doğurmaktadır.
Enerji somutunda konuşacak olursak, hem insanlığa bolca yetecek hem de doğayı tahrip etmeyecek türde enerji kaynakları ve bunları yararlı kullanım biçimlerine dönüştürecek enerji teknolojileri mevcuttur. Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, füzyon enerjisi ve diğer bazı yenilenebilir enerji kaynakları hem bol hem de temiz ve tehlikesiz enerji sunuyorlar. Bu konuda teknik anlamda bir fikir verebilmek amacıyla yazının sonuna koyduğumuz ekte bazı ayrıntılı bilgiler veriyoruz. Buraya bakıldığında somut biçimde görülecektir ki, yeryüzündeki tüm nüfusu, hatta bunun kat be kat fazlasını bolluk ve refah içinde yaşatacak, üstelik bunu doğanın canına okumadan ve sürdürülebilir biçimde yapacak enerji teknolojileri hazır durumdadır.
Ama sorun tam da bu noktada başlamaktadır. İnsanlığın yarattığı bu göz kamaştırıcı imkânlar hayata geçirilmemekte, atıl bekletilmekte ya da bunların tabiatına uygun olmayan müsrif biçimler altında, verimsizce hayata geçirilmekte ve böylece gerçek insani ilerlemeye ket vurulmaktadır. O halde sorun nerededir? İşte bu noktadan itibaren tartışmayı, nükleer santral sorununun ötesine taşıyarak daha genel bir düzeye yükseltmemiz gerekiyor.
Adım adım gidelim. Sorunun kaynağında üretimin hangi kaynaklara dayanarak, hangi teknolojilerle, hangi biçimde yapılacağına ve buna bağlı olarak tüketimin de hangi biçimler altında olacağına karar verenlerin olduğu açıktır. Yine besbellidir ki, hangi enerji kaynaklarının hangi biçimde kullanılacağına karar verenler, çevresel yıkımlardan ve sefaletten mustarip olan yığınlar değildir. Bu acı sonuçlara maruz kalan yeryüzünün çalışan ve sömürülen yığınları bütün üretimi gerçekleştirdikleri halde bu üretimin niteliği ve niceliği hakkında en küçük bir karar verme hakkına sahip değildirler. Buna karar verenler bu dünyanın egemen sınıfını oluşturan kapitalistlerdir. Kapitalistlerin insan ve doğa karşısındaki bu yıkıcı konumlarının nedeni, onların keyfi tutumları ya da genlerinden gelen gizemli şeytani etkiler değildir. Bu bakımdan sorun kapitalistlerin ahlâki açıdan mahkûm edilmesi sorunu değildir. Kapitalistleri anlamak için onların egemeni oldukları üretim tarzını ve toplumsal sistemi, yani kapitalizmi anlamak gerekir. Kapitalist üretim neden böyle insanlığın çıkarları aleyhine işlemektedir? Soru budur.
Kapitalist üretimin temel niteliği
Kapitalizm altında ürünler insanlar onlara ihtiyaç duydukları için değil kapitalist sınıfın kâr elde etmesi için üretilir. Aslında bunu en sıradan insan bile bilir. Bir nesne ya da hizmet ne kadar faydalı olursa olsun, eğer kapitalist için yeteri kadar kâr getirmiyorsa üretilmez. Üretim insan toplumunun ihtiyaçları için değil sömürücü kapitalist azınlığın çıkarları için yapılır. İhtiyaç nesneleri ancak kapitalist sınıfın çıkarlarının dar kapısından geçerek ve geçebildiği ölçüde insan toplumunun gereksinimlerini tatmin etme fırsatını bulabilirler. Politik ekonominin terimleriyle söyleyecek olursak, kapitalist üretimin amacı kullanım değerleri (faydalı nesneler) üretmek değil değişim değerleri (meta) üretmektir. İşte insan ihtiyaçlarının üretiminin önüne, tabiatı gereği böyle bir engel diktiği için kapitalizm, insanlığın gerçek ihtiyaçlarına çare olamamakta ve giderek onu bir yıkıma sürüklemektedir. Koca insanlık, dünya çapındaki bir avuç sömürücünün dar sınıf çıkarlarının kaprisine mahkûm olmuş durumdadır.
Yaşamın neredeyse her alanında gerekli hale gelmiş olan ve diğer her şeyin üretimi için vazgeçilmez bir temel teşkil eden (yani faydalı bir ürün, bir kullanım değeri olan) enerji de, günümüzde üretime konu olan hemen her şey gibi, kapitalizm altında bir meta olarak üretilmekte ve kapitalist meta üretimine hükmeden yasalara tâbi olmaktadır. Her meta gibi o da kapitalist pazarın anarşik rekabet kamçısı altında ve körleme üretilmektedir. Rekabet eden güçler rakiplerini bertaraf etmek ve daha çok kâr edebilmek için mallarını giderek daha ucuza üretmek ve satmak zorunda kalırlar. Bu kaçınılmaz zorlama, eşyanın tabiatı gereği, kapitalisti maliyeti arttırıcı şeylerden veba gibi kaçınmaya sevk eder. Her işçinin gayet iyi bildiği gibi, patronlar nasıl işyerlerinde sağlıklı çalışma koşulları için harcama yapmaktan kaçarlarsa, aynı şekilde, çevreyi koruyucu önlemler için harcama yapmaktan da öyle kaçınırlar. Bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Kapitalizmin temel karakteristikleri olan (başka şeylerin yanı sıra) kâr dürtüsü ve rekabet, özü gereği çevresel-ekolojik kaygılara düşmandır. Bu nokta ekolojik sorunların anlaşılmasında temel başlangıç noktasıdır. Hiç abartmaksızın diyebiliriz ki, bunu anlamayan çevre sorununun doğasını anlayamaz.
Kapitalizmin insana bakışı ile doğaya bakışı arasında sıkı bir ilişki vardır. İnsana sadece iliğine kadar sömürülecek bir yaratık gözüyle bakan bir üretim tarzının doğaya da öyle bakması gayet anlaşılır bir şeydir.
Kapitalizmin ekolojik sorunlar karşısındaki tavrının son zamanlardaki bazı örnekleri yeteri kadar aydınlatıcıdır. Bir yandan büyük çaplı ekolojik tehlikelere ikiyüzlüce dikkat çekilmekte ve tüm dünya toplumuna ekolojik duyarlılık pozu verilmekte, ama öte yandan aynı yıkıcı üretim faaliyeti tüm hızıyla devam etmektedir. Şatafatlı gösterilerle, ekolojik sorunlara güya çözüm için, uluslararası konferanslar, toplantılar düzenlenmekte, sera gazları, CFC’ler (kloroflorokarbonlar) için emisyon hacimlerini sınırlandırma protokolleri imzalanmakta, ama diğer tarafta bütün bu protokoller hiçe sayılmaktadır. Birçok büyük uluslararası toplantıya ve alınan kararlara rağmen hâlâ ciddi hiçbir önlem alınmamıştır.
Focus dergisinde yer alan şu satırlar, petrol, otomobil ve lastik sanayilerine hükmeden kapitalistlerin gerçek faaliyetlerinin hangi yönde olduğunu anlamlı biçimde ortaya koymaktadır:
Günümüzde küresel ekonominin çevreye zarar verdiğini reddeden tek kuruluş Küresel İklim Koalisyonu (GCC)... Ancak, parasal anlamda petrol, otomobil ve lastik sanayi tarafından desteklenen GCC’nin bu tavrı çok da şaşırtıcı değil... Koalisyonun güçlü lobi faaliyeti, sera gazının yayılmasını düşürme girişimlerini büyük ölçüde baltalıyor. Milyonlarca dolarlık para şantajıyla hareket eden GCC’nin tavrı, ABD senatosunun, Kyoto zirvesinde sera gazı emisyonunu düşürmeye yönelik anlaşmayı imzalama kararını engellemeye yetti. ABD bu anlaşmaya imza koymazsa, diğer ülkelerin de aynı doğrultuda bir yaklaşım benimseyeceği açık.
GCC, küresel ısınmayı engellemeye yönelik faaliyetlerin, iş yaşamındaki maliyetleri arttıracağını, vergileri yükselteceğini ve ABD’deki rekabet ortamını zedeleyeceğini ileri sürüyor. Ancak dünyanın ünlü iklim bilimcileri ve 138 Nobel fizik ödüllü bilim adamından 100’ü, GCC’nin bu yaklaşımına karşı çıkıyor. (Focus, Şubat 2000)
Sanayinin temizlenmesi kapitalistler için katlanılması zor bir maliyet olduğundan bu konuda ancak olsa olsa çok küçük ya da isteksiz adımlar gündeme gelebiliyor. Öyle ki, şu anda kapitalizm, bıraktık fosil enerji kaynaklarını terk etmeyi, bu kaynakların yol açtığı sera gazı emisyonunu %17-40 düzeyinde azaltabilecek daha verimli yanma teknolojilerini (akışkan yataklı yanma, gaz türbini, kömür gazifikasyonu bileşik çevrim vb.) dahi uygulamakta son derece isteksizdir.
Öte yandan kâr ve rekabet baskısı, yeryüzünü saran sefalet olgusunun acı gerçekleriyle alay edercesine tüketimin verili biçiminin azgınca pompalanmasına yol açarak (çoğu durumda gerçek insan ihtiyaçlarından çok uzak olan gereksiz ürünler için) doğaya zararlı atıkların ve yan ürünlerin miktarını aynı ölçüde arttırır. Tüketimi artırmak için bir yandan ürünler giderek daha dayanıksız üretilirken, diğer yandan yenilikler gerçek kapsamlarına denk düşen adımlarla değil, çok küçük adımlara ve parçalara bölünerek ürünlere dönüştürülür. Özellikle önem taşıyan bu son olguyu görmek için sadece otomobil ve bilgisayar endüstrisinin durumunu hatırlamak dahi yeterlidir. Bu sektörlerde durum en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak kadar çıplak biçimde tezahür eder. Gerçek anlamda bir yenilik, bir ilerleme (bu yenilik ya da “ilerlemelerin” ne ölçüde gerekli ve yararlı oldukları elbette ayrı bir konudur) ifade eden bir model çıkana kadar, araya onlarca, belki yüzlerce, sözde yenilik içeren model sokuşturulur. Tüketimi ne pahasına olursa olsun arttırmak için kuşkusuz daha birçok yöntem kullanılır. Özellikle 20. yüzyılın tarihi bu amaca dönük hile ve düzenbazlıkların kendi başına devasa büyüklükte sektörler (başta reklâmcılık ve moda) haline gelişine tanıklık etmiştir. Ama bunların ayrıntılarından daha çok söz etmeye gerek yoktur. Önemli olan bunların sonucudur. Bu yöntemlerin de katkısıyla, gereksiz yere inanılmaz bir kaynak israfı yapılırken diğer taraftan doğaya zararlı yan ürün ve atıkların miktarı da aynı gereksiz ölçülerde yükselir. Sonuç olarak kapitalist elinden geldiğince çok üretmek, çok satmak ve çok kazanmak, ve dolayısıyla çok tüketim ister. Doğa mı? O da ne? Apres moi le déluge! [Benden sonra tufan!]
Ama kâr ve rekabet kıskacının asıl önemli sonucu, üretici güçlerin insan ve doğa yararına gelişmesini boğmasıdır. Özellikle 20. yüzyılda buluşlarda muazzam bir çeşitlenme ve çoğalma olmuş, bunun sonucunda aynı işi görmeye yönelik birbirine alternatif birden çok teknolojik araç ve yöntem ortaya çıkmıştır. Ancak bunlar arasında tercih yapma hakkı toplumun değil kapitalistlerin elinde olmuştur. Onların temel tercih kriterlerinin insan ve doğa yararı olmadığını, aksine kâr ve rekabet olduğunu ise zaten söyledik. Bu durum toplumun, her yol ayrımında beliren sayısız yollar arasında sadece ve sadece kapitalistlerin seçtiği güzergâhtan ilerlemeye zorlanması anlamına gelmektedir. Böylece kapitalistlerin o an işine gelmeyen ama insan ve doğa için çok daha fazla yararlı olan birçok araç ve yöntem, ya daha beşikteyken boğulur, ya basitçe ihmal edilir, ya da yedekte tutularak günün birinde kârlı olabileceği belirsiz bir gelecek için elde bekletilir.
Teknoloji ve kapitalizm
İnsan var olalı beri teknoloji de var olmuştur. İnsan türü için alet yapan hayvan sözü boşuna söylenmemiştir. İnsanoğlu, varlığını sürdürebilmek için daha en başından itibaren doğaya karşı vermek zorunda olduğu savaşını, diğer türlerden ayrı olarak, tasarladığı aletler vasıtasıyla yapmıştır. Vahşet çağının en ilkel ağaç ve taş aletlerinden tutun bugünün göz kamaştırıcı araçlarına kadar her şey insanın doğaya söz geçirme uğraşının değişik gelişme evrelerindeki teknolojik biçimlerden ibarettir. Değişen şey insanın doğaya hâkimiyetinin ve onun karşısındaki bağımsızlığının derecesidir. İnsan giderek çeşitlendirdiği ve yetkinleştirdiği araçlar sayesinde doğanın gizil güçlerinin sırrına daha fazla ermiş ve bu kör güçleri kendi amaçları doğrultusunda daha fazla ehlileştirerek kullanmayı öğrenmiştir. Bu gelişim süreci bir yandan onun daha az çaba harcayarak ve daha az kaynak kullanarak, doğadan daha fazla fayda sızdırmasını sağlamış, diğer yandan da onu doğa karşısında daha fazla özgürleştirmiştir. Geçici gerilemeler hep olmuşsa da, sürecin genel seyri insanoğlunun doğayı giderek daha verimli kullanması yönünde olmuştur.
Ama her ne kadar insanoğlu genel olarak ileriye doğru gelişmişse de, bu gelişmenin temposu devirden devire değişmiş ve esasen kapitalizmin yeryüzüne hâkim oluşuna kadar gelişme bata-çıka olmuştur. Gelişmeye kesin bir istikrar ve ivme kazandıran kapitalizm olmuştur, öyle ki kapitalizmin birkaç yüzyıllık zaman zarfında insan toplumunu kanatlandırarak çıkardığı yükseklikten bakıldığında, ondan önceki yaklaşık iki milyon yıllık insan gelişimi büyük ölçüde bir durgunluk olarak görünür.
Ancak bu parlak başarılara rağmen kapitalizm üretici güçleri kendi içinde çelişkili biçimde geliştirir. Bu çelişkinin bir ucunda insanlığın bütünsel gelişimine hizmet eden parlak atılımlar varken, diğer ucunda yıkıcı etkiler vardır. Bir uçta insanlığın uyuyan güçlerini ayağa kaldıran ve gelişimi belirli bir süre boyunca bu güçlerin gelişimiyle uyumlu olan bir kapitalizm, diğer uçta, esasen yirminci yüzyılın başlarındaki dönüm noktasından sonra, uyanmış olan bu üretici güçlerin ve insan toplumunun daha öte gelişmesinin önünde giderek engel haline gelmeye başlayan kapitalizm.
Marx kapitalizmi, cehennemden çağırdığı güçlere artık hükmedemeyen büyücüye benzetir. Gerçekten de kapitalizm bir yandan insanlığı ilerletmiş, ancak öte yandan bu ilerleme insanlık için gitgide daha büyük bedellere mal olmaya başlamıştır. Böyle olduğu ölçüde o gericileşmiş ve insanlık için katlanılmaz bir nitelik kazanmıştır. Bu durum kendisini en iyi biçimde, üretici güçlerin sunduğu muazzam olanaklarla insanlığın mevcut sefaleti ve doğanın inanılmaz boyutlardaki tahribatı arasındaki çıplak çelişkide ifade etmektedir.
Enerji söz konusu olduğunda bu durum çok çarpıcı biçimde ortadadır. Zararlı hiçbir yan ürünü ve atığı olmayan, felâketlere yol açabilecek bir tehlike riski taşımayan, mevcut haliyle bile teknik bir engeli bulunmayan, başta güneş enerjisi teknolojileri olmak üzere tüm yenilenebilir enerji teknolojileri, kapitalistlerin esasen fosil kaynaklara ve nükleer fisyon teknolojisine dayanan tercihleri karşısında itibar görmemektedirler. Bu temiz ve bol enerji kaynakları/teknolojileri kapitalistler için ancak uzak geleceğin sorunu olabilmektedir. Kapitalistler ellerinin altında hazır kâr kaynağı olarak bulunan kömür ve petrol rezervlerini tüketmeden önce yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeye ne hacet! Petrole dayanan ulaşım sektörü, karayolları inşaatı ve petrolle çalışan motorlu taşıt üretimi sektörü gibi kapitalist ekonominin diğer büyük dilimleri de düşünüldüğünde fosil yakıt teknolojisinden vazgeçmek niye?
Bu bakımdan güneş enerjisinin belki de en umut verici uygulaması olan güneş pillerinin durumuyla nükleer enerjiyi karşılaştırmak pek öğreticidir. Nükleer fisyon reaktörleri üzerine araştırmalar yapılırken fotovoltaik güneş pili üzerine de çalışılıyordu ve bu ikisi aşağı yukarı aynı yıllarda geliştirilmişti. Sırf teknik açıdan baktığımızda, eğer tercih nükleer fisyon enerjisinden yana değil de güneş pillerinden yana yapılmış olsaydı dünyanın bambaşka yola girmiş olacağını görmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Zira o zaman insanlığın yaratıcı enerjisi ve kaynakları nükleer fisyon enerjisini geliştirmeye değil, güneş teknolojilerini geliştirmeye hasredilecekti. Araştırma ve geliştirmenin yönü, yapılan tercihlere göre tayin edilmektedir. Nükleer fisyon enerjisinin geliştirilmesi için harcanan kaynaklarla güneş teknolojilerinin geliştirilmesi için harcanan kaynaklar arasındaki fark bunu gayet iyi göstermektedir. Örneğin 1970’lerin sonlarına ait bir veri, İngiltere’de nükleer fisyon enerjisi araştırmalarına 230 milyon sterlin ayrılırken güneş teknolojilerine topu topu 1,1 milyon sterlin ayrıldığını kaydetmektedir.
Bu bir yana, güneş teknolojilerinin bazı uygulamalarının kapitalist tekelleştirme eğilimlerine zıt karakteri de enerji üreticilerinin canını sıkmıştır. Örneğin tek tek evlerin üzerine kurulacak güneş kolektörleri ve fotovoltaik pillerin bir kez kurulduktan sonra enerji kaynağının tükenmez ve bedava olmasıyla birlikte kapitalist tekellerden belirli bir bağımsızlaşma sağlayacak olması enerji tekelleri için fevkalâde tehdit edicidir. Bu nedenle Amerika’da enerji üreticileri güneş enerjisi araştırma ve geliştirme çalışmalarına karşı politik lobi faaliyetlerinden büyük ölçekli reklâm kampanyalarına kadar uzanan örgütlü bir saldırı yürütmüşlerdir.
Bir diğer örnek elektrikli otomobil örneğidir. Bugün karbondioksit emisyonunun baş sorumlularından biri olan petrol yakıtlı otomobillerin yerini gelecekte alacağı reklâm edilen elektrikli otomobillerin aslında 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında ve bugünün içten yanmalı motorlu otomobilleriyle aynı anda geliştirildiğini, hatta geliştirilmek ne kelime, otomobil endüstrisinin bu başlangıç yıllarında, buharlı otomobiller de dahil olmak üzere üç tip olarak neredeyse birbirine denk sayılarda üretilip kullanıldığını çok az insan bilir. Teknoloji tarihçisi George Basalla durumu şöyle anlatmaktadır.
Yüzyıl dönümünde modern otomobil motorunun (İçten yanmalı, dört zamanlı Otto motoru), rakiplerini geride bırakıp “yarışı” kazanacağı belli değildi. 1900’de ABD’de 4192 araba üretildi. Bunların 1681 tanesi buharlı, 1575 tanesi elektrikli ve 936 tanesi de benzinliydi. Ama bundan kısa bir süre sonra, içten yanmalı motor zirveye doğru tırmanmaya başladı. 1901 yılında düzenlenen New York otomobil fuarında, 58 buharlı, 23 elektrikli ve 58 benzinli araba modeli sergilendi. 1903 yılına gelindiğinde, sergilenen buharlı ve elektrikli modellerin sayısı, 34 ve 51’e düşerken, benzinli arabaların sayısı 168 olmuştu. Sonunda 1905 yılındaki fuarda benzinli arabaların zaferi kesinleşti. Sergilenen 219 benzinli model, buharlı ve elektrikli arabaların toplam sayısından yedi kat daha fazlaydı. Yazık ki, içten yanmalı motorun zaferini belgelemek, başarısını açıklamaktan çok daha kolaydır. 1905 yılında, motor mekanizmalarının hepsi de, kimi avantajlar ve dezavantajlar içeriyordu; ve hiçbiri bariz bir üstünlüğe sahip değildi. (Teknolojinin Evrimi, George Basalla, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 5. Basım, Mart 1998, s.267)
Basalla’ya bunun açıklaması için yardım olsun diye, sadece o sıralarda kapitalizmin büyük bir dönüşüm geçirmekte olduğunu, bu dönüşümün önemli öğelerinden birisinin de kömürün yerini almakta olan petrol olduğunu, başta Amerikan kapitalizmi ve tekelci sermayenin bir numaralı sembolü olan Rockefeller’ın petrol tekeli Standard Oil olmak üzere petrolcülerin her alanda büyük bir etkinlik ve tahakküm gücü kazanmakta olduğunu hatırlatalım. O yıllarda yapılan bir karikatürde, Beyaz Saray dev Rockefeller’ın ellerindeki bir oyuncak olarak resmediliyordu. Her ne kadar benzinli motorun rakiplerini geride bırakmasının ardında Rockefeller’ın ya da petrol tekellerinin doğrudan ya da dolaylı dahline ilişkin bir bilgimiz yoksa da, petrolün ve Rockefeller’ın yükselişiyle benzinli otomobillerin yükselişinin kuvvetlice örtüşmesi anlamlıdır. Ancak durum her ne olursa olsun, yapılan tercihin kapitalist çıkar esasına dayandığı ve doğanın gözünün yaşına bakılmadığı açıktır. Sorunun özü burasıdır.
Her şeye rağmen bakış açısında eksik ve zayıf bir nokta kalmaması için yine de şu önemli uyarıyı yapmamız gerekiyor: Kapitalizmin çevreci hareket tarafından savunulan ve burada anılan temiz enerji kaynaklarına ve teknolojilerine günün birinde yönelmesi tasavvur dışı değildir. Hatta bunun için birtakım hazırlıklar yaptığı da inkâr edilemez. Ama bu yönde gelişme eğilimi, kapitalizme özgü öldürücü bir yavaşlıkla, topal adımlarıyla, iki ileri bir geri kramplarla ilerleyebilir ancak. Böylesi bir yavaşlık ve çarpıklık ise insanlığın ve gezegenin kaldıramayacağı bir lükstür. Çelişki buradadır. Bu yavaşlık ölümcül hastalığa yakalanan hasta için tedavinin vahim derecede geç başlatılması anlamına, bu çarpıklık da hastanın sözgelimi ateşini düşürürken başka vücut fonksiyonlarını felç etme anlamına gelmektedir. Oysa tedavinin derhal ve bütünsel olarak başlaması gerekmektedir. Kaybedilen her gün kurtuluşu zora sokmaktadır.
Askeri faktör
Kapitalist üretim biçiminin temelini oluşturan rekabet, kaçınılmaz olarak farklı sermaye birimleri ve grupları arasındaki çelişkilerin çözümü için zaman zaman saf piyasa rekabeti, saf ekonomik rekabet alanının dışına çıkarak yeni biçimler kazanır. Saf ekonomik araçlarla çözülemeyen çelişkiler, politik ve askeri araçların devreye girmesini gerektirir. Bu nedenle kapitalistler devletlerini ve ordularını kendi varoluşlarının zorunlu bir koşulu ve biçimi olarak görürler. Rekabetin kızışması sonucu günün birinde askeri araçlara başvurma zorunluluğunun çok iyi bilincinde olan kapitalistler, muazzam bir askeri sanayinin ve askeri aygıtın kurulmasını sağlarlar ve her geçen gün bu aygıtı mükemmelleştirirler.
Bu alanda harcanan çaba ve kullanılan kaynaklar giderek akıllara durgunluk veren boyutlara ulaşır. 1990 yılına ait bir veriye göre askeri harcamalara giden miktar o yıl için 950 milyar dolar olmuştur. 1990 yılı dünya gayri safi hasılasının toplam 20 trilyon dolar olduğunu hatırlayacak olursak kaynakların yaklaşık olarak 20’de 1’i askeri harcamalara gitmiş demektir. Pek muhtemelen bu oran gerçekte bundan daha da büyüktür. Bu veriye göre dahi dünyada dakikada 1,8 milyon dolar silahlanmaya harcanmaktadır. Rakam korkunçtur ve kapitalizmin insanlık dışı yüzünü şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermektedir.
İşin başka yönleri de vardır. Bütün bu harcama ve üretimin berisinde muazzam bir bilimsel araştırma geliştirme faaliyeti vardır. Acaba yeryüzünde araştırma geliştirme çalışmalarının ne kadarı bu yıkıcı amaçlara hasredilmiştir? Alternatif Teknoloji adlı kitabın yazarı David Dickson şunları söylüyor:
Sınai teknolojinin gelişmesi için gereken dürtüyü buluşlar ve rekabetin sağlaması yanında, kamu kesimindeki araştırma ve geliştirme çalışmalarında ön sırayı savunma ve askeri talepler tutmaktadır. 1969’da İngiltere’de devletin araştırma ve geliştirmeye harcadığı miktarın toplamının yaklaşık yarısı, 583 milyon pounddan (1 milyar 327 milyon dolar) 260 milyon pound bunlara ayrılmıştır. (…) 1969’da Birleşik Devletler Federal hükümetine bağlı araştırma ve geliştirme mühendisleri ile bilim adamlarının %52’si Savunma Bakanlığı için çalışmaktaydı. (Alternatif Teknoloji, Ayrıntı Yay., Haziran 1992, s.42-43)
Benzer rakamlar bir başka bilim adamınca da verilmektedir:
Hükümetlerin askeri araştırma ve geliştirme projelerine ayırdığı kaynak, bu faaliyetlerin en hızlı döneminde toplam Ar-Ge bütçelerinin büyük bir oranını oluşturuyordu; bu miktar ABD ve SSCB örneğinde Ar-Ge bütçelerinin yarısından fazlaydı. Dahası, araştırmaların ürün çıktısı sivil sektörlerde çok daha büyüktür. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 1970’li yıllarda, ortalama bir askeri aygıtın sivil piyasalardaki herhangi bir aygıttan 20 kat daha fazla araştırma yoğun olduğunu tahmin ediyordu.
Askeri Ar-Ge’yle uğraşan bilim adamı ve mühendis sayısı kesin olarak bilinmemektedir. SIPRI 1970’li yıllarda bu sayının yaklaşık 400 bin olduğunu tahmin ederken, daha sonraları yapılan tahminler bu sayıyı 500 bine yükseltti. Bu rakamlar dünyanın araştırmacı bilim adamlarının yüzde 45’inin askeri işlerle uğraştığını ya da yalnızca fizikçiler ve mühendisler düşünüldüğünde araştırmacıların yarıdan fazlasının askeri alanlarda çalıştığı anlamına gelir. Nitekim araştırmacı kadrolar askeriye-endüstri karmasının korkunç bir bileşenini oluşturur ve dünyanın beyin gücünün yapıcı faaliyetlerden ziyade yıkıcı faaliyetlere devasa ölçülerde saptırılmış olduğunu gösterir. (Bilim ve İktidar, Federico Mayor-Augusto Forti, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s.95-96, Haziran 1999, 5.Basım)
Kapitalist sınıf açısından özellikle 20. yüzyılda can alıcı bir öncelik ve önem kazanan askeri amaçlar, zaman zaman bu amaçlara dönük dev üretimin sıradan piyasa kurallarından nispi bir bağımsızlaşması sonucunu da doğurur. Doğrudan doğruya devlet yatırımları şeklinde ya da devlet siparişleriyle çalışan bu sektörlerde ucuz maliyet kaygıları nispeten daha azdır. Devletler gerektiğinde gözlerini kırpmadan bir ülkenin kaynaklarının büyük bölümünü bir silahın üretimine hasredebilmektedirler. İlk atom bombasının yapılması için oluşturulan Manhattan Projesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu proje için yüz binlerce insan çalışmış, uygulamalı fizikçilerin en yetenekli krem tabakası sadece bir bomba yapılması işine koşulmuşlardır. Proje o zamanın parasıyla 2 milyar dolar yemişti. Bu askeri araştırma, başta hidrojen bombasının yapılması için olmak üzere 1945-56 arasındaki yıllarda da devam etti.
Aslında yeri gelmişken belirtmeliyiz ki bizim konumuz olan nükleer fisyon santrallerine giden yol da bu şekilde açılmış oldu. Zira silahlanma yolundaki paralel gelişmeler SSCB, İngiltere ve Fransa gibi diğer ülkelerde de yer aldığı için ciddi bir nükleer rekabet de doğmuş oldu. Bu da bir yandan ABD için bu gidişi dizginleyip denetim altına alma gereğini doğurdu ve bu nedenle “nükleer enerjinin barışçıl kullanımı” gündeme getirildi, diğer yandan da bu alana akıtılan büyük çaplı nakit kaynaklar iştah kabarttı.
Nükleer enerjiyle ilgili araştırma ve geliştirme çalışmaları, Manhattan Projesi’nden itibaren federal hükümetin cömert yardımlarıyla beslenmişti. Büyük Amerikan kuruluşları, nükleer enerji söz konusu olduğunda hükümetin finansal riskleri göğüslemeleri durumuna alışmışlardı.
Atom Enerjisi Kurulu, görünürde ticari bir ünitenin parçası olan Shippingport reaktörünü sahiplenmişti. Duquesne şirketi hesabına elektrik üretme şebekeleri kurulmuştu. Şirket bu öncü çabayı çevreleyen reklâmdan yararlanmayı umarak ve girişimin kazançsız bir yatırıma dönüşmesi durumunda kurulun, çalışma harcamalarını karşılayacağını varsayarak parasını bu işe yatırmıştı. Duquesne, Shippingport’un konvansiyonel teknolojisine, yani projenin en az pahalı ve en güvenli kısmına yatırım yapmıştı.
Reaktörle ilgili araştırma ve geliştirme çalışmaları için harcanan para çok fazlaydı. Bu yüzden özel sektör, daha sonraki hükümet girişimlerinin yolunu tıkayarak daha büyük santraller için kurulacak yeni reaktörlerin hükümet tarafından finanse edilmesini sağlamaya çalıştı. Nükleer teknolojiye yatırım yapma konusundaki isteksizliğinden ötürü elektrik endüstrisini suçlayamayız. Kullanımdaki kömürlü santraller, bilindik ve tam anlamıyla güvenilir bir teknolojiye bağlı olarak kurulmuşlardı ve görünürde yakın gelecekte kömür sıkıntısı yaşanacağı yönünde hiçbir belirti yoktu. Nitekim nükleer güç endüstrisi, elektrik üreticilerinin geleneksel enerji kaynaklarına bir alternatif bulunması yönündeki acil ihtiyaçlarından ortaya çıkmamıştı. (Teknolojinin Evrimi, s.224-5)
Askeri gereksinimin baskısı ve bu baskının büyüklüğü olmasaydı bugün nükleer güç endüstrisinin varlığından da söz edemeyecektik. (aynı eser, s.225)
Bütün bunlar bize, nükleer fisyon santrallerinin doğuşunun “enerji ihtiyacının karşılanması”yla en küçük bir ilgisi olmadığını göstermektedir. Bu örneğin de çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, saf piyasa rekabeti açısından rol oynayan unsurların yanı sıra askeri faktör unsuru da kapitalizmin teknolojik tercihlerinde önemli bir rol oynayabilmektedir. Basalla’nın belirttiği gibi, o sıralarda elektrik üreticilerinin başta kömür olmak üzere geleneksel enerji kaynaklarına bir alternatif bulunması yönünde hiçbir acil “ihtiyaçları” yoktu. Gerçek şu ki onların şu anda da böyle bir “ihtiyaçları” yoktur.
Kapitalistlerin teknolojik tercihlerinde askeri faktörün rolüne ilişkin tartışmayı noktalamadan önce son bir hususu belirtmek gerekiyor. Marksistler teknolojik gelişmeye ve genel olarak üretici güçlerin gelişimine ahlâkçı ölçülerle bakmazlar. Genel olarak konuşmak gerekirse, bir teknolojinin kökeninde askeri güdülerin ve araştırmaların olması o teknolojiyi otomatik olarak kötü kılmaz. Nükleer fisyon santralleri olumsuz bir örnektir ve onun gibi daha nicesi vardır, ama sözgelimi yine askeri araştırmaların ürünü ya da yan ürünü olarak ortaya çıkmış bilgisayarlar, internet teknolojisi, mikro elektroniğin başka birçok uygulaması ve hatta tükenmez kalem gibi birçok araç ve teknolojiler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Militarizme ve askeri araştırmalara karşı çıkmak başka şey, olmuş bitmiş tarihi bir olgu olarak bu tür araştırmalardan ürün ya da yan ürün niteliğinde doğmuş ve insanlığa mal olmuş yararlı sonuçlara kızmak başka şeydir. Marksistler militarizme ve askeri araştırmalara tereddütsüz biçimde karşı çıkarlar ve tüm dünyada bu kanallara giden inanılmaz maddi kaynakların ve emeğin yararlı amaçlara dönük üretime aktarılmasını savunurlar. Bu elbette kapitalizm altında olabilecek bir şey değildir. Bunu getirecek olan dünya sosyalist devrimidir. Ancak o zaman bu muazzam yıkım ve israf kaynağı son bulacak ve yararlı buluşlar böyle arızi biçimde değil sistematik ve planlı biçimde ortaya çıkacaktır.
Çözüm ne?
Başlangıçta, tartışmanın dar anlamda bir nükleer santral tartışması olarak gündeme getirildiğini, ama aslında konunun kapsamının çok geniş olduğunu belirtmiştik. Bir bütün olarak insanlığın enerji sorunu, ekolojik sorunlar, teknolojinin karakteri sorunu ve bunların, içinde yaşanılan toplumsal sistemle ilişkisi sorunu konunun gerçek unsurlarını oluşturuyordu. Bu bakımdan çözüm basitçe nükleer santrale hayır demek değildir. Nükleer santrale hangi perspektifle, hangi mücadele yöntem ve araçlarıyla ve hangi çözümlerle karşı çıkıldığı büyük önem taşımaktadır. Akkuyu’ya nükleer santral yapılmasa bile, Türkiye’deki ve dünyadaki insanların başı üzerinde sallanan nükleer kılıç ortadan kalkmayacağı gibi, bu kılıcın ardındaki elin varlığı nedeniyle, genel anlamda çevre, enerji, teknoloji ve bilimin mevcut işleyişi, açlık, sefalet sorunları ve bunlarla bağlantılı daha nice sorunlar yerlerinden santim olsun oynamayacaklardır.
Sorunu daha ilk ağızda tüm dünyadaki insanlığın bol, temiz ve güvenli enerji temin etmesi sorunu olarak ele almadıkça, ciddi bir perspektif geliştirilemez. Bu ifade öncelikle, tüm dünyadaki insanlıktan bahsederek, doğanın ve insanlığın ulusal sınırlarla bölünmüşlüğünü hedef tahtasına koyar. Bu, kaynakların ulusal egoizme esir edilmesi ve israfı bakımından olduğu kadar, tehlikeler bakımından da geçerli bir sorgulamadır. Zira ne radyasyon bulutlarının ne sera gazlarının ne de diğer zararlı çevresel etkilerin ulusal pasaportları yoktur ve bunlar gümrük görevlilerine, sınır muhafızlarına, somurtkan vize memurlarına aldırış etmeden ulusal sınırları geçerler. Konuyu salt nükleer santraller açısından ele aldığımızda dahi, Türkiye’nin hemen yanı başındaki Ermenistan ve Bulgaristan’da, hem de sınıra yakın bölgelerde nükleer santrallerin bulunması olgusu, dar ulusal bakış açısının iflasını adeta tescil eder. Doğayı ve üretici güçleri yapay ulusal sınırlarla bölmenin tarihsel açıdan gericiliği belki de hiç bu kadar çırılçıplak ortaya çıkmamıştı. Bu nedenle sorunu dar bir ulusal çerçevede değil, bir dünya sorunu olarak görmeliyiz. Kurtuluş ulusal olmayacaktır. Ya dünya bir bütün olarak kurtulacaktır ya da üzerindeki bütün “anlı şanlı” ulusal bayraklarla birlikte batacaktır.
İkincisi, bu ifade dünyadaki herkese yetecek kadar bol enerji üretilmeden insanlığın köklü sorunlarının çözülemeyeceğini saptar. 2,5 milyar insanın enerji sıkıntısı çektiği ve sefalet içerisinde kıvrandığı bir dünya, kıtlığın ürkütücü gölgesi altında, hayatta kalma mücadelesinin tüm vahşetiyle sürmesi ve bir yandan “müreffeh” dünyanın kendi egoizmine ve tüketim alışkanlıklarına daha kıskançlıkla sarılması, diğer yanda da kaynakların kontrolsüz, anarşik tüketiminin sürüp gitmesi anlamına gelecektir. İnsanlığın büyük bir kısmı sefalet ve mahrumiyet batağında yüzerken dünyanın kurtulması mümkün olabilir mi?
Ve üçüncü olarak, bu ifade bu yeterli miktarda enerjinin doğaya ve insana zarar vermeyecek, risk oluşturmayacak biçimde üretilmesi ve kullanılması zorunluluğunu dile getirir. Bu da ne fosil yakıtlı enerjinin ne de nükleer fisyon enerjisinin kabul edilemeyeceğini ve yenilenebilir, temiz, güvenli enerji kaynak ve teknolojilerinin kullanılmasının zorunluluğunu ifade eder. Çözüm her koşulda ekolojik sisteme zarar vermeyecek biçimler almalıdır.
Bu koşullar ve insanlığın elindeki teknik olanaklar çerçevesinde, enerji sorunun gerçek bir çözümü için, başta güneş enerjisi olmak üzere tüm yeryüzüne dağılmış yenilenebilir enerji kaynaklarına dayanan, bencil ulusal sınırlarla engellenmemiş ve tüm insanlığa zamanında ve bolca enerji ulaştıran bir entegre dünya enerji sisteminin gerektiği apaçıktır. Teknik açıdan bunun önünde hiçbir ciddi engel yoktur. Enerji kaybını ihmal edilebilecek boyutlara indirgeyebilecek süper-iletken iletim hatlarıyla birlikte, tüm yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını bütün dünyaya yayılmış tek bir enerji şebekesine akıtacak ve ihtiyaca göre yine dünyanın dört bir köşesine enerjiyi dağıtacak bu tür bir sistem, insanlık ve doğanın çıkarlarına uygun en verimli, en temiz sistemdir.[3] Çözümün teknik özü budur.
Bu tür bir sistem nasıl oluşturulacaktır? Bunun olması için her şeyden önce, üretimin, insanlığın ve doğanın çıkarlarına uygun olarak, kontrollü, bilinçli bir şekilde yapılması gerekir. Ama öte yandan üretim, kapitalizmde olduğu gibi bir azınlığın çıkarlarına tâbi olarak yapıldığı sürece, insan ve doğanın çıkarları açısından bilinçli ve kontrollü olamaz. Üretimin bilinçli ve kontrollü olabilmesi için, doğrudan doğruya insan ihtiyaçlarının giderilmesine dönük olması gerekir. Yani toplumsal kullanım değerleri üretimi söz konusu olmalıdır. Bu da insanların üretimin nasıl, ne kadar yapılacağına bizzat karar vermeleriyle, yani üretimi gerçek anlamda planlı kılmalarıyla mümkündür. Demek ki üretimin hâkimi, kapitalist ya da başka türden bir azınlık değil, bizzat üreticilerden oluşan çoğunluk, yani aslında toplumun kendisi olmalıdır.
Planlama, ama nasıl?
Kimileri başka birçok sorun için olduğu gibi çevre ve enerji sorunları için de çözümün planlamada olduğunu savunur. Ama sözü uzatmadan söylersek, planlama kavramı da içi boşaltılarak kötüye kullanılmış ve daha sonra bu haliyle Marksizmin sırtına yıkılan bir kambur olmuştur. Elbette Marksistler kapitalizmin körleme işleyen anarşik üretim tarzına karşı bilinçle işleyen bir planlamayı savunurlar. Plan, prensipte üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin yarattığı parçalanmışlıktan kaynaklanan muazzam kapitalist israfı ortadan kaldırır, gerekli insan emeğini asgariye indirerek verimi yükseltir. Ancak bu kadar kötüye kullanılıp iğdiş edildikten sonra planlama kavramının içeriğini daha net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor.
Planlama fikrini savunanların önemli bölümü ne yazık ki milliyetçi bürokratik bir planlama anlayışını bellemişlerdir. Halk kitlelerinin geniş bir inisiyatifi ve doğrudan, mutlak hâkimiyeti temelinde demokratik olarak işleyen bir planlamaya aykırı olarak bu tür bürokratik bir planlama, sanıldığının tam aksine ne üretim anarşisini ortadan kaldırır, ne de israfı. Sadece kapitalist anarşi ve israfın yerini bürokratik anarşi ve israf almıştır. Bu bürokratik planlama anlayışının en muazzam örneğini sunan Stalinist SSCB’deki inanılmaz israf ve anarşi bu olgunun çarpıcı bir doğrulanışıdır. Doğal olarak çevresel sorunlar da bu planlamadan nasiplerini almışlardır. “Planlı” Çernobil felâketi ve dünyanın en büyük dördüncü gölü olan ve büyük bir canlı çeşitliliği barındıran Aral Gölünün “planlı” katli sadece en çarpıcı örnekler olarak anılmayı hak ediyorlar. Buradaki bütün sanayi ve enerji üretimi kapitalist ülkelerdekiyle benzer teknik biçimleri paylaşmış ve çoğu durumda çevre sorunları daha tahripkâr boyutlara ulaşmıştır. Diğer tüm eski sözde sosyalist ülkeler için de durum aynıdır.
Doğrudan üreticilerin, yani geniş halk kitlelerinin bizzat karar vererek yönettiği, tüm kaynak ve imkânların dar bir ulusal çerçevede değil dünya çapında ele alındığı bir planlama, israf ve anarşinin tek gerçek panzehiridir. Hem yoksulluğun ve alçalmanın hem de ekolojik krizin çaresi yalnız ve yalnızca budur. Hangi biçimi almış olursa olsun (ister kapitalist ister modern bürokratik-despotik), sömürücü bir azınlığın var olduğu her yerde üretim, bu azınlığın, özü gereği topluma zıt olan çıkarlarına tâbi olur. Zaten sefaletin, büyük çaplı ekolojik sorunların ve nükleer tehdidin temel kaynağı da bu değil midir?
Bu bürokratik planlama anlayışı aynı zamanda milliyetçi bir egoizmi de yansıtır. Bu ulusal egoizm özellikle mühendis odalarının Kemalist kafalı sözcülerinin savundukları görüşlerde yansımaktadır. Yukarıda bu milliyetçi egoizmin ne denli zararlı bir zehir olduğuna değinmiş olduğumuz için burada özel olarak üzerinde durmuyoruz.
Üretici güçlerin bugün ulaştığı gelişmişlik düzeyi ulusal sınırları çoktan bir gericilik, bir anakronizm haline getirmiştir. Bugün daha önce hiç olmadığı kadar bütünleşmiş, organik biçimde iç içe geçmiş bir dünya ekonomisi mevcuttur. Nesnel olarak bu olgu ilericidir. Bundan ancak milliyetçiler rahatsızlık duymaktadırlar. Tabiatı ve tanımı gereği kapitalizmi aşan bir gelişmişlik düzeyini öngören sınıfsız toplumun ekonomisi ve üretici güçleri ise, yine tanımı gereği ondan çok daha bütünleşmiş bir dünya ekonomisini hayata geçirecektir. Kapitalizm altında dahi ulusal sınırları aşmış olan üretici güçlerin doğası, uluslararası düzeyde bir planlamayı gerektirmektedir. Şüphesiz devrim sürecinin dünya yüzeyindeki somut ilerleyişine bağlı olarak bu hedefe giden süreçte işçi sınıfının iktidarı aldığı çeşitli ülkelerde ulusal düzeyde planlama girişimleri başlayacaktır. Ancak bu girişimleri kapalı bir ulusal planlı ekonomiyi hedefleyen girişimler olarak değil, uluslararası planlamanın hazırlayıcı dayanakları olarak görmek ve hayata geçirmek gerekir.
Kendilerini Marksist olarak tanımlayanlar arasında dahi uluslararası çapta bir planlama fikrini ütopik bulanlar az değildir. Bu kişi ve çevrelerin bakış açısı, kapıdan değilse bile bacadan sızan ince bir milliyetçilikle sakatlanmıştır ve bu nedenle Marksizmin ruhuna aykırıdır. Bunların ufku ne yazık ki dar ulusal sınırlarla çizilmiştir. Talihliyiz ki teknolojinin günümüzdeki düzeyi uluslararası düzeyde bir planlamayı hiç zorlanmadan zihnimizde tasarlamamızı mümkün kılıyor. Gerçekte yirminci yüzyıl boyunca zaten mümkün hale gelmiş olan şey bugün bin kat daha elle tutulur bir somutlukla tasavvur edilebilir. Bilgisayarlar, internet ve genel olarak yazılım teknolojisinin mevcut düzeyi düşünüldüğünde uluslararası planlama işten bile değildir. İnsanlığın mevcut emek kapasitesini gerçek ihtiyaçların üretimine en verimli bir biçimde dağıtarak, bunların üretimi için gereken zorunlu emek-zamanını asgariye indiren ve buna mukabil insanlığın özgürleşmesinin gerçek temelini oluşturan serbest zamanı azamiye çıkaran, bugünkü internet gibi tüm dünyaya yayılmış bir ağ üzerinde işleyen geniş kapsamlı bir yazılım teknik bakımdan işten değildir. Bugünkü bilgisayarlar böylesi bir planlama yazılımının gerektirdiğinden çok daha büyük ve zorlu işlemlerin üstesinden gelebilmektedirler. Hatta dev uluslararası tekellerin kendi bünyelerinde bu tür planlama yazılımları kullanıyor olması pek muhtemeldir. Bizim kanımız odur ki, uluslararası bir planlamanın teknik bakımdan imkânsızlığına dair tek bir inandırıcı kanıt dahi ileri sürülemez. Elbette planlama salt teknik bir sorun değildir. Ancak biz burada genel olarak planlama sorunuyla değil, planlamanın maddi-teknik imkânlarıyla ilgileniyoruz. Tüm veriler bu imkânların fazlasıyla mevcut olduğunu göstermektedir.
Sorunun özü toplumsaldır
Planlı üretim esasına dayanan entegre bir dünya enerji sisteminin sadece teknik değil, büyük bir toplumsal-politik dönüşüm gerektirdiğini anlamak zor değildir. Zaten sorunun özünün toplumsal sistemden kaynaklandığını yeteri kadar vurguladık. Sorun neredeyse çözüm de oradadır. Nitekim çözümün zorunlu unsurları olarak, tartışmamızın bütününden de kolayca çıkarsanabilecek olan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet zincirinin kaldırılarak kaynakların yapay bölünmüşlüğüne son verilmesi, ulusal çitlerin yıkılması, başta yıkım araçları üreten sektörler olmak üzere tüm zararlı ya da fuzuli üretim dallarının tasfiyesi, teknoloji ve bilimin gerçek toplumsal ihtiyaçların emrine girmesi vs., tüm bunlar sonuçta kapitalizmin ortadan kaldırılması anlamına gelen, muazzam bir toplumsal altüst oluşu gerektirmektedir. Bu hususlar çözümün toplumsal olan gerçek özünü ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla soruna kapitalizmin sınırları içinde ve onu hedef tahtasına koymadan, etrafından dolanarak bir çözüm bulunabileceğini sanmak en hafifinden saflık, ama en çoğu sahtekârlık olur. Doğrusu yeşil hareketin büyük bölümü ve enerji-ekoloji sorunlarına duyarlı görünen başka bir çok kesim için bu sözler geçerlidir. Bu kesimler, her biri kendine özgü ayrımlar taşısa da, sonuç olarak ya konuyu teknik bir esasa indirgeyerek sorunun toplumsal-siyasal özünü gölgelemekte ya da belirli bir toplumsal-siyasal söylem geliştirseler bile, çözümü kapitalizmin şu ya da bu biçimde “ıslahıyla” sınırlamaktadırlar. Oysa göstermiş olduğumuz gibi sorunun kendisi kapitalizmin özünden kaynaklanmaktadır ve her türlü ıslah çabası son tahlilde beyhudedir. Kapitalizm yıkılmadan çevre ve enerji sorunlarının gerçek bir çözümü imkânsızdır. O nedenle enerji sorunu ve onunla sıkı sıkıya bağlantılı çevre sorunları konusundaki mücadele de anti-kapitalist bir perspektife oturmalıdır. Burada ileri sürülecek irili ufaklı talepler de geniş kitleleri bu temel sorunla yüzleşme noktasına getirecek nitelikte olmalıdır.
Üretici güçler geliştirilmelidir
Çevreci hareketin içinde oldukça gerici fikirlere sahip kesimler bulunmaktadır. Bunlar çevresel sorunların kaynağını üretimin biçiminde değil miktarında görmekte ve bu nedenle çözümü nüfusun ve üretimin miktarının azaltılmasında bulmaktadırlar. Bunlar arasında yumuşak üslupla “nüfus planlamasını” vurgulayanlar olduğu gibi küstahça bir söylem tutturanlar da mevcuttur. Meselâ bunlardan birisi olan Garret Hardin, açlık çeken ülkelere yiyecek yardımı yapılmasına karşı çıkarken şunları söylüyor:
Çevrenin taşıma kapasitesini çoktan aşmış olan aç bir nüfusa yiyecek gönderdiğimizde, ülkelerinin yıkımına ortak oluyoruz. Dışarıdan gelen yiyecek daha fazla yerlinin hayatta kalmasını sağlıyor; bunlar daha fazla yiyecek ve yakıt talep ediyorlar; daha fazla talep, topluluğun çevrenin taşıma kapasitesini daha fazla aşmasına yol açıyor ve bu aşım, gelecekteki taşıma kapasitesinin daha fazla azalmasıyla sonuçlanıyor. Aradaki açık üstel olarak artmaktadır. Aşırı nüfuslu bir ülkeye yiyecek hediye etmek bumerang etkisi yapar, uzun dönemde açlığı arttırır. Seçimimiz bazılarının bu yıl ölmesine izin vermek ile daha fazlasının sonraki yıllarda ölmesine izin vermek arasındadır. Yoksul bir ülkeye yardım edebilecek tek şey vardır: nüfus kontrolü. (Aktaran Barry Commoner, Making Peace with the Planet: Population and Poverty [Gezegenle Barışmak: Nüfus ve Yoksulluk])
Barry Commoner, bu zatın genel görüşünü şöyle özetliyor: “Çevre kirliliği sorunu nüfusun bir sonucudur. Sınır bölgesinde yaşayan yalnız bir Amerikalının kendi atıklarını nasıl defettiğinin pek bir önemi yoktur… Ama nüfus yoğunlaştıkça doğadaki kimyasal ve biyolojik geriçevrim süreçleri aşırı yüklenmeye başlar… Üreme özgürlüğü herkese yıkım getirecektir.” (aynı yerde). Commoner bu görüşün bir başka örneğini de şöyle veriyor: “Paul Ehrlich’in çok satan kitabı The Population Bomb [Nüfus Bombası] çevre krizinin kaynağı konusunda daha açıktır: Çevre yıkımının nedensel zinciri kolayca kaynağına dek izlenebilir. Çok fazla araba, çok fazla fabrika, çok fazla deterjan, çok fazla zirai ilaç, yetersiz kanalizasyon tesisleri, çok az su, çok fazla karbondioksit – hepsinin ucunun çok fazla insana vardığı kolayca görülebilir.”
Şüphesiz bu gerici fikirleri çevreci hareketin bütününe mal etmek doğru olmaz, ancak yine de bu olgu, belirli bir sorunu (çevre sorunu, kadın sorunu, ulusal sorun vb.) tek yanlılığı içinde mutlaklaştırma eğiliminin varabileceği noktalara işaret eden bir uyarıdır.
Gerçekte sorun ne üretimin miktarında ne de sözde nüfus fazlalılığındadır. Sorunun kaynağı kapitalist üretim tarzının ta kendisindedir. Yukarıda kapitalistlerin hangi dürtülerle hangi üretim yöntemlerini ve teknolojilerini tercih ettiklerini açıklamıştık. Aynı ihtiyacı çok daha temiz, verimli, doygunca ve sürdürülebilir biçimde karşılayacak yöntemler/teknolojiler mevcutken, kapitalist üretim tarzı, doğası gereği bunların kullanıma sokulmasını baltalamakta, eski tahripkâr yöntem ve teknolojilerin kullanılmasında ayak diremektedir. Yukarıda sözü edilen gerici kesimler gerçekte üretimin ve tüketimin bu tahripkâr biçimler altında devamından yanadırlar. Onlar kendi müsrif ve tahripkâr yaşam tarzlarını bencilce sürdürebilmek için, insanlığın geniş kesimlerinin yeryüzünden silinmesi yoluyla çıktının azaltılacağını ve yıkımın telafi edilebileceğini savunuyorlar. Bu eğilimler ve özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki modern faşist hareket içinde ekolojik argümanları kullananların varlığı, çevreci hareketin iyi niyetli unsurlarını düşünmeye sevk etmelidir.
Bu iyi niyetli unsurlar arasında bile çok yaygın olan bir tutum, üretimin kısılması taraftarlığı ve endüstriye, teknolojiye ve genel olarak gelişmeye düşmanlıktır. Bunlara göre sorun kapitalist toplumda değil “sanayi toplumu”ndadır. Nitekim Unabomber lakaplı ünlü seri bombacı Ted Kaczynski de sorunu “sanayi toplumu” olarak görüyor ve aklınca buna karşı bombalı bir mücadele yürütüyordu. Bu kesimler çözümü bir tür ilkel doğal toplum hayatına dönüşte görüyorlar. Bu tür görüşler özünde küçük-burjuva Proudhonvari pastoral ütopyalar düzeyindedir. Gerçekte insanlığın ve doğanın kurtuluşu ancak yüksek derecede gelişmiş üretici güçler sayesinde olacaktır. Sorun genel olarak sanayi ve teknolojide değil, bunların yanlış ve zararlı biçimler altında kullanılmasındadır.
Ne yazık ki gelişmeyi tanımı gereği doğaya düşman bir kavram olarak görmek son zamanların yaygın entelektüel modalarından biri olmuştur. Daha da kötüsü bu gelişme tasavvurunun Marksizme atfedilmesidir. Oysa bu en hafifinden koca bir yanlış anlamadır, zira Marksizm gelişmeyi bütünsel anlamda bir insani gelişme, ya da eskilerin tabiriyle beşeri gelişme olarak ele alır. Marksizmi ayırt eden nokta onun insani gelişmenin temeli olarak üretici güçlerdeki gelişmeyi tespit etmesidir. Tüm tarih asıl olarak üretici güçlerin gelişmesi ölçüsünde insani gelişmenin sağlandığını göstermektedir. İnsanlığı içinde debelendiği bataklıktan kurtaracak olan kıtlık ve perhiz değil bolluktur. Ancak gelecek korkusunu defedecek bir bolluk insanlığı itiş kakışın, geçim mücadelesinin, alçaltıcı küçük kaygıların sığ sularından yukarı çıkarabilir.
Marksizme göre üretici güçlerin gelişmesinin gerçek ölçüsü emek üretkenliğinin artmasıdır. Dar anlamda düşündüğümüzde bu daha az miktarda emekle daha fazla ürün elde etmektir. İnsanlık zorunlu ihtiyaçlarını giderebilmek için giderek daha az emek zamanı harcayacak ve kültürel gelişmenin gerçek temelini sağlayacak olan serbest zaman böylece artacaktır. Emek üretkenliğinin artması bu dar anlamında düşünüldüğünde dahi doğaya giderek daha az zarar vermek anlamına gelir. Zira etkin araç ve yöntemler sayesinde daha az materyal ve emek kullanılacaktır. Ama bir de bu kavramı gerçek kapsamında düşünecek olursak bunun genel anlamda her türlü insani ve doğal maliyeti içerdiğini görebiliriz. İhtiyaç duyulan ürünlerin üretilmesinde doğaya en az zarar verecek araç ve yöntemlerin kullanılması, doğacak sakıncaların telafisi için harcanacak insan emeğini de azaltır. Böylece ürünler bir bütün olarak toplum bakımından daha verimli üretilmiş, yani topluma daha az emeğe mal olmuş olur. Marksizmde üretici güçlerin gelişmesi kavramını basitçe böyle özetlemek mümkündür. Marksizm asla gözü dönmüş bir sanayileşmecilik ya da teknolojizm sapkınlığı içinde olmamıştır. Bu tür sapkınlıklar daha ziyade Marksizm kalpazanlığı yapan Stalinist bürokrasiye aittir.
Vurgulamak gerekir ki, çözüm üretimin azaltılmasında değil biçim değiştirmesindedir. Ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla gündeme gelebilecek olan bu biçim değişikliği muazzam bir kapsama ulaşan dönüşümleri içerecektir. Her şeyden önce insanlığın gerçek ihtiyaçlarıyla ilgisi olmayan, başta yıkıcı amaçlara yönelik üretim olmak üzere bütünüyle israf anlamına gelen üretimin tamamı tasfiye edilecektir. Bu büyük tasarruf insanların refahlarında en küçük bir azalmaya yol açmayacaktır. Sonra bu faydasız üretime giden muazzam kaynaklar faydalı üretim dallarına kaydırılacaktır. Bu da yine daha ilk elde büyük bir kazanç demektir. Öte yandan kapitalizm altında dev boyutlara ulaşan işsiz nüfus atıl olmaktan çıkacak ve yine dev bir kaynak olarak üretime katılacaktır.
Dünya çapında bizzat üretici kitlelere dayanan demokratik merkezi planlama sayesinde faydalı nesnelerin üretimi için gereken doğa ve emek kaynaklarının miktarında büyük tasarruflar olacaktır. Doğa ve üretim araçları dar özel mülkiyet engelleriyle ve ulusal engellerle bölünmemiş olacak, tek bir entegre dünya ekonomisinin getireceği büyük verim artışıyla kullanılacaktır. Üretici güçlerin bu eğilimi kapitalizm altında bile işlemektedir.
Kapitalist zincirlere mahkûm edilmiş olan bilimsel araştırma-geliştirmenin önündeki tüm engeller kalkacak ve kapitalizmin bir kenara attığı, ihmal ettiği, gelişmesini tökezlettiği, insan ve doğaya uyumlu buluşlar kısa sürede fışkıracak, en yaygın biçimde hayata geçirilecektir. Tüm bu etmenler bir yeryüzü cennetinin oluşumu için gerekli maddi temeli belki de şaşılacak kadar kısa bir sürede döşeyecektir. Zira üretici güçlerin mevcut gelişmişlik düzeyi daha önce hiç olmadığı kadar güçlü olanaklar sunmaktadır. Hatta o kadar ki, bu gelişme şu anda kapitalizm altında dahi kendiliğinden onun özel mülkiyet ve ulus-devlet duvarlarını dövmektedir. İnternet’in ve Linux gibi kolektif ve kaynağı herkese açık bedava yazılımların hızla yayılması burjuvazinin başına belâ olmuştur ve burjuvazi bunlarla baş edebilmek için akla karayı seçmekte, her seferinde boşa çıkan tedbirler almaktadır. “Fikri mülkiyet hakları” tantanasının sebebi budur. Dijital ortama aktarılabilen türde ürünlerin (her türlü bilgisayar yazılımları, müzik, film, yazılı eser vb.) birkaç tuş darbesiyle yüz binlerce insan tarafından anında paylaşılabilir hale gelmiş olması, mülkiyet denen saçmalığı her gün daha çıplak göz önüne seriyor. Bu örnekler üretici güçlerdeki gelişmenin nasıl da kolektif mülkiyet biçimlerine doğru nesnel bir zorlama yarattığını somut bir şekilde göstermektedir. Bugün insanlığın önündeki görev yalnızca bu nesnel eğilimin önündeki kapitalizm engelini kaldırmaktır. Bunu da yapacak olan temel toplumsal güç, doğası gereği dünya işçi sınıfıdır.
[1] Fisyon: Atom çekirdeğinin bölünmesi biçimindeki nükleer reaksiyona verilen ad. Daha ziyade uranyum gibi ağır çekirdeklerde rastlanır.
[2] Füzyon: Atom çekirdeklerinin kaynaşması biçimindeki nükleer reaksiyona verilen ad. Daha ziyade hidrojen gibi hafif çekirdekler belirli şartlar altında bir araya gelerek bu tür reaksiyonlar oluşturabilirler.
[3] Herhangi bir yanlış anlamaya karşı belirtelim ki, böyle bir sistem dünya üzerindeki değişik coğrafi özelliklere bağlı olarak doğrudan doğruya genel şebekeye bağlı olmayan esnek yerel uygulamaları kesinlikle dışlamayacağı gibi başka birçok pasif önlem (güneş evleri gibi) ve uygulamayla şebekenin taşıması gereken yükü son derece azaltacaktır.
link: Deniz Moralı, Radyoaktif Kapitalizm, 2 Ekim 2004, https://marksist.net/node/494